Menu

Batı Resminde Aşk Resimleri



Aşk, insanoğlu var olduğu sürece her zaman yaşamı anlamlı kılan duygular arasında en ön sırada yerini almıştır. Tarih boyunca birçok sanatçı, bilim adamı, düşünür, edebiyatçı eserlerinde aşk konusunu işlemişlerdir. Şiir, müzik, tiyatro, dans, resim, heykel gibi her sanat dalı kendine özgü diliyle aşk konusunda ölümsüz eserler vermişlerdir.

Çoğu kavram insanlık tarihi kadar eskidir, ama aşkın tarihi insanın tarihinden de eskidir. Birçok düşünür varlığın sebebini aşk olarak görmüş, sebep sonuçtan daima öncedir ilkesine göre de, aşkın evrenin yaratılışından da önce olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Sandro Botticelli, The Birth of Venus, 1485

Sandro Botticelli, The Birth of Venus, 1485

Rönesans sanatçılarından Sandro Botticelli, Venüs’ü konu alan en tanınmış resimlerden biri olan Venüs’ün Doğuşu adlı eserinde, denizin köpüklerinden doğan aşk ve güzellik tanrıçasının Kypros Adası’na çıkışını betimlemiştir. Resmin sağ tarafında, bu yolculukta üfleyerek ona yardımcı olan rüzgar tanrısı Zephyros ve esinti Aura yer almaktadır. Güzel Venüs, bir deniz kabuğunun içindedir. Sağ tarafta duran Hora ise elindeki çiçekli pelerin ile Venüs’ü karşılamaktadır. Botticelli eserini birçok kaynaktan ilham alarak yaratmıştır. Bunlardan en önemlisi dönemin şairi Angelo Poliziano’nun Venüs’ün doğuşunu anlattığı şiiridir.

Empedokles (M.Ö. 492 – M.Ö. 432), bir düşünce terimi olarak aşkı ilk kez değerlendiren filozoftur. Varlıkları ve oluşumları biçimlendiren ve yönlendiren, birleştirici ve ayırıcı olmak üzere iki karşıt güç bulunduğunu söylemiş, bu güçleri sevgi ve nefret (çekici ve itici güç) olarak adlandırmıştır. Empedokles’ten sonra gelen filozoflar, aşkın niteliği üzerine eğilirler. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Plutarkhos için aşk, en yüce ve en ince duygudur. Platon’a göre aşk, güzelliğin doğurduğu bir çekiciliktir. Gerçek güzellik ise, düşünce ile kavranan güzelliktir. Yeryüzündeki duyusal güzellikler, gerçek güzelliğin yalnızca kaba bir taslağı, solgun bir yansımasıdır. Özellikle René Descartes ve Baruch Spinoza gibi klasik filozoflarda ise, aşk bir tutkudur ve kişi onu aklını kullanarak dizginleyip, duru ve temiz bir duygu haline getirmelidir.

Nicolas Poussin, Apollo and Daphne, 1625

Nicolas Poussin, Apollo and Daphne, 1625

Barok üslupta eser veren Nicolas Poussin eserinde müzik, tarım ve kehanet tanrısı Apollon ile peri kızı Dafne’nin aşk öyküsünü betimlemiştir. Apollon, aşık olduğu peri kızının defne ağacına dönüşmesini üzüntüyle izlemektedir. Elindeki sürahi ile tanınabilen ırmak tanrısı Peneios, kızının yaşadıklarından dolayı keder içindedir ve eliyle gözlerini kapatmıştır. Apollon’un kalbine aşk ateşinin düşmesine neden olan okları fırlatan Cupidoların (aşk tanrısı Eros’un Yunan Mitolojisi’ndeki diğer bir adı) bir tanesi uçmakta, diğerleri ise toprağın üzerinde oynamaktadırlar.

Jean-Antoine Watteau, L'Embarquement pour Cythere, 1717

Jean Antoine Watteau, L’Embarquement pour Cythère, 1717

Barok’u ışık ve renkle dolduran Rokoko üsluba giden yolu hazırlayan Watteau, eserinde alegorik bir aşk hikayesini resmetmiştir. Kythera (Türkçesi Çuha Adası) Yunan ve Roma mitolojisine göre güzellik tanrıçası Afrodit’in doğduğu adadır. Dolayısıyla Watteau’nun aşıklarını yerleştireceği en uygun adadır. Ağaç ve çalıların arasında birçok aşık çift elele görülür. Tüm çiftler hemen hemen, meleklerin süslemeye süslemeye çalıştığı kayığa yönelmiş gibi. Eserin adı Kythera’ya Yolculuk olmasına rağmen, aslında resmin adadan ayrılışı simgelediği düşünülmektedir. Ressam aslında aşkın ve mutluluğun ne kadar kısa sürede tükendiğini vurgulamaya çalışmıştır. Çiftleri kayıkla adadan ayırarak, kalıcı olarak orada kalmayacaklarını vurgulamaya çalışmıştır.

Modern felsefede, Ludwig Feuerbach, aşkı kurduğu sistemin bir parçası haline getirmiştir. İnsanlar, önceleri kendi niteliklerinin fantastik yansımaları olan Tanrılar yaratmışlardır. Tanrılar, insanlık düzenini kurmaya yetmemişlerdir. Oysa, bu düzeni kuracak olan, insanın başka insanlara karşı duyduğu bağlılıktır. Bu bağlılık en yetkin biçimine aşkta ulaşır. Cinsel aşk, bu duygusal insan bağlılığının en yoğunlaşmış biçimidir. Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche gibi kötümser filozoflar, aşkı insan soyunu sürdürmek amacıyla kurulan bir tuzak olarak görürler.

Robert Sternberg, üçgen aşk kuramını oluşturmuş ve aşkın üç unsurdan meydana geldiğini ifade etmiştir: Samimiyet, bağlılık ve tutku. Arkadaşlıklarda ve romantik aşk ilişkilerinde görülebilen samimiyet, iki insanın sırlarını ve kişisel yaşamlarındaki detayları birbirleri ile paylaşmalarıdır. Bağlılık ise, ilişkinin sonsuza kadar devam edeceği yönündeki beklentidir. Aşkın son ve en yaygın biçimi ise cinsel çekim ve tutkudur.

Mevlana’ya göre insanın evrende kendi anlamını gerçekleştirmesini aşk sağlar. Evren ise Tanrı’nın bir yansımasıdır ve bunun nedeni yine aşktır. İnsan da Tanrı’nın aşkının yansıması olarak aşk-aşık ve aşık olunandır. Mevlana’nın sembollerle anlattığı sonsuz aşk, metafiziksel bir yaklaşımdır. Birbirine zıt iki duygu, ayrılık ve birliktelik birbirlerinden doğar.

Jean-Honore Fragonard, The Progress of Love - Love Letters, 1771-72

Jean-Honoré Fragonard, The Progress of Love: Love Letters, 1771-72

Rokoko uslübun Fransa’daki önemli temsilcilerinden biri olan Jean-Honoré Fragonard, aşıkları, birbirlerine kur yapan genç kadın ve erkekleri, kaçamak öpücükleri tuallerine yansıtmıştır. Bu eserinde, büyük bir bahçenin sessiz bir köşesinde oturan aşık bir çifti betimler. Kadın, yüzündeki mutlu ifadeyle, büyük olasılıkla erkeğin kendisine yazdığı aşk dolu satırları okumaktadır. Erkek ise, başını sevgilisinin boynuna yaslamıştır. Bu mutluluk sahnesinin tanıkları, Venüs ve Kupido heykeli ile, çiftin yanında duran köpektir. Erkeğin, aşk ilanına olumlu yanıt aldığını düşünmek mümkündür.

Jean Auguste Dominique Ingres, Paolo and Francesca, 1819

Jean Auguste Dominique Ingres, Paolo and Francesca, 1819

Neoklasik üslupta eserler veren Ingres, resimde İtalyan şair Dante Alighieri’nin 1308 – 1321 yılları arasında yazdığı İlahi Komedya’daki bir aşk öyküsünü betimlemiştir. Paolo ve Francesca aşklarını yaşarken, perdenin arkasından eşini ve kardeşini izleyen Giovanni görülmektedir.

Pierre-Auguste Renoir, In The Garden, 1885

Pierre-Auguste Renoir, In The Garden, 1885

İzlenimcilik (empresyonizm) deyince akla gelen en önemli ressamlardan Pierre-Auguste Renoir, bahçe içerisine yerleştirdiği çiftleri, nüleri, portreleri şiirsel bir bakış açısıyla tuvaline aktardı. Resimde genç adamın tüm tavırları, bakışı, genç kızın elini tutuşu onun niyetini ele verir, genç kızın kalbine talip. Genç kız izleyene bakar, ancak bakışları sanki düşüncelerine, o ana odaklanmış gibi. Kompozisyonun merkezinde, çapraz bir şekilde yer alan genç kız anlamı yoğunlaştırır. Resimdeki erkek, Renoir’in arkadaşı olan ressam Henri Laurent’tir. Renoir’ın resimlerindeki modeller göz önünde bulundurulduğunda, kızın modellerinden olmadığı hayali bir çizim olduğu düşünülebilir. Renoir’in tabloları canlı ışıkları ve doymuş rengi ile dikkat çekicidir. Bu eserinde karakteristik empresyonist tarzda sahnenin ayrıntıları renk tonlarıyla serbestçe fırçalanmış, böylece figürleri yumuşak bir şekilde birbirleriyle ve çevreleri ile kaynaşmıştır.

Gustav Klimt, The Beethoven Frieze, The Longing For Happiness Finds Repose Poetry, 1902

Gustav Klimt, The Beethoven Frieze, The Longing For Happiness Finds Repose Poetry, 1902

Art Nouveau akımının Avusturya’daki en önemli temsilcilerinden Klimt’in Beethoven Frieze isimli eserinde, bir çiçek bahçesinde koro şeklinde sıralanmış, gözleri kapalı, elleri huzur içinde birleşmiş kadınlar yer almaktadır. Bu koronun önünde, onlardan bağımsız, kendi dünyalarına çekilmiş, birbirine sarılmış bir kadın ve erkek figürü dikkat çeker. Her ikisi de çıplak olan kadın ve erkeğin ayakları bir iple birbirine bağlanmıştır. Klimt başyapıtı olarak anılan Beethoven Frieze tablosunu, Beethoven’in 9. senfonisinin son bölümü olan Schiller’in şiiri Ode to Joy, yani Neşe’ye Kaside’den ilham alarak yapmıştır.

Edvard Munch, Couple On The Shore, 1906-7

Edvard Munch, Couple On The Shore, 1906-7

Dışavurumculuk akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Munch, Ayrılık, Kıskançlık, Göz Göze, Baş Başa ya da Çekim gibi isimler taşıyan pek çok resim yapmıştır. Eserlerinin çoğu hüzünlü, melankolik, kasvetlidir. Bu eserinde sahilde ayakta duran ve denizi seyreden bir çifti yansıtmaktadır. Kadın ve erkeğin sırtı, izleyiciye dönüktür. Pastel renklerin hakim olduğu resimde, daha iyimser ve mutlu bir hava hissedilmektedir.

Otto Mueller, Liebespaar, 1919

Otto Mueller, Liebespaar, 1919

Alman dışavurumculuğunun Brücke grubunun bir üyesi olan Mueller, resimleri ve sanat anlayışı ile Alman dışavurumculuğu içinde, hatta kendi grubu içinde bile biraz izole bir konuma sahiptir. Romantik bir dışavurumcu, Brücke’nin gölgesindeki ressam, bastırılmış dışavurumcu, çingene ressamı gibi alçaltıcı sıfatlarla anılan ve kendini geliştirmemiş olmakla suçlanan Mueller, sakin, mütevazı ve iddiasız tavrıyla, kabına sığmayan diğer Brücke üyelerinden ve başka dışavurumculardan çok ayrı bir kişilik gösterir. Büyükbabasının çingene olduğu söylenen Mueller’in, bu nedenle çingene yaşamına karşı büyük bir ilgi duyduğu düşünülmüştür. Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’da çingene kültürünü yakından incelemiştir. Sanatçı, diğer bir adı da Çingene Aşıklar adlı eserinde, birbirine sarılmış bir çifti betimler. Kadına doğru dönmüş olan erkeğin yüzünü seçmek zordur. Göğsü açıkta olan kadın ise, huzurlu bir ifadeyle sevgilisinin varlığını hissetmektedir. Erkeğin mavi gömleği, kadının turuncu bluzu ve arkalarındaki yeşil ağaç ile siyah çit, güçlü ve dışavurumcu bir ifadeyle betimlenmiştir.

Oskar Kokoschka, The Bride of the Wind, 1913-14

Oskar Kokoschka, The Bride of the Wind, 1913-14

Resimde gece ayışığı altında dalgaların üzerine uzanmış gibi görünen çift, Dışavurumculuk akımının önemli ismi Oskar Kokoschka’nın kendisi ve büyük aşkı Alma Mahler’dir. Alma Mahler, besteci Gustav Mahler’in dul eşidir. Gustav Mahler’in ölümünün ardından Kokoschka ile 3 yıl süren fırtınalı ilişkileri başlar. Ayrıldıktan sonra Alma’nın Walter Gropius ile evlenmesi onu incitir. Derin bir umutsuzlukla Alma’yı kaybetmesine teselli olacağını düşünerek tıpkı eski sevgilisine benzeyen oyuncak bir bebek sipariş eder. Resimde yan dönmüş olarak uyuyan Alma ve düşünceli ve huzursuz şekilde görünen Kokoschka ise ilişkilerinin geleceğini düşünerek yaptığı bu resimde kendi korkularını resimlemiştir.

Kokoschka’nın resminde Dünya Edebiyatı’nın ölümsüz aşıklarına göndermeler vardır. Kokoschka, kendini daima Avrupa kültürünün kahramanları (Parsifal, Tristan, hatta Hz. İsa) ile özdeşleştirmiştir. Sir Ernst Gombrich, Kokoschka’nın resmindeki ayışığı altındaki fırtınalı denizde birbirine sarılan çift imgesini, Dante’nin aşıkları Paolo ve Francesca’ya benzetir. Resim için yapılan ön çalışmalarda, her ikisi de bir tekne içinde yatarken gösterilmişlerdi. Bitmiş resimde ise, dönen daireler içinde betimlenmişler. Büyük gözleriyle fırtınaya dalıp gitmiş olan adamın bedeni yaralanmış, ruhu ise acı bir yalnızlığa sürüklenmiş gibidir. Yanıbaşında huzur içinde uyuyan kadın ise, ne fırtınanın ne de erkeğin yalnızlığının farkındadır.

Pablo Picasso, Les Miserables, 1904

Pablo Picasso, Les Miserables, 1904

Uzun yaşamı boyunca, pek çok üslubu ve tekniği denemeye cesaret eden, ancak adı Kübizmle anılan Picasso’nun aşk betimlemeleri de birbirinden farklıdır. 1901-1904 yılları arasındaki Mavi Dönemi’ne denk gelen bu eserinde, yan yana oturan, ancak kendi sessizlikleri içinde dalgın görünen bir kadın ve erkeği yansıtmıştır. Resim, yüzleri aydınlatan sarı ışık dışında, her şeye hakim olan bir mavinin etkisindedir. Picasso, Mavi Dönemi’nde ışık-gölge karşıtlıklarından uzaklaşarak, koyu tonların egemen olduğu tek renkliliğe, özellikle zeminde maviye yönelmiştir. Ayrıca, bu dönemde Nabiler ve Simgecilerin etkisi altında kalarak, figürleri inceltip uzatarak stilize etmiştir. Resimlerine, derin bir melankoli hakim olmuştur. Toplumun, mutsuz ve umutsuz insanlarını betimlemiştir.

Joan Miro, Love, 1925

Joan Miró, Love, 1925

İspanyol sanatçı Miró’nun erken dönem resimleri, çeşitli modern akımların (Fovizm, Kübizm, Dadaizm) etkilerini taşır. Ancak, sanatçının ismi özellikle Gerçeküstücülük akımı ile anılır. Miró, Aşk adlı eserinde sarı, siyah ve gri renklerden oluşan bir zemin üzerine bir kadın ve erkek figürü yerleştirmiştir. Organik soyutlama ile meydana getirilen bu figürler, küçük, şekilsiz, ancak sevimli bedenlere sahipler. Resmin sağ alt köşesine, Fransızca aşk anlamına gelen amour kelimesi açık mavi noktalarla yazılmış. Beyaz renkteki kadın ve erkek figürlerinde, kadının mavi başı ve erkeğin kadına uzanan kırmızı kalp şeklindeki eli dikkat çekiyor. Birbirine aşık olan bu çifti bir çerçeve içine almak ve korumak istercesine çizilmiş, sarı ve kırmızı çizgiler var.

Rene Magritte, The Lovers 2, 1928

René Magritte, The Lovers 2, 1928

Sürrealist ressam René Magritte’nin amacı, şiirsel resim yapabilmekti. Eserlerinde, nesneler çok farklı anlamlar taşıyan imgelere dönüşebiliyordu. Resimde, beyaz bir kumaş ile başları örtülü kadın ve erkek bir odanın içinde öpüşmektedirler. Magritte’nin hayal dünyasında, örtülü yüz imgesinin nasıl bir anlam yüklenebileceği ile ilgili iki görüş vardır. Magritte de, pek çok gerçeküstücü arkadaşı gibi, ilk defa 1913 yılında gerilim romanlarında karşısına çıkan gölgelerin kahramanı Fantômalardan etkilenmiş olabilir. Daha sonra, aynı karakter Louis Feuillade’nin yaptığı filmlerde de hayat bulmuştur. Fantômaların kimlikleri her zaman gizlidir, çünkü başları üzerinde bir çorap ya da kumaş parçası vardır. Diğer bir kaynak ise, kendi yaşamından süzülüp gelmiş olabilir. 1912 yılında, Magritte henüz 13 yaşındayken, annesi Sambre Nehri’ne atlayıp intihar etmiştir. Ölü bedeni nehirden çıkarıldığında, geceliği başına dolanmıştır. Magritte, esin kaynağını nerden almış olursa olsun, resimlerdeki kadın ve erkeklerin yüzlerinin örtülü olması, yanak yanağa duruyor ya da öpüşüyor, kısacası mutlu bir eylemi paylaşıyor olsalar bile, sıkıntılı ve boğucu bir hava taşır.

Salvador Dali, Couple aux tetes pleines de nuages, 1936

Salvador Dali, Couple aux têtes pleines de nuages, 1936

Sürrealizmin en önemli ismi Salvador Dali’nin Başları Bulutlu Çift adlı eseri, ayrı çerçevelenmiş iki panodan oluşmaktadır. Soldaki pano, erkek başı ve omuzları şeklindedir. Sağdaki pano ise, kadın başı ve omuzlarından oluşur ve erkeğin omuzuna yaslanırcasına sola doğru eğilmiştir. Dali, kendisinin ve sevgilisi Gala’nın silüetlerini yaratırken Millet’in bir resminden esinlenmiştir. Her iki figürün de başlarında bulutlu bir gökyüzü yer almaktadır. Resimlerin alt bölümünde ise, Port Lligat sahili uçsuz bucaksız uzanmaktadır. Bu sahillerde birer masa yer almaktadır. Erkek figürünün masasında, bir cam bardağın içinde kadını simgeleyen kaşık vardır. Kadın figürünün masasında ise, Lenin’i simgeleyen bir salkım siyah üzüm durmaktadır. Masanın üzerindeki örtü, öyle bir şekil almıştır ki, başını iki eli arasında tutan bir insan figürü canlanmaktadır, bu imge, Eros ve Thanatos’u (Yunan mitolojisinde ölüm tanrısı) andırır.

Tamara de Lempicka, IdyII, 1931

Tamara de Lempicka, IdyII, 1931

Art Deco akımının ünlü ressamlarından Tamara de Lempicka, güzelliği, verdiği partiler ve hem kadın hem de erkeklerle yaşadığı aşk ilişkileri ile dikkat çeken bir kişilik olur. İlk yıllarında Lempicka, yüksek sosyetenin portrelerleriyle ün kazanmıştır. Sanatçı, 1950’lerden sonra tarzının modası geçince, değişik üsluplar denemiş, hatta soyut çalışmalar yapmıştır, ancak eserleri ilgi çekmemiştir. De Lempicka, metalik renkler ve köşeli formlar gibi karakteristik özellikler taşıyan portrelerinde, içinde bulundukları çevrede rahat hareket edebilen, ince ve zarif hatlara sahip genç kadın ve erkekleri yansıtmıştır.

Marc Chagall, Birthday, 1915

Marc Chagall, Birthday, 1915

1910 yılında aldığı bir bağış ile Paris’e giden Chagall, Fovistlerin etkisi altında kalarak, güçlü ve dışavurumcu bir renk tekniği kazanır. 1911 yılında Léger, Delaunay, Gleizes ve Modigliani ile birleşir ve Kübizm ile yakından ilgilenmeye başlar. Oysa Andre Breton, Chagall’ı gerçeküstücülüğün öncülerinden biri olarak değerlendirmiştir. Marc Chagall, birçok akımdan etkilenmesine rağmen, kendi tarzını oluşturmuştur.

Chagall, 1915 yılında Bella Rosenfeld ile evlendi. Resimlerindeki mutlu çift betimlemelerinin kaynağını, öz yaşam öyküsündeki huzurlu birliktelikte aramak mümkündür. Chagall, Doğumgünü adlı resimde, Bella’nın doğumgününde kendisini ziyaret edişini betimlemiştir. Bella, henüz Chagall ile nişanlıyken yaşadıkları güzel deneyimi, anılarında şöyle anlatmıştır:

“Birdenbire yükseldiğimi hissettim. Sen de bir ayağının üzerindeydin. Sanki küçük oda, seni taşıyamıyordu artık. Tavana doğru süzüldün. Başın benimkine doğru eğildi ve kulağıma bir şeyler fısıldadın. Derin ve yumuşak sesinin bana söylediği şarkıyı dinledim. Aynı şarkı, gözlerinden de yansıyordu. Daha sonra, odanın içinde birlikte uçmaya başladık. Pencereden gördüğümüz, bir bulut ve bir parça mavi gökyüzü bizi çağırıyordu. Birlikte çiçeklerin, evlerin, damların, tarlaların ve kiliselerin üzerinden süzüldük.”

Frida Kahlo, Diego In My Thoughts, 1943

Frida Kahlo, Diego In My Thoughts, 1943

Neredeyse tümüyle özyaşamsal öğeler ve simgelerle örülü otoportreleriyle tanınan Frida Kahlo, Meksika’nın en ünlü ressamı Diego Rivera ile yaşamının sonuna dek ayrılmalar ve yeniden birleşmelerle süren tutkulu bir aşk yaşamış, ülkesinin halk sanatından etkilenen, kendine özgü, son derece kişisel bir tarz geliştirmiştir. Gerçeküstücü öğeler taşıyan, gerçekle fantastik arasında gidip gelen bu resimler, sanatçının günlüğü gibidir, yaşadığı her olayı, ruhsal durumu ve kimlik arayışını, metaforlarla tuvale yansıtmıştır. Eserde, Kahlo kendini Rivera’nın çok sevdiği Tehuana kostümü içinde göstermiştir. Tehuana kostümü, kadınların toplum yaşamında lider rolü üstlendikleri güneybatı Meksika’nın bir bölgesinde giyilen geleneksel bir kıyafettir. Kahlo’nun alnına, iki kaşının arasına yerleştirdiği Rivera portresi, onun hep zihninde ve düşüncelerinde olduğunu ifade eder. Başına taktığı çiçeklerin kökleri, resmin dört bir yanına bir örümceğin ağı gibi yayılmıştır. Resim, Kahlo’nun Rivera’yı, bu ağın içine, kendi dünyasına çekme arzusunun yansıması olarak değerlendirilebilir.

Roy Lichtenstein, Kiss V, 1964

Roy Lichtenstein, Kiss V, 1964

Pop Art Hareketi’nin önemli ismi Roy Lichtenstein, reklam, afiş ve popüler dergilerin yayın tekniklerini ve görsel yaklaşımlarını kullanmıştır. Güncel yaşamdan aldığı olağan konularla özgün ve düşündürücü eserler ortaya koymuştur. Resimde sarışın bir kadının ve erkeğin sevgiyle birbirlerine sarılmalarını ve erkeğin kadını öpmesini betimler. Kadının gözlerinden yaşlar akmaktadır, dolayısıyla bu duygusal sahne, bir veda ya da kavuşmayı anlatmakta. Lichtenstein, yoğun duygusallık taşıyan sahneleri, ticari görünümlü betimlemelere indirgemiştir. Bu nedenle, bazı resimlerinde duygu çok samimi algılanmıyor olabilir.

Robert Indiana, Love, 1966

Robert Indiana, Love, 1966

Robert Indiana, bazı figüratif resim çalışmaları yapmış olsa da, en çok harfler ve işaretlerle donattığı geometrik formlarıyla tanınır. Canlı renkleri, Op Art’ın yarattığı görsel etkileri anımsatır. Indiana, aşkı anlatmak için sözcüklerden yola çıkmış. Aşk adlı resminde mavi ve yeşil zemin üzerine canlı bir kırmızı ile İngilizce aşk anlamına gelen Love kelimesini yerleştirmiştir. Sanatçının, aynı harfleri üç boyuta taşıyan, büyük heykel çalışmaları da vardır.

Kaynak
20. Yüzyılda Batı Resminde Aşk Olgusu, Sibel Almelek İşman


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir