Menu

Türk Resim Sanatında İz Bırakmış 20 Sıradışı Ressam



Eşref Üren, Orhan Peker, Fikret Otyam, Şevket Dağ başta olmak üzere, nispeten az bilinen ama sanatsal anlayışlarıyla Türk resim sanatında fark yaratmış ressamların en önemli tablolarını sizler için derledik.

1. Naci Kalmukoğlu (1898 – 1951)

Nicola Kalmikof, 1898 yılında Harkof’ta doğdu. Varlıklı bir aileye sahipti. Rusya’daki 1917 Bolşevik ihtilali nedeniyle Türkiye’ye sığındılar. Nicola Kalmikof dekoratörlük ile ressamlığı bir arada yürüterek Türkiye’de yeni hayatını kurdu. Resim dünyasında tutulunca adını Naci Kalmukoğlu olarak değiştirdi.

Kalmukoğlu’nun büyük önem verdiği konular arasında tarihi olaylar ve zengin doğa başta gelirdi. Resimlerin arka planlarında, İstanbul’un tarihi semtlerini, Boğaziçi’ni ve Adalar’ı kullandı. Naci Kalmukoğlu sanat akımlarının hiçbirine fazla bağlı değildi.

naci kalmukoğlu eski istanbul sokağı

Naci Kalmukoğlu 2 Şubat 1951 günü, İstiklal Caddesi yakın, Vitalis apartmanının beşinci katındaki evinden düşerek öldü. Ölümü üzerine Rus Gizli Haber Alma örgütündendi, bu yüzden Rus ajanları tarafından öldürüldü, intihar etti gibi söylentiler olsa da gerçek öyle değildir.

Naci’nin eşi ruhen rahatsız olduğundan onunla ilgisi zayıfmış. Karşı apartmandaki sevgilisiyle işaretleşerek buluşurlarmış. Naci onun portresini yapmak için gelmesini istermiş. Bir gece terlikle çıktığı balkondan işaretleşirken, yağmurdan ıslanan zeminde ayağı kayıp kaldırıma düşmüş!

2. Şevket Dağ (1876 – 1944)

Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Şevket Dağ, Sanayi-i Nefise Mektebi’ni (Güzel Sanatlar Akademisi) bitirdikten sonra, öğretmen okullarında ve Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmenliği yaptı. Hiç Avrupa’ya gitmedi. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra milletvekilliği de yaptı.

Rumelihisarı’ndaki yalısının ön yüzüne işlediği palet ve fırça simgesiyle tanınan Şevket Dağ, İstanbul’un camilerini özellikle içlerini konu alan resimleriyle ünlüdür. Döneminin sanatçıları ve ondan sonra gelenler için mimari bir yapı, ancak manzarayı tamamlayan bir ayrıntı niteliği taşıdığı halde, Şevket Dağ dikkatini sadece cami konusu üstünde yoğunlaştırmış, bu yolda Türkiye’de enteriyör ressamlığının (ev, bina gibi kapalı alanların resmedildiği resimler) başlatıcısı olmuştur.

Şevket Dağ Ayasofya

Şevket Dağ’ın, Ayasofya’nın görkemini ortaya koyduğu bu yağlıboya çalışması klasik Türk resminin başyapıtları arasında gösteriliyor. Bu tablo, 2010 yılında bir açık artırmada 1 milyon 700 bin TL’ye alıcı bulmuştur.

3. Ruhi Arel (1880 – 1931)

Ruhi Bey, Akademi’de Salvatore Valeri’nin öğrencisiydi. Desen ve suluboyada üstün bir beceriye kavuşmasında, hocasının oldukça büyük payı vardı. Avrupa’ya öğrenci göndermek amacıyla 1909’da Sanayi-i Nefise’de açılan sınavı kazanarak Paris’e resim öğrenimi için gitme hakkını elde etti.

Ruhi Arel’in çağdaş sanatımızdaki yeri yeterince aydınlatılmamıştır. Akademi yönetimiyle arasının iyi olmaması, resim değerlendirmesinin genel çerçevesinin dışında tutulmasında etkili olmuştur.

Ruhi Bey’in, resimlerinde gerçekçi yaklaşımlar içinde halkın gündelik yaşamına eğilmiş olması, o zamana kadar pek denenmemiş bir yoldu. 1940’larda Yeniler ve Liman Ressamları grubuyla resim sanatımıza daha sonra girecek olan yöresel içerikli eğilimin temeli, böylece Ruhi Arel’in bazı resimleriyle atılmış oluyordu.

Ruhi Arel Kağıthane

Geniş ve rahat fırça tuşları, konuyu bütünsel açıdan kavrama yeteneği, çalışan insanı tüm dinamizmiyle yansıtma çabası, anlatım ve içerik açısından onun eserlerine çağdaş resim sanatımızda kendi türünün öncüsü niteliğini kazandırmaktadır.

4. Hüseyin Avni Lifij (1886 – 1927)

Ressam Hüseyin Avni Lifij 1886’da Samsun’da 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sırasında Kafkasya’nın Kuban Bölgesi’nden göç eden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Lifij kelime anlamı olarak beyaz tenli demektir.

En bilinen eseri kadehli-pipolu otoportresidir. 1906 yılında henüz amatör bir ressam olarak yarattığı bu eser, sadece ressamın en önemli çalışmalarından biri değil, aynı zamanda Türk portre ressamlığının ilk ve en önemli eserlerinden biri kabul edilmektedir. Tamamen amatör bir ruhla yaptığı bu resmi Osman Hamdi Bey’e sundu. İşte bu resim sayesinde, Avrupa’da sanat eğitimi edinme şansını kazandı.

Hüseyin Avni Lifij Otoportre

Resimde kendisini ağzında pipo, elinde kadeh, sırtında yırtık çorap ve yüzünde çapkın ve umursamaz ifade ile tasvir etmiştir, ne de olsa o sırada 20 yaşındadır. Resim, teknik olarak mükemmel olduğu kadar romantik bir duygusallığı yansıtan etkileyici bir havaya da sahiptir.

41 yaşında, sanatının en verimli dönemini yaşarken yaşama genç yaşta veda eden ressam Hüseyin Avni Lifij, kendine özgü kişiliği ve sanat anlayışı ile Türk resim sanatının en önemli şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

5. Eşref Üren (1897 – 1984)

Türk resminin renk ve ışık ustası Eşref Üren, sanatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından resmimizin ana direklerinden biri olarak nitelendirilir. Alçakgönüllü ve gösterişsiz bir yaşamı tercih eden ressam Eşref Üren, 1920’li yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi’nde İbrahim Çallı, Hikmet Onat ve Feyhaman Duran gibi Türk resminin önde gelen isimlerinden eğitim aldı.

Eşref Üren, sanat eğitimini sürdürmek için gittiği Paris’ten döndükten sonra Erzurum ve Sivas’ta çeşitli okullarda 8 yıl öğretmenlik yaptı. Çok erken yıllarda resimlerini sergilemeye başlayan Eşref Üren, Türkiye’nin yurtdışında tanıtımı için açılan UNESCO Sergisi, Venedik ve Tahran Bienalleri gibi toplu sergilere de davet edildi, eserleri sergilendi. Resimlerinde çoğunlukla Ankara ve çevresinden oluşturduğu kar peyzajlarını, bozkırın akşam saatlerini, bulvarları, baharın renklerini, çiçekleri, Kurtuluş Parkı’nın, Elmadağ’ın, Çiftlik’in pırıltılı görünümlerini işler.

eşref üren 1 Mayıs 1953 bahar

Her ne kadar Fransız terbiyesine sahip olsa da Doğulu bir ressamdı. Yakın çevresine göre de tam bir boya ustası… Bu, resimlerinin boyası acaba kurumuş mu diye bakma isteği uyandırmasından anlaşılıyordu.

Resimdeki en önemli öğenin resimsellik, yani plastik ahenk olduğunu söyler ve resim sanatında her şeyden öncelikli olarak içtenlik ararken, tutumunu daima şu sözlerle açıkladı: “İçtenlik iç’in hareminde kalmamalı, dış’ın selamlığına çıkmalı.”

6. Şeref Akdik (1899 – 1972)

Hattat Kâmil Akdik’in oğludur. Sanayi-i Nefise Mektebi’ni bitirdikten sonra, Paris’te öğrenimine devam etmiştir. Liselerde ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretmenlik yapmıştır. Şeref Akdik, büyük ebatlı Cumhuriyet’in devrimlerini tasvir ettiği resimler, natürmortlar ve çoğunlukla deniz kıyısı peyzajları yaptı.

Yağlıboya figür ve portrelerinde klasik anlatıma bağlı kalırken, suluboya, karakalem manzara ve desenlerinde klasik anlayışından ödün vermeden, izlenimci anlayışa yaklaştı. Akdik’in, tablolarında çevre görünümleri, yerel tipler ve köylüler adeta belgesel nitelikler taşır. Desen ve portrelerinde yerel giyim özellikleriyle birlikte, yöre insanının iç yaşantısını yansıtmaya çalışır.

Şeref Akdik Mektebe Kayıt

Şeref Akdik’in 1935 te yaptığı, Mektebe Kayıt yağlıboya tablosunda, ilkokula kayıt yaptırmaya gelen köylü aileleri ve öğretmen yer almaktadır. Sol alt köşede öğretmen masada oturmakta, elinde çocuklardan birine ait olduğunu düşündüren bir nüfus cüzdanı tutmaktadır. Yerde evrak defteri, duvarda Türkiye haritası ve yeni takvim vardır. Resimdeki dört çocuktan ikisi kızdır. Kompozisyonun merkezindeki kız çocuk, öğretmenle konuşmaktadır. Bu resim ilköğretim seferberliği içinde, erkekler gibi kız çocukların da okula gitmelerinin resmidir.

7. Malik Aksel (1901 – 1987)

Malik Aksel, Türk resminde bağımsız tavır geliştiren ilk ressamlarımızdan biridir. İzlenimci Alman ressamlardan Corinth ve Liebermann’dan yansımalar taşısa da, zamanla kendi tarzını yaratmıştır. Özellikle suluboya tekniği üzerine yoğunlaşmıştır.

Biçim ve kompozisyon üzerinde kimi kez aşırılığa varan denemelerin yapıldığı bir dönemde, Malik Aksel’in sergilediği bu yöresel, gelenekçi ve Doğu-İslam dünyasının düşünce ve estetik değerleriyle çelişmeyen söylem oldukça dikkat çekicidir. Yaşam biçimimizi, göreneklerimizi, özetle Anadolu kültürünü, figüratif bir yapılanma içinde, gerçekçi, yalın ve etkili bir şekilde resimlemiştir.

malik aksel küfe taşıyan kadınlar

Beşir Ayvazoğlu’nun anlatımıyla: “Özellikle suluboyada Türk resminin en önemli isimlerinden, suluboyanın ilklerinden. Suluboyayı kimse ciddiye almazken o suluboyaya yönelmiş. Bu önemli.”

Suluboyaya, hatta resme yönelmesinde Darülmuallimin’deki (Erkek Öğretmen Okulu) hocası Şevket Dağ’ın etkisi büyük. Aksel’in şiarı da hocasının, “Gittiğim yol ve branşım hiçbir Avrupalı ressamın taklidi değildir, sırf kendi mahsulümdür.” sözüydü.

8. Cevat Dereli (1900 – 1989)

Cevat Dereli, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde başlayan resim öğrenimini, 1924 yılında devlet adına gönderildiği Paris’te de pekiştirdi.

Türk Resim Sanatı’nın en önemli isimlerinden biri sayılan Dereli’nin eserlerinde en belirleyici özellik izleyiciyi resmin içine çeken renk lekelerinin yarattığı eşsiz harmoni ve kaynağını yaşamın içinden alan güçlü hareket anlayışıdır.

cevat dereli sultanahmet camii

Dereli’nin, son dönem resimlerinde sıkça kullandığı esmer kadın figürü, ressamın genellikle siyah kıyafetler giyen manevi kızı Mine Sübar’dır. Onu, çok sevdiği için resimlerinde tekniğinin bir parçası olan siyah leke olarak kullanmıştır.

9. Hamit Görele (1903 – 1980)

1928 yılında henüz genç yaşta eğitim için Fransa’ya gönderilir. Görele, Fransa’ya gidişinden sadece iki yıl sonra Paris’te açılan sergide Cezanne, Matisse, Picasso, Bonnard ve Lhote gibi ressamların yapıtlarının yanında iki resmi yer alır: Firavunun Eşi ve Odalık.

Yurda döndükten sonra, özellikle Türk resminde sıkça tekrarlanan doğa temasına bakışı tamamen değişmiştir. Artık doğayı resmetmenin değil dönüştürmenin yollarını arar. Ona göre her doğa parçası güzel değildir ve sırf doğanın güzelliğini tuvale geçirmenin bir anlamı yoktur. Doğada her şey yerli yerindedir ve onu taklit etmek gerekmez. Artık Görele’nin çalışmaları geometri üzerine temellenmektedir.

Hamit Görele Ada'dan

Figürleri ise giderek daha çok hacim kazanır. Giderek şekiller daha çok ilgisini çeker. Resmi, benzetmeci görüntülerden arınır, soyuta doğru evrilir. Yine geometri çıkışla yüzeyi parçalayarak yaptığı ilk soyut denemeleri, Türk resminde bu alanda yapılan ilk çıkışların yanında yer alır.

10. Ayetullah Sümer (1905 – 1979)

Marsilya’da ticaret öğrenimi gördüğü sırada, aynı şehirdeki bir akademide resim öğrenimi gördü. Daha sonra devlet tarafından Paris’e yollandı. Bu dönemde Paris’te katıldığı bir yarışmada gümüş madalya almıştır. Ayrıca 1934’te Galatasaray sergisinde yer alan Daktilo adlı kompozisyonu da o günlerde heyecan yaratan bir çalışmasıdır.

Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim elemanı kadrosuna girdi. Şevket Dağ örneği resimler yanında, peyzajlar ve natürmortlar da yapmıştır. Ayrıca Atatürk ve İnönü’nün birçok tablosunu yapmıştır.

ayetullah sümer natürmort

Sümer, Türk resminde, bağımsız hareket etmeyi tercih eden sanatçılarımızdan biridir. Kendi içinde çeşitlenen ancak akademik tatları her zaman belirgin bir resim anlayışını uzun süre uygulamakta ısrar etmiştir. Koyu tonların egemen olduğu resimlerindeki buğulu atmosfer, onun içe dönük dünyasını yansıtmaktadır.

11. Ferruh Başağa (1914 – 2010)

İlk ve orta öğretimi Yugoslavya’da tamamladı. 1936’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek Nazmi Ziya Güran, Léopold Lévy ve Zeki Kocamemi Atölyelerinde çalıştı.

“… 1940’ta mezun olduğum zaman Cemal Tollu seçici kuruldaydı. Çıktıktan sonra bana geldi, ‘Tebrik ederim, dedi. Haydi, Avrupa’ya gidiyorsun, kazandın.” Birincilikle mezun olduğumu ve Avrupa’ya gideceğimi söylemişti. Ancak 15-20 gün sonra II. Dünya Savaşı tam olarak Avrupa’da patladı. Benim durumumu daha sonraya bıraktılar, sonra da olmadı ben askerdim…”

1950’lerde mozaiğe, ’60’lardan sonra da vitraya, bir ara heykele merak saran Başağa, bu tarihlerde yöneldiği soyut resmi hala sürdürür. Soyutta karar kılmasının nedeni, bir sanatçının doğadan faydalanmakla birlikte, resme düşüncesini de katması gerektiğine inanmasındandır.

Nazmi Ziya’dan renkte şiirsel bir incelik aramayı, Levy’den renk uyumunu, Kocamemi’den resmin inşasını öğrenmiş, 1948’den başlayarak Türk resminde gelişen bir tavrın ifadesi olan soyut resimdeki yerini almıştır. Soyut çağımızın resmidir ona göre.

Ferruh Başağa Mavi Kuşlar - İthaflı

Ahmet Hamdi Tanpınar ise onun resimlerine bakıp, “Burada artık ne güneşli, yağmurlu canım dünya, ne gülümseyen bir kadın yüzü, ne balık, ne elma var. Hiçbir şeyin resmi olmayan resimlerdir bunlar. Atom çiçekleri diyeceği gelir insanın. Birbirini cetvelle çizip kesen renkler. Bu yeni yola giren bütün ressamlar gibi kendi kendine yeten ve herkesçe başka başka şeyler düşündürecek kaçamaksız, katıksız renk binaları kuruyor. Manzara resmi yapmayı bilmez mi? Daniskasını bilir ama yapmıyor işte” der.

12. Mümtaz Yener (1918 – 2007)

Sanatçı, 1935 yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde, sırasıyla Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı ve Leopold Levy’nin öğrencisi olmuştur.

Sanatçı 1950’ye kadar olan süreçte, Haliç ve çevresini, Tersane’de yer alan gemileri, atölyeleri ve burada çalışan işçileri ve genel olarak insanı temel alan toplumsal içerikli resimler yapmıştır. Günlük yaşamda çalışan, üreten insanlar ve makineler ilk kez bu dönem resimlerinde belirmiştir. Sanatının ilk yıllarında var olan bu iki unsur -makine ve insan- daha sonra makine bedenli insanlar biçimine dönüşecektir.

Sanatçı 1960’lı yıllarda karıncaları konu alan resimler yapmıştır. Bu resimler hem konu hem de biçimsel açıdan oldukça ilgi çekicidirler. Evinde karıncaların yaşamasına olanak sağlayacak bir düzenek hazırlayan Yener, onların bütün yaşamsal faaliyetlerini, kalabalık görüntülerini, organize çalışmalarını bilim adamı titizliği ile gözlemlemiş, onlardan notlar almış ve çok sayıda desen yapmıştır.

mümtaz yener düğün

Mümtaz Yener’in resimlerinde kadın güzelliği ön planda ve kimi zaman mitolojik ve tanrısal bir varlık gibi gösteriliyor. Yanı sıra müzisyen portreleri, dansta sıkça işlediği konular arasında. Yener resimleriyle ilgili olarak şunu söyler “Her resmimde kalabalık vardır. Resimlerimin anlatımcı yönü benim kişiliğimle alakalı.” Zaten sanatçının resminde insanlar kalabalıklar halinde tasvir edilir.

Mümtaz Yener sanata bakışını şöyle özetler:
“Sanat insanlardan, insan ilişkilerinden, sevgiden, toplum düzeninden, doğrudan ve müspet ilimden soyutlanamaz…”

13. Neşet Günal (1923 – 2002)

1939 yılında başlayan ve yaklaşık yedi yıl süren Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitimi süresince Nurullah Berk, Sabri Berkel ve Leopold Levy’nin atölyelerinde çalıştı.

Sağlam desen yapısıyla doğup büyüdüğü Orta Anadolu’nun çorak topraklarını ve yoksul ama çalışkan insanlarını anlatan sanatçı, tekniği ve yorumuyla Türk resmine yeni bir bakış açısı kazandırmıştır.

Günal’ın kendi deneyimlerinden yola çıkarak anlattığı, Anadolu insanı ve toprakla olan ilişkisidir. Toprak kurak, verimsizdir ve o topraklarda yaşayan insanın kaderi de toprağın verimsizliğiyle şekillenmiştir. Toprak ve insan onun için vazgeçilmez iki öğedir, biri olmadan diğeri anlamsızdır, kendi yaptığı tuvallerinin o topraksı dokusu dahi adeta her defasında toprağın varlığını hissettirmektedir.

neşet günal Sorun-Sorum V

Çocuk her zaman önemlidir Günal resminde, ebeveynleriyle birlikte hayata tutunmaya çalışan bu çocuklar, neşeden çok hüzün vermektedir. Günal’ın resimlerindeki çocuklar tıpkı kendisi gibi hayatın sıkıntılarını erken yaşta tanıyıp, erken olgunlaşmış çocuklardır.

14. Refik Epikman (1902 – 1974)

Refik Epikman, 1918 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girer. 1924 yılında girdiği Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazanarak öğrenimine devam etmek amacıyla Paris’e gider. Paris’te 1928 yılında öğrenimini tamamlayıp İstanbul’a dönerek Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğretmen olarak atanır. Aynı yıl kurulan Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer alır.

Birinci Büyük Millet Meclisi binasının toplantı salonuna açılan odalarına Cumhuriyet’in ilanını
konu alan büyük boyutlu resimler yapmıştır.

refik epikman bar

Bu eseri, 1928 yılında yaptığı Bar adlı resmidir. Bu resimde kompozisyon içerisinde yer alan figürlerin kübist-kontrüktivist bir anlayışla biçimlendiği görülmektedir. Kompozisyonda etkili olan ışık, loş bir ortamı betimleyecek niteliktedir. Kompozisyonun merkezinde yer alan dans eden çift, belirgin bir hareket etkisini yansıtacak şekilde biçimlenmiştir. Bu hareket etkisi, figürler üstüne düşen parlak ışık ve devinimin gereği biçim bozma çabasıyla desteklenerek sergilenmiştir. Resmin solunda yer alan kırmızı giysili figür, kompozisyonun temasını oluşturan bar ortamında dans eden çiftlerin çoğulluğunu vurgulamak adına tamamlayıcı bir unsur olarak kullanılmıştır.

15. Orhan Peker (1927 – 1978)

Türk resminin özgün sanatçıları arasında yer alan Orhan Peker resim eğitimine 1944 yılında Akademi’ye girerek başladı ve Bedri Rahmi atölyesinde devam etti. Yakın arkadaşı Turan Erol, “O, Akademi’ye başlarken bir ressamdı” diyor.

Şair-ressam İlhan Berk onun resimleri için “Orhan’ın bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölü doğa resimlerinde olsun içten içe hep bir yalnızlık, acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki. Bu ilk anda vurmaz, yavaş yavaş işler insana.”

Resimle ilişkisini içten olmak sözcükleriyle açıklayan Orhan Peker, sanat anlayışı konusunda şunları belirtmişti:

“Resim sanatında her şeyden önce içtenliğe inanırım. Sanatçı topluma bu yoldan varabilir. Sanatçı her şeyden önce içinden geldiği gibi çalışmalıdır. Gerçi üslup bir tutsaklıktır. Üstelik günümüzde fabrikasyon yapan patent ressamları da alabildiğine çoğalmıştır. Bunların ünlerinden ileriye fazla bir şey kalacağını sanmıyorum. Ben değişmeyi, ana görüşlerden sapmadan doğal buluyorum.”

orhan peker Özden Komşu ve Başka

Bu resim sanatçının en bilinen başyapıtları arasında yer alıyor. Orhan Peker, 1967 yılında evlendikten sonra Ankara’da oturduğu çatı katının balkonunda kırmızı şezlonglar üzerinde oturan eşi Özden Hanım’ı ve komşusunu, şezlongların arasında çok değer verdiği kedisi “Başka”yı resmetmiş. Önünde sıçrayarak poz verip fotoğraf çektirdiği ve uzun süre satmayı reddettiği bu yapıtı, 70’li yılların ortalarında yoğun ısrar sonucu o zamana göre astronomik bir fiyat ile Ankara’lı bir dostuna satmış.

16. Fikret Otyam (1926 – 2015)

Çocukluğu Aksaray’da geçti. Babasının Aksaray’daki eczanelerini boyamaya gelen bir tabelacıda ilk kez samur fırça ve tüp boyaları görmüş ve tabelacının verdiği boyalarla yaptığı ilk sergisini aylar sonra Aksaray Halk Evi’nde açmıştır.

Resme olan ilgisi sonunda girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisini 1953’de Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’nde bitirmiştir. Resimlerinin konusu 1950’li yıllardan itibaren Anadolu’nun doğası, halkı ve yaşantısını yansıtmaktadır. Akademik bir eğitim görmüş olmasına karşın, akademicilikten uzak, geleneksel çizgileri temel alan bir tarz, renkçi-lekeci eğilim resimlerine yansımaktadır. Resimlerinde yöresel özellikleri, özgünlükleri yansıttı. Renk ve nakış öğeleri, resimlerinde ön plandadır.

fikret otyam yörük kadını

Uzun yıllar gazetecilik yapmıştır. Fotoğrafçı, yazardır. Antalya’da yaşamını sürdürmektedir.

17. Turan Erol (1927 – )

1947 yılında yazıldığı Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi Atölyesi’nde sanat öğrenimi gördü. Sanatçı hocası ile ilgili şöyle der:

“Bedri Rahmi’nin resminden çok uzun süre etkilenmedim ben. Güzel Sanatlar mecmuasında birkaç resmi basıldı. O resimlerden biri bir koltuğa böyle yaslanmış bacak bacak üzerine atmış bir kadın figürü resmi. Onu çok sevdim ona benzer bir resim yaptım. Bedri Rahmi’ye o resmi gösterdim.“Reis, sen benden etkilenmişsin, vazgeç etkilenecek başka usta mı bulamadın” dedi. Bedri Rahmi, Anadolu fikriyatını savunuyordu, hem resminde hem yazılarında. Biz öğrencilerinin Anadolu’yu sevmesi biraz onun etkisiyledir.”

Turan Erol resim anlayışını şöyle dile getirmiş:

“Fırça izi, sanatçıyı iten, dürten güdünün adımları gibidir. Kimi sanatçının resminde hiç fırça izi olmaz. İçimden geleni yapıyorum, öylece bırakıyorum, düzeltmeye, cicileştirmeye çalışmıyorum demektir fırça izi. Benim resmimde hüzün vardır. Resimlerimin önünde duran biri dinginlik, sessizlik, yalnızlık, hüzün duyarsa ben amacıma ulaşmış olurum. Bu topraklarda hüzün var. Bu toprakların yansımasıdır resimlerim. Sanatçı ne yapar? Hayatı, yaşadığı dünyayı yansıtır. Ben de onu yapıyorum. Bu ülkede yeterince hüzün var.”

“Bir söyleşide “Kabul edilmiş güzelliklere düşkün biri değilim” demiştim. Yani kabul edilmiş güzellikler nedir? Güzel bir deniz, bir yamaç, fıstık çamları gibi öyle basma kalıp sevilen manzara tipleri vardır. Gonca güller, zambaklar gibi. Ben zambak resmini değil de bir enginar çiçeğini, bir tekne kaburgasını tercih ediyorum mesela.”

turan erol

Turan Erol, resmin duayenlerinden. İlhan Berk, onun için “Turan Erol beyazı karıyor. Kendi beyazını. Önünde bir göğün” diyor bir şiirinde. Hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu da, “Kuru gürültüye pabuç bırakmayan, aklını, yüreğini, çoluğunu, çocuğunu, paletini, fırçasını başına devşiren sayılı aydınlarımızdan biridir, Turan Erol” diye yazmış.

Yaşar Kemal’in “Yusufçuk Yusuf”, “Demirciler Çarşısı” kitap kapağındaki resimler Turan Erol’a aittir.

18. Erol Akyavaş (1932 – 1999)

1950-52 yılları arasında misafir öğrenci olarak Bedri Rahmi Atölyesi’ne devam eder. Sonra Paris’e gider. 1960’lı yıllarda resimleri, serbest lekeci kompozisyonlara dönüşmüştür. Bu resimler ne tam soyuttur ne de figüratif, kendi dilini oluşturduğu bir sentezlemedir. 1970’lerde ise aldığı mimarlık eğitiminin etkisiyle figür ve mimarinin kullanıldığı, sıra dışı mimari perspektiflerin görüldüğü, geometrik yapılı resimler yoğunluk kazanmaya başlar: Kuşbakışı kale resimleri, piramit manzaraları, tuğla ve karolardan oluşan iç mekânlar, duvarlar ve köşe kesitleri dizileri bu dönem resimleridir… 1980’lerin başlarından itibaren İslam’a ve özellikle de tasavvuf felsefesine göndermeler yapar sanatçı. 80 yaşında olan Ilona Akyavaş 1999 yılında kaybettiği eşi ile tanışmalarını şöyle anlatır.

“ABD’deyken bir gün bir müzeye gittim. Yarısı yeşil, yarısı siyah bir resmin önüne oturdum. O akşam davet edildiğim bir toplantıda, Erol Akyavaş’la tanıştım. Birbirimize nasıl baktığımızı hatırlıyorum. Sonra resimlerini göstermek için beni evine davet etti. Meşhur numara, ‘Pul koleksiyonumu görmek ister misin?’ gibi. Bir de öğrendim ki o müzede önünde oturduğum resmi Erol yapmış. Ben, hiç evlenmek istememiştim. Ressam olmak istedim. ‘Bir sene evli kalırım, resim öğrenirim,’ dedim. 1956’da evlendik. Daha sonra 2 çocukla peşinden Türkiye’ye geldim. Karizmatikti, eğlenceli, komikti. Kıskanmazdım ama oluyordu kıskanmamı gerektirecek durumlar. İnsan ne diye aşık olur birisine bilmem ki? Hayatta hiç başka kimseye aşık olmadığıma göre, demek ki onu çok sevdim.”

Eşinin resmiyle ilgili ise “Resminde, ne anlattığını sorunca, Erol ‘Bilmiyorum içimden öyle geldi,’ derdi. Kendi biriktirdikleri, kişisel geçmişi vardı resimlerinde. Sufizm ilgisi yüzünden, arkadaşları, sanat dünyası onunla dalga geçiyordu. Bu tarafını sevmiyorlardı. Hat sanatı, kaligrafi, güzel sanat dalları. Erol, bunların bilinmemesine, anlaşılmamasına kızıyordu. Tasavvufun felsefesini, tasavvufi şiirleri, bu felsefeyle meydana getirilen eserlerin estetik güzelliğini seviyordu. İdeolojik olarak empoze etmiyordu kimseye.”

“Ilona’cığım ben sana hep bakarım. Kendim gitsem bile resimlerimle..” dermiş Akyavaş.

erol akyavaş enel hak

Erol Akyavaş Hallac-ı Mansur’dan ilham alarak yapmıştır bu tablosunu. En-el Hak, Hallac-ı Mansur’un 10. yüzyılda söylediği bu söz, ‘Ben Hak’kım’ manasına gelir ve Vahdet-i Vücud düşüncesinin ifade eder. En-el Hak tasavvufta Allah’ın varlığının tek olduğu diğer varlıklar gibi kişinin kendisinin de Allah’nı bir gölgesi, parçası olduğu anlamına geliyor. Hallac-ı Mansur’un 10. yüzyılda söylediği bu söz, düşünürü idama götürmüştür.

Bu tablosu 2012’de, 2 milyon 780 bin TL’ye rekor bir fiyata satılmıştır.

19. Turgut Atalay (1918 – 2004)

Güzel Sanatlar Akademisi’nde yüksek bölümüne devam etmiş ve 1946 yılında birincilikle mezun olmuştur. Atalay burada Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, Léopold Lévy ve iki yıl süreyle Rudolph Belling atölyesinde eğitim görmüştür.

Turgut Atalay 1938-1949 yılları arasına tarihlendirdiği ilk dönem resimlerinde manzara, portre ve natürmort çalışmıştır. Sanatçının bu yıllara ait manzaraları İstanbul’un Yedikule, Maltepe, Süleymaniye ve Haliç gibi semtlerinden görünümleri içermektedir.

turgut atalay iki kadın

Onun resminin ikinci dönemi kendi ifadesiyle satıhlar ve şekillerin parçalanmasıyla biçimlenir, bu anlayışa
Kağnı ve Bozgun resimleri örnek verilebilir. 1960’lı yılların başında Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Uşak’ta görevlendirilir. Uşak ve Kütahya’dan yaptığı resimlerinde, konu olarak köy yaşamı, köylüler, ifadenin öne çıktığı resimler gerçekleştirmiştir.

Son dönem çalışmaları ise konu ve biçim anlayışı, renk yaklaşımı bakımından daha olgun örneklerdir. Sanatçı, daha çok figür, peyzaj, natürmort, portre gibi klasik konuları işlemiştir. Günlük yaşam sahneleri bir önceki döneme göre daha az yer tutmaktadır ve bu resimlerde sanatçının daha renkçi bir tutumla çalıştığı görülür.

20. Adnan Çoker (1927 – )

1951 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdi. 1955 yılında devlet bursuyla gittiği Paris’te Andre Lhote, Henri Goetz, Hayter ve Emilio Vedova Atölyeleri’nde çalıştı.

Türk resminde 1950’li yıllarda erken örneklerini gördüğümüz soyutçu anlayış, Adnan Çoker’in kişiliğinde tipik temsilcilerinden birini bulur. İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktadır.

adnan çoker başkaldıran

Kaynak
Lebriz Sanal Dergi, Tarihin Notları, Edebiyat Sanat Akademi


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir