Menu

15 Hikaye Kitabı İle Türk Öykücülüğü’nün En İyi Örnekleri



Tarık Dursun K, Aziz Nesin, Ömer Seyfettin başta olmak üzere Türk Edebiyatı’nın önemli hikaye kitaplarını derledik.

Geçtiğimiz haftalarda mutlaka okumanız gereken 15 öykü kitabını derlemiştik. Onu okumadıysanız ve önce onu okumak isterseniz, aşağıdaki resme tıklayabilirsiniz.

1. Demir Özlü (1935 – ) – Sürgün Küçük Bulutlarda

1950 kuşağı öykücüleri arasında özgün bir isimdir Demir Özlü. Pek çok çağdaşı gibi siyasal meselelerle başı derde girmiş, darbe sonrası hapis yatmıştır. 1979’da İsveç’e yerleşen yazar, 80 darbesinden sonra vatandaşlıktan çıkarılmış ve ancak 1989’da Türkiye’ye dönebilmiş. Yaşamını hala İstanbul ve Stockholm’de sürdürmektedir. Demir Özlü’nün öykülerinde genellikle bunalımlı, umutsuz, kendini sorgulayan, yabancılaşmış bireyi gözlemleriz. Aslında bir anlamda kendini anlatır öykülerinde, romanlarında.

demir özlü, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

“Ben pek dışarı vurmasam da bunalımlı bir insanım. Aşırı duygulu olduğum, bundan da acı çektiğim zamanlar oldu. İlk gençlik yıllarım içe dönük olarak geçti. Fakat tersine bir durum da var. Kadın, erkek dostlarımı görünce kaygılarımı unuturum. Bir ölçüde melankolik eğilimlerim vardı. Belki bu yüzden edebiyatı sevdim.”

Demir Özlü’nün tüm öykü kitapları Sürgün Küçük Bulutlar adıyla tek bir kitapta bir araya getirildi. Sürgün Küçük Bulutlar’da, İstanbul’dan, Paris’e, Stockholm’den Berlin’e sürgün bir yaşamın izinde yazılmış, düşlere sığınan, insanla kentin birbirine karışmış  olduğu bir dünyada, bireyin benlik arayışlarının sanrılarını yansıtan öyküler yer alıyor. Kuşkular, varsayımlar, cinsel tutkular, hatırlanan zamanla şimdiki zaman arasında gelgitler, Özlü’nün öykülerinde çıplak, acı çeken imgelerle, bedeni, ruhu saran bir düşsellikle anlatılıyor.

“Artık anlıyorum, kişi için yalnızlıktan kurtuluş yok! Beraberliklerin, beraber olunduğu sanılan vakitlerin geçiciliğini öğrendim. Şimdi daha güvenliyim. —Ama aşk o kadar güzel ki! Aldatıcı bir oyun. Islak kaldırımlarda ayaklarının hafif, aldatıcı oyunu. (Seni gördüğüm zaman dünya benim olsun isterdim.) Yalanı, aldatıcı hayalleri bir yana bırakmalı. Bırakmalı mı?

Bir şey yapmıyorum. Sen gittikten sonra hep Tepebaşı’ndaki o pastahane camının gerisinde oturuyorum, bir sürü hayal kuruyorum. —Ama nasıl, ne iyiydin.— Şimdi hiçbir şeyi düşünmek güzel şey. Sana mektup yazsaydım, sayfayı baştan sona hiçbir şey kelimesiyle dolduracaktım. Senden söz etmek bile gereksiz. Gittin, o kadar. Yalnız bir çizgi, eskimiş kağıtlar masamın üstünde.” (Bunaltı)

2. Tarık Dursun K (Kakınç) – (1931 – 2015) – Hasangiller

Tarık Dursun K, 6 yaşında babası tarafından terk edilince, Kakınç olan soyadını K olarak kullanmaya başladı. Yazar bunu, bir özgürlük denemesi olarak nitelendiriyordu. Yeğenine göre ise, kardeşi Faruk Kakınç’la beraber girdiği bir yarışmada soy isimlerinin karışması olayından sonra Tarık Dursun karar alır ve sadece K olarak yazılarını yazmaya başlar.

tarık dursun k, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Sinemadan, edebiyata sanatın pek çok alanında eserler veren Tarık Dursun, verdiği bir röportajda yazdığı kahramanlarını anlatırken “Ben hikayesi olan insanı seçerim” diyor. Hikaye ve romanlarında, gençlik ve çocukluk anılarını, işçiler, esnaf ve emekçilerin hayatını şiirli, yalın bir dille, akıcı bir üslupla, etkileyici öykü ve roman kahramanları yaratarak, yaşamla, doğayla, toplumla olan ilişkileriyle, yer yer çelişkileri de işin içine katarak anlatır. Öykülerindeki insanlar, cana yakın, verici, sevgi dolu, canlı, mizah yüklü, inandırıcıdır.

Yazar edebi kimliğinde kimlerin etkili olduğunu şöyle anlatır: “Benim bugünlere gelmemde, gelişmemde en büyük katkı Orhan Kemal’indir. Sonra baş tacı ettiğim, yakın dostluğumuz olmasına rağmen Orhan Kemal’in de, Sait Faik’in de önüne aldığım Memduh Şevket Esendal var.”

Hasangiller adlı öykü kitabında  İzmir’in Karataş semtindeki eskiden çok fakir Yahudilerin oturduğu yahutane denilen yan yana tek odalardan oluşan, virane binalarda yaşayan işçilerin, çırakların, genç kızların, kabadayıların iç içe geçen hikayelerini anlatır.

“Peki napayım, n’apmamı istiyorsun? Onu söyle, onu yapayım…”
Oysa kızmamı, üzerine yürümemi bekliyordu. Öyle yapmayınca, şaşırdı. Ceketimi aldı, çiviye astı.
“Azıcık beni arasan ya…” dedi. “Sorsan ya beni: Günay, n’apıyorsun desen ya…”
“Sormuyor muyum, aramıyor muyum?”
“Ahah…” dedi. “Haftadan haftaya! Bazı on beşten on beşe…”
Dolanıyordu. Kolundan tuttum.
“Ben aylak adam değilim ki…” dedim. “Böyle düşünme beni. Dükkan var; o kadar hayvanlar… Zor başa çıkıyorum zaten. Bir kişiyim topu topu. Hangi birine yetişeyim?”
Akif soluk soluğa geldi. Sözü sonraya bıraktık. Bir alay şey almıştı, hepsini masanın üzerine yıktı.
“Yüz on kuruş arttı,” dedi.
“Kalsın sende…” dedim. Yüzü apaydınlık oldu. Çıktı.” (Hasangiller)

3. Orhan Duru (1933 – 2009) – Fırtına

Bilimkurgu, henüz Türk edebiyatında yerini almayıp çok az çevreler tarafından bilinirken Duru, öykülerinde bilimkurgusal konuları işlemiştir. Öykülerinde hem fantastiği hem ironiyi hem de acıyla güldürüyü yan yana getiren, kara mizahı ustaca kullanan bir yazardır. Orhan Duru, bilimkurgu isminin yaratıcısıdır. “Belki çok kişi tarafından bilinmiyor, ama bilimkurgu adının babası benim” diyen Duru, 1 Ocak 1973 yılında Türk Dili Dergisi’nin 256. sayısında hazırladığı bilimkurgu dosyası ile bu ismi önerir ve kabul görür.

Bilimkurguya ilgisinin çocukluğuna kadar gittiğini söyleyen Duru, Bay Tekin Başka Dünyalarda filmlerini seyrettiğini ve daha sonra da Jules Verne’in eserlerini okuduğunu dile getirir. Bu etkilerin yanında edebiyatın çeşitlenmesini de isteyen Duru, bilimkurgu öyküsü yazmaya yönelir. Duru’nun öykülerinde her zaman insan ve onun sorunları vardır. Duru’nun bilimkurgusu insandan yanadır, ama hemen hemen her öyküsünde toplumsal sorunlara da yer verir.

orhan duru, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

“-Mavilerin sağlık durumu nasıl? Onların içyapıları da insanlar gibi mi?
– Bir ölçüde öyle. Ama son dönemler yeni bir tıp dalı çıktı ortaya. Salt mavilerin hastalıkları ile ilgileniyor bu bilim dalı. Blues-pataloji diyorlar buna.
– Bizim kanımızda alyuvar ve akyuvarlar var. Alyuvarlar yüzünden kanımız kırmızı gözüküyor. Mavilerinki nasıl?
– Bizim alyuvarlarımız varsa onların da gökyuvarları var. Dolayısıyla kanları mavi oluyor damarlarında.
– Mavi hastalarınız var mı? En çok hangi hastalıklardan yakınıyorlar?
– Hastaneye başvurdukları oluyor. En çok gözyaşı kanalları yankısı nedeniyle geliyorlar. Gözyaşı kanalları kapanmış oluyor.  Gözyaşlarının dinmesi onlar için ölüm.” (Gözyaşı Taşı)

4. Adnan Özyalçıner (1934 – ) – Sur

İlk öykülerinde İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan yoksul insanların günlük yaşamlarını ayrıntılarına inerek ve ruhsal çözümlemelere ağırlık vererek anlattı. 1950 kuşağı öykücüleri arasında, bireyin çevresiyle olan ilişkilerindeki çelişkileri varoluşçu ve gerçeküstücü bir yöntemle dile getirdi. Kent insanının yalnızlık, bunaltı ve yabancılaşma gibi sorunlarını, daha çok durumlarını öne çıkararak, uzun cümlelerle ele aldı; soyutlama ve betimlemede gösterdiği ustalıkla dikkati çekti.

adnan özyalçıner, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

“Öykülerimdeki uzun cümleleri, çağrışımlarla geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı iç içe anlatmaya çalışmamı, kişilerimi derinlemesine ve düşünsel bir planda ortaya koymak isteyişimi o zamanların moda akımı İkinci Yeni’nin öyküdeki uzantısı sayanlar oldu. Bu yanlıştı. Çünkü İkinci Yeni daha çok, cümle ve kelime deformasyonlarına dayanıyordu. Rastlantısallığa bağlı bir tür anlamsızlığı savunuyordu. Öyküde bunların hiçbiri geçerli olamazdı.”

Sur, Adnan Özyalçıner’in özgün, öykücülüğümüzdeki en önemli kitaplardan biri. Yazarının deyimiyle betimleyici görüşle yazılmış öykülerden oluşuyor. Özyalçıner’in ikinci öykü kitabı olmakla birlikte, öykülerdeki dilde yoğun biçimde kullanılmış lirizm, uzun cümleler ve çağrışımlar sayesinde, yazarın ustalık dönemi öykülerinin yer aldığı bir kitap.

“Havuzlu alanı hatırlıyordu. Sabah çisentileriyle ıslanmış sıraların, ürperten, soğuk tahtacıkları üstüne güneşle birlikte çöker, yine onunla birlikte çekilerek karanlığa boğarlardı alanı. Güneşin ak bir buz ya da cam çubuğu görünümündeki, ısıtmaktan çok üşüten, ilk ışınlarıyla sıçrayarak uyanırdı alan. Tramvay, yağsız, paslı bir gıcırtının sarsıntısı içinde, köşeyi kıvrılıp çuval doluları paslı demirler, teneke eskilerinin gürültüyle boşalışı gibi, dolardı alana. Geceden kalmış, ölü gözü, çıplak, sarı ampulün yandığı durağı  çuvallardan boşalan paslı demirlerin, teneke eskilerinin içinden çıkma beş altı adam seğirtir, bir o kadarını da tramvay, alandan aldıklarının yerine, silkerdi ağaçların dibine. Tepedeki ışıltılı, yeşil yaprakların altında, ya da yerdeki sararmış, ölü yaprakların üstünde bir süre soluklanırdı adamlar.” (Güneş Batarken)

5. Nezihe Meriç (1924 – 2009) – Menekşeli Bilinç

Nezihe Meriç, Cumhuriyet döneminin ilk kadın öykü yazarlarındandır. Nezihe Meriç’in öykülerinde kadının toplumdaki konumu gerçekçi bir bakışla sorgulanır. Toplumsal çıkmazlar içindeki kadının varoluş serüveni öykülerde ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Yazar, aydın bir kadın gözüyle erkek egemenliğine dayanan bir toplum düzeninde ezilmişi, gelenek görenek kurbanı kadınların sorunlarını işlemiştir. Törelere boyun eğen kadınların sıkıntısını kadınca bir duyarlıkla yansıtmıştır.

“Ben üniversiteye gelince Sait Faik’i okumaya başladım. Onu tanıyınca çok sevdim, bana yazma isteği, yazma coşkusu verdi. Öykülerini ezbere bilirdim neredeyse. Etkisi, izleri vardır elbette, dünyalarımız çok ayrı olmasına karşın.”

nezihe meriç, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Menekşeli Bilinç’te yer alan öykülerde aydın kızların özgürlük mücadelesi anlatılmaktadır. Toplum baskısı karşısında ezilmemek için direnen kadınların dünyası yansıtılmaktadır. Simgelerden faydalanılarak yazılan öykülerin tamamında çatışan iki taraf yer alır.

“Önce senin gibi olmak istemiyorum.  Kendinden öncekilerin koydukları törelere aptalca bir boyun eğiş. Onların hayat anlayışlarına karşı koyamamak. Ben hayatı kendine göre olan bir hayatı istiyorum. Biz yani. Ben senin yıllarca erkeksiz, karanlık uykular içinde ölümlü, ölümsüz ürpertiler getiren kadınlığından korkuyorum. Kendimizi aldatmayalım. Ben hayatı, gereksiz törelerle yitiremem. Biz artık kendi hayatımızın törelerini koymalıyız. Çıkıp gidemedin şu evden. Kendine bir ev kuramadın. İki arkadaşını çağıramazsın. Kendini saklayacağın bir dört duvarın bile olmadı. Çocukluğumdan beri üç kardeş aynı odada yattık. Hep sineklenmiş menekşelerle beraber yaşamaya zorladın kendini.” (Menekşeli Bilinç)

6. Nahit Sırrı Örik (1894 – 1960) – Kırmızı ve Siyah

Nahit Sırrı, 1928’de başlayan kariyerini 1960 yılındaki ölümüne kadar romandan hikayeye, tiyatro oyunlarından edebiyat incelemelerine, gezi notları ve anılarından makalelerine, çok geniş bir ilgi alanını sergileyen binlerce sayfayla doldurmasına rağmen ne yaşadığı yıllarda ne sonrasında hak ettiği değeri görebildi. Bu durumun ilk nedeni cinsel eğilimleriydi Nahit Sırrı’nın, sonra da Osmanlı aristokrasisine uzanan soyağacıydı.

nahit-sirri-orik

Nahit Sırrı Örik, erken Cumhuriyet döneminin özgün yazarlarından biridir. 1929 yılında Kırmızı ve Siyah başlığı altında derlenmiş olan öykülerinde, temelde güzellik-çirkinlik, iyilik-şeytanilik, zafer-mağlubiyet gibi karşıtlıkların olduğu görülür. Bu öykülerde anahtar kelime ihanettir. Kahramanlar çoğunlukla iradesizdir ve ihtirasın kölesi olmuş durumdadır. Güzelliğin ahlaksızlıkla, çirkinliğin ise iyilikle özdeşleştirildiği görülür. Her iki cinste de güzel olan tarafta cinsel başarı bir tür fetih olarak algılanmaktadır. Karşı cins fethedildiğinde, ona duyulan ilgi azalır. Kahramanlardaki mazoşist-sadist ve narsist kişilik örüntüleri, onların karşı cinsle sağlıklı bir ilişkiye girmelerini engeller. Dolayısıyla, Örik’in kurmaca dünyasında aşktan değil, haset içindeki kişilerin birbirlerini ele geçirme hırsından söz edilebilir.

“Fakat acaba bu sahte kıskançlık kendisini yalnız bunun için mi mütesellî ve bahtiyar ediyordu? Günahkâr mazisinin hasreti içinde belki gizli gizli yanan ve kendisini artık kimsenin istemeyişiyle muztarip olan kadın acaba bu bir nevi sadaka olan kavgalar esnasında gizli ve kirli bir haz içinde hiç ürpermiyor muydu? Eski bir macera kadınının aşkı ne dereceye kadar temiz olabilir ve o kadın mazisindeki bütün duygulara ne dereceye kadar veda edebilir?”

(Bir Nezaket ve Merhamet Hikayesi)

7. Sabahattin Ali (1907 – 1948) – Yeni Dünya

Onu Türk öykücülüğünde seçkinleştiren ve öncü kılan en önemli özelliği köy ve köylüye bakıştaki orijinalliğidir. Sabahattin Ali, Anadolu insanını, köy ve köylüyü şive çıkmazına düşmeden ve özellikle daha sonraları benzerleri tarafından yapılacağı gibi bayağılaştırmadan oldukça gerçekçi ve kabullenilebilir bir bakış açısıyla öykülerine yansıtmayı başarmıştır. Anadolu insanı Türk öykücülüğünde belki ilk kez ete kemiğe bürünüp tam bir gerçeklikle onun öykülerinde hayat bulmuştur. Sabahattin Ali, özellikle köy ve köylünün sorunları, cezaevi gözlemleri gibi daha sonra Türk öykücülüğünde bir döneme damgasını vuracak olan temalar ile dönemsel akımların başlatıcısı ve yol göstericisi olmuştu.

sabahattin ali, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Sabahattin Ali  ilk öykü kitabı Değirmen’deki öykülerinde ferdî konulan işleyip gerçeküstü öğelere yer vermiştir. Diğer öykü kitaplarında ise artık toplumsal sorunlara değinen bir yazar olarak dikkati çeken Sabahattin Ali, öykülerinde genellikle köy ve kasabalıların sorunlarını dile getirir. Yazdığı öykülerde, yakından tanıdığı, sıkı ilişkiler içine girdiği köy ve kasabaları, köy-kent ikiliğini, geri bir ekonomik düzenin ve baskıcı bir yönetimin ürünü yoksunluklar, yoksulluklar içinde ekmek uğruna, su uğruna, toprak uğruna ölen, öldüren, hapislere düşen Anadolu insanını, ağa, esnaf, köylü, bürokrat ilişkilerini bütün gerçekliğiyle görmek mümkündür. Sabahattin Ali, bu öykülerinde, sürekli ezilen, hor görülen yoksul insanların tarafını tutarken ezenleri eleştirmektedir.

“Hacer toprakla oynayan parmağını eteğine silerek, önce bana, sonra ileriye, boşluğa baktı. Ben gözlerimi onun yandan görünen yüzüne dikmiştim. Bakışının hala tesiri altındaydım. İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti. Gözlerini çevirmiş, aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl yanan ovaya bakıyordu.” (Hasan Boğuldu)

8. Tezer Özlü (1943 – 1986) – Eski Bahçe Eski Sevgili

Tezer Özlü, Türk edebiyatının, kendini yaşam karşısında duyarlı bir üslupla savunan önemli yazarlarından biridir. Yazarın iki romanında ve bir öykü kitabında, toplum kurallarına başkaldıran bir kadın duyarlılığını öne çıkaran bir ses vardır. Eserlerinde kendisini odağa alarak, bireyin topluma yabancılaşmasını ele alan Özlü’nün vazgeçilmez iki teması yaşam ve ölümdür.

tezer-ozlu

Özlü, eserlerinde, topluma ve toplum kurallarına ayak uyduramayan, kendi özgür sınırlarını çizmek isteyen, bireyin yabancılaşmasını anlatmıştır. Eserlerindeki ana karakter, Özlü’nün romanlarına ve öykülerine uyarladığı kendi profilidir. Eserlerindeki isimler ve mekânlarla, Özlü’nün aile ve arkadaş çevresi ile yaşadığı mekânların birbirleriyle örtüşmesi, bu yargıyı doğrular niteliktedir. Özlü, anlatılarında daha çok otobiyografik bir anlatım kullanır. Bir bakıma, kendini, yazdıklarının öznesi yapar ve okurun, tüm anlatılarında bu özneyi takip etmesini ister.

“Gene ağrılar duymadan, sokaklarda güzel gezintiler yapabilecektim. Yü­rümek, her gördüğüm nesnenin gerisinde uzun şeyler düşünmek en sevdiğim uğraşılardan biridir. Çoğu kez öyle küçük, ama ilginç olaylar olur ki, bunları gördüğüm an kafamda bir öykü belirir. İstanbul böyle öykülerle doludur. Bu kentin en güzel öykülerini Sait Faik yazmış diye düşünürüm. Onun bu uğraşısı­nı sürdürmek gerek derim. Ama hep günlük olaylar zamanı alıp götürüyor. Ya uyku gecikir, ya uyku çok uzar, ya bir yere yetişmek ya da bir yerden hızla dönmek gerekir. Ya çok ya da az öfkeli olurum. Aranması gereken insanlar ve gidilecek yerler vardır. Çocuğa eski masalları günümüze uydurup anlatmak gerekir, kapı çalınır, cam çarpar ve kırılır, aygaz biter, yakıt gelmez, su kesilir ve öyküsü yazılacak sokak izlenimleri silinir. Gene yenileri oluşur … bunları ya­ şamanın tadı bile yeter insana.” (Eski Liman)

9. Hulki Aktunç (1949 – 2011) – Ten Ve Gölge

Türk Edebiyatı için önemli bir değer olan Hulki Aktunç, şairlik, yazarlık, ressamlık gibi alanlarda eser veren bir sanatçıdır. Türk öykücülüğüne üslubuyla farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. Hulki Aktunç, öykülerinde toplumsal gerçekçilik çizgisi ile gelenek ve geleceği sentezleyen yapıyı birleştirerek öykülerinin çok yönlü bir yapı kazanmasına olanak sağlar. Hulki Aktunç’un öykülerinde gelenek ile modern, yadırgatıcı bir görünüm arz etmeden iç içe geçmiştir. Yazarın sağlam kurgusu ve akıcı dili bu uyumun en önemli belirleyenidir. Ona sözlükleri, dille ilgili yazıları, incelemeleri nedeniyle Cemal Süreya, “Türk dilinin seramik ustası” der.

hulki-aktunc

Anlatımına imgelemin hakim olduğu öykülerinde yalnız, aidiyetsiz, kaçış arzusu içinde olan kahramanlara ağırlık verir. Küçük insanın dünyasına ağırlık veren Aktunç, bireyselliğin öne çıktığı öykülerde yalnızlıkla örülü bir anlatımı tercih eder. Öykülerinde yalnızlık, kaçış, aidiyetsizlik, arayış temaları öne çıkar. Yazar, dili kullanmaktaki başarısı ile de dikkat çeker. Bu başarısının arkasında, Türkçe’ye hakimiyetinin payı büyüktür. Bu durum onun, Büyük Argo Sözlüğü adıyla bir sözlük yazmış olmasıyla da tescillenmiştir. Yazarın öykücülükte olduğu kadar şairlikte de başarılı olması ve bilinmesi, dile olan bu hâkimiyetiyle açıklanabilir.

“Yaz sonlarının bağışlamaz lodosu. Halatları koparan, tekneleri batıran, parçalayan Lodos. İskele yıkan, kıyı göçüren lodos. Uğulduyor. Vuruyor. Üç adam, hayatlarında ilk kez lodosa karşı davranmıyor, ağızlarındaki şarap tadını yutkunarak tekne çatırtılarını dinliyorlar.” (Lodos Düğünü)

10. Tahsin Yücel (1933 – 2016) – Ben Ve Öteki

1950’lerde başladığı öykücülük serüvenini 1980’lerde Ben ve Öteki’yle devam ettiren Tahsin Yücel, çıraklık serüvenini geride bıraktığını söylediği bu kitabıyla geleneksel öykü anlayışını aşan bir çizgiyle karşımıza çıkar. Öykülerde, özellikle bireysel eğilimlerden yola çıkan Tahsin Yücel öykülerinde kimi zaman gelenekle modernizmin birbiriyle çelişen yönlerini, kimi zaman da hem çelişen hem de bağdaşan yönlerini aktarır.

tahsin yücel, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Yücel, öykülerinde insandan ve dünyadan yola çıkar. Öykülerinde, Anadolu kültürü ve geleneğini, onun günlük yaşamına dair gözlemlerini, Dünya-Batı kültürü ve edebiyatını kaynak olarak kullanır. Tahsin Yücel’in öyküleri, özellikle düşünen, zihinsel ve ruhsal faaliyetleriyle benliğini sorgulayan insanları karşımıza çıkarır. Bu kişiler sadece aklın, mantığın ve yaşanmışlıkların yansımaları olarak değil, kişisel duyguların, özlemlerin, kaygı ve sıkıntıların ağırlıklarıyla; kısacası toplumdaki bütünlüğün içinde yer alırlar.

“Yeryüzünü ayna gibi yeniden gördükten sonra, anlatılmaz bir yabancılık duygusu çöreklenmişti içine: ta içinde, amansız bir sızı gibi, her şeyin dışında, ötesinde olduğunu duyuyordu. Bu yabancılıkla gelmiş, yeni bir şey daha vardı: belki de nicedir seslerinden tanıdıklarını yüzlerinden tanımakta güçlük çekmesinden kaynaklanan, tek telli bir yargılama tutkusu: çirkinlikle, değişmişlikle niteliyordu herkesi ve her şeyi.” (Önü)

11. Ömer Seyfettin (1884 – 1920) – Ömer Seyfettin Öyküler

Modern Türk öykücülüğünün kurucularından olan Ömer Seyfettin’in döneminde birçok fikir akımı vardı: Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık. Bu kurtuluş ideolojileri arasından Ömer Seyfettin seçimini Türkçülük olarak yapmıştır. Ömer Seyfettin, Türkçülüğün savunucusu olmuş, hem yazdığı makalelerle hem de öyküleriyle bu görüşünün haklılığını ispatlamaya çalışmıştır. Edebiyatı bir mesaj iletme aracı olarak görmüş, mesajsız, saf edebiyata karşı olmuştur. Ömer Seyfettin öykülerinde bir yandan Türkçülük fikrini temellendirirken, bir yandan da dönemin gözde fikir akımlarıyla bir bir hesaplaşmıştır. Pek çok öyküsünde ülkedeki Osmanlıcılık ve Batıcılık akımlarının ağır eleştirisini yapmıştır.

ömer seyfettin, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Öykücülüğünde Fransız yazar Maupassant’tan fazlasıyla etkilenmiştir. Öyle ki öyküleri birbirine benzediği gibi adları da benzer. Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale öyküsü ile, Maupassant’ın Kar Topu öyküsü gibi. Ama Ömer Seyfettin’in, öykücülüğümüze sağladığı birikim, dil ve anlatımda açtığı yol ve büyük bir zekanın sonucu olan mizahi buluşlarıyla, ayrıca bir aydın olarak devrindeki olaylar karşısında duyduğu sorumluluktan dolayı Türk edebiyatında yeri büyüktür.

“Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.

Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hala yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.” (Kaşağı)

12. Erdal Öz (1935 – 2006) – Sular Ne Güzelse

Yazmak düşüncesi nasıl oluştu sizde sorusuna Erdal Öz şöyle yanıt veriyor: “Lisenin en güzel kızına sevdalıydım. Çıkardığımız Petek adlı duvar gazetesinde onun için yazdığım bir aşk şiiriyle başladım yazmaya. Tutucu bir kasabaydı Tokat. Üstünüzden uçan dişi bir kuşun bile dedikodusu yapılırdı. Gülten, bir alt sınıftaydı. Yeşil gözlü bir Çerkez kızıydı. Ona başka türlü seslenemeyince, duvar gazetesinde yazdığım bir şiirle aşkımı dile getirmeye çalıştım. İkinci sayıda da bir öykü yayımladım. Sanırım yine ona yönelik bir öyküydü.”

Eserlerinde toplum yaşamının bireylerin iç dünyasına etkilerini duygusal bir üslupla yansıttı. 1970 sonrasında toplumsal gerçekçi çizgiye yöneldi. 12 Mart döneminde hukuk dışı uygulamalarla karşılaşan tutukluların yaşamlarından yalın kesitler verdi. Baskı karşısında bireylerin yalnızlığını, direncini, umudunu etkin bir duyarlılıkla işledi.

erdal öz, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Erdal Öz, 1998 Sait Faik Öykü Ödülü’nü alan Sular Ne Güzelse kitabı için şöyle der: “Bu öykülerin ortak bir özelliği daha var: Bir yeniyetmenin gözüyle anlatılmaya çalışılan yaşanmış hüzünlü zamanlar, anlar, günler, aylar. Ama bu öyküler, bir anılar toplamı değil. Elbette yazdıklarımda kendi çocukluk, yeniyetmelik dönemimden yola çıkışlar oldu, ama anılarımı yazmadığım bilinmelidir. Hangi öykü, yaşanmış bir zaman kesitinden, bir küçük görüntüden yola çıkmaz ki. Ama iyi bir öykü, yalnızca yaşanmışların anlatısı olamaz, bununla yetinemez. Yaşanmışlık duygusunu verebilmek, okurun yüreğinde yer edebilmek, o anlatının, o öykünün başarısı sayılmalıdır.”

Erdal Öz, 20’li yaşlardaki aşkı şair Türkan İldeniz’e yazdığı mektuplarda, Sular Ne Güzelse öyküsünde onu ve kendisini anlattığını yazar:

“Aklıma ilk geleni yaptım, dönüp hızla uzaklaştım oradan. Kaçtım da diyebilirim. Köşede bir an durup soluklandım; dönüp baktım: Kolsuz, deniz gibi kazağınla ikinci katın penceresindeydin. Hemen önünden geçen elektrik tellerine takılmış bir uçurtma gördüm. El sallayacaktım sana uzaktan, ama arkanda beliren bir hanımın yüzü annen olmalıydı , bir de tam o sırada gürültüyle yanı başımdan geçen yeni bir tren, yeniden adımlarımı açmak zorunda bıraktı beni. Yukarıda caddeye çıktığımda tren sesi uzaklardaydı. Yokuş yukarı koşar adım yürümenin hiçbir anlamı yoktu; bir açıklaması da. Düzlüğü bulunca, bir taşın üzerine yığılınca anladım bunu. Üst üste birkaç sigara daha içtim orada. Uzaklardan, sizin oralardan bana kadar uzanan karşı yönden gelen bir başka tren sesiyle oturduğum yerden kalkıp tramvay yoluna çıktığımda sokak lambaları yanmıştı.” (Sular Ne Güzelse)

“Çok seviyorum seni. Oturup nasıl sevdiğimi anlatacak değilim. Anlatamam da. Sular Ne Güzelse’de anlattım çünkü. Bir daha öylesine anlatamam. Orada gerçekten kendimi çizdim. Bir boğulmaydı o hikayem. Boğuldum çocuk. İsterim sen de boğulasın okurken.” (15.03.1958 Ankara, saat 14.15)

13. Feyyaz Kayacan (1919 – 1993) – Sığınak Hikayeleri

1950 kuşağının öncü yazarlarından biri olan Feyyaz Kayacan, öncelikle biçimsel anlamda yenilikçi bir tutum içerisindedir. Yerleşik anlayışlara, beğenilere, kurallara teslim olmaz. İsyankar, meydan okuyucu bir biçimsel anlayışı benimser. Tanımlanmış, çerçevesi netleşmiş bir yazın anlayışından çok, bir arayış içerisindedir. Öykülerinde yeni bir bakış açısı, yeni bir form, kuraldışı bir çıkış arar. Ne var ki klasik anlatıma döndüğünde de duyguları, tasvirleri, kişilikleri en yeni, en canlı haliyle öyküleştirir. Klasik tarzda yazdığı ve son öyküsü olan Lütfiye Abla’nın Unutkanlıkları edebiyatımızın unutulmazları arasında yer almış kusursuz bir öyküdür. Kimi eleştirmenler onun yurtdışında yaşamasından yola çıkarak öykülerinin yurt gerçeklerinden kopuk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa Kayacan’ın öykülerinde gündeme getirdiği konular, temalar bugün bile güncelliğini korumaktadır. Özellikle ülkemizdeki edebiyat ortamını ironize eden öyküleri, şaşırtıcı bir öngörüyü yansıtır.

feyyaz-karacan

1962’de kitaplaşan Sığınak Hikayeleri’ndeki öyküler, insan sevgisi, savaş karşıtlığı üzerine oturan ve ölüme karşı hayatı, nefrete karşı sevgiyi yücelten bu yeni ses, kuşağının yazarlarını derinden etkiler. Ölüm ve savaşlara karşı, yaşamın güzelliklerini öne çıkaran bu öykülerde Kayacan, İkinci Dünya Savaşında Londra’daki sığınaklarda yaşanan insanlık hallerini gündeme getirir. Öykülerde, sürekli savaş ve hayat karşılaştırması yapılarak hayatın güzelliğine vurgu yapılır.

“İnsanları günden güne, şehirden şehire, kadından kadına, kitaptan kitaba, ölüme ileten zaman, çocuğun semtine uğramaz oldu. Dünya çekiliverdi çocuktan. Dudaklarında dünya donakaldı. Çocuk anafora gitti. Güneş gözlerini dört açtı, mevsimleri altüst etti. Gözleri boş döndü. Evler odaları birer birer aradılar, döşemelerin altına baktılar, dama çıktılar. Evler boş döndüler geriye. Kuşlar ve çocukluğumdaki kanaryam ağaçları dalları sorguya çektiler, bulutlara el koydular. Boş döndü kuşlar, ağaçlar ve kanaryam. Önümüzü, ilerimizi görebilmek için, konuştuk. Ama yaralarda ışık kaskatı kesildi. Yaralar törenle açıldı. Yaramızın ağızıyla konuştu gece. Ve biz konuştuk geceyi uzatmak için. Ama sesimiz yürek gibi ağzımıza gelmedi. Sesimiz, mide bulantısı ile çene kemiği arasında bir yerde yarı yolda kaldı. İncecik bir yağmur altında yürüdük, biz ölüler.” (Postacı Kızı Vera Arttırmaya Nasıl Konuldu)

14. Aziz Nesin (1915 – 1995) – İnsanlar Uyanıyor

“Ben öyküde, kendi anlayışıma göre somutluk istiyorum. Öyküde çok soyut şeyler anlatılabilir, bunlar yine soyut kalmak koşuluyla somutlanmalıdır. Soyutu somutlamak demek saptamak demektir. Somutlamak demek, renklemek, boyamak, boyutlamak, oylumlamak, kısaca bir şeyi varlamak demektir. Nedir, kimdir, nerdedir, nasıldır, ne kadardır, nereye kadardır, niçindir sorularının  hepsine ya da bir bölümüne yanıt vermek demektir. Somutlama içinse, en başta olay gerekir. O olayın çevresinde öykü somutlanmalı. Olay, öykünün öteki öğelerini ve her ne anlatılmak isteniyorsa, işte onu ve onları tutan, birleştiren bir iskelettir. İskelet yerine geçen olay olmayınca öykünün etleri dökülür, kanı akar, öykü cansız kalır.”

aziz nesin, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Nesin, edebiyatta hem popülerdi, hem de derin. Hikayeleri, romanları, oyunları hemen herkese seslenen, anlaşılır ve kolay okunan metinlerdi. Ama asla ve asla kapağı kapatıldıktan sonra bir daha akla gelmeyen, hatırlanmayan değil. Çünkü Aziz Nesin’in roman ve hikâyeleri, elbette şiirleri de yalın metinlerdi. Derindi, bir çırpıda okunmasına rağmen bir çırpıda tüketilemeyen… Gülmekten gözünüzden yaş getiren ama bir cümle sonra bu yaşın donup boğazınıza bir çivi gibi saplandığı bir edebiyattı onunki.

1969’da Moskova’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında İnsanlar Uyanıyor adlı öykü kitabı, Altın Krokodil birincilik ödülünü alır.

“Oynadığı takımın renklerine çok bağlı olan Altan bugüne kadar ancak altı takıma transfer olabilmiştir.

Genellikle futbolcularımızın bir kötü alışkanlığı olan kumara hiç düşkünlüğü yoktur. Yalnız takımıyla kampa girdiği zamanlarda boş zamanlarını değerlendirmek için barbut oynamakta, zar atmakta ve poker oynamaktadır. Diğer zamanlarda vidosu onbeş-yirmibeş liradan tavla oynayarak kendini tatmin etmektedir.

Her ne kadar içkiyle arası hoşsa da, hiçbir maçına sarhoş olarak çıkmamış, son derecede disiplinli bir futbolcudur. Hatta bir kampta, takımının kaptanı olarak, arkadaşlarına örnek olmak istediğinden alenen içki içmeyi disipline aykırı bularak gizli gizli helaya kapanarak limon kolonyası içmiştir.” (Ağları Yırtan Tırpan Altan)

15. Mustafa Kutlu (1947 – ) – Yokuşa Akan Sular

Mustafa Kutlu, 1970 sonrası Türk  öyküsünün önde gelen isimlerinden biridir. Kutlu, bugüne kadar yazdığı hikayelerde, gerek kullandığı dil, üslup gerek işlediği temalar itibariyle kendine özgü bir öykü tarzı oluşturmayı başarmıştır. Mustafa Kutlu kendi ifadesiyle öyküsünü geç bulsa da onu sağlam temellere yaslayarak, kendine has bir öykü evreni kurmayı başarmıştır.

Kutlu, hikaye alanında ilk eserlerini 1970’lerde vermesine rağmen bir hikayeci olarak kendini kabul ettirmesi 1980’lerden sonra olur. Gerek kullandığı dili gerek gelenekle modern hikaye tarzı arasında kurduğu bağla, Türk hikayesinde çok önemli bir yeniliği gerçekleştiren Kutlu, eserlerinde çoklu anlam katmanlarından oluşan bir anlatımı tercih eder. Onun hikayelerinde ilk planda göze çarpan, çeşitli hayat sahneleridir. Kutlu, akıp giden gündelik hayata halkın içinden biri olarak bakar ve halkın dili ve bakış açısıyla olayları ortaya koyar. Ama bu gündelik hayatın hemen ardında, bazı toplumsal gerçekler yatar. Yazar, en alt katmanda ise insanın var oluşuna ait bazı meseleleri işler.

mustafa kutlu, bilmeniz gereken türk öykü kitapları, bilmeniz gereken türk hikayecileri, bilmeniz gereken türk öykücüleri

Yokuşa Akan Sular (1979) onun sesini bulduğu bir çalışmadır. Kitap, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden kopup İstanbul’a gelmiş insanların, büyükşehirde ayakta kalma, var olma mücadelelerini anlatır. Kitaptaki hikayelerin her biri bağımsız birer hikaye olduğu gibi, hikayeler kitap halinde de bir bütün teşkil ederler.

“Bırak şimdi bunları bak çalıştığın inşaat ellisekiz haneli bir köy artık. Bu yeni köyde bir yer kapmaya bak. Greve git, sınıf bilincine ulaş. Evet yamuk tarlanın başına diktiğin zerdaliler kurumuştur, tarlayı ot basmıştır. Merek yıkılıcak yaz gecelerinde halaya durup harman makinasından savrulan saman tozlarına bulaşıp derin derelerden aşağılara doğru süzülen türküler unutulacaktır. Demirdöküm’ün önünde davul zurna kurup horon oynayan beyaz önlüklü grev gözcülerine şaşma. Onların çocukları artık horon oynayamayacaklar. Bir dünyanın eşiğindesin. Eğilip eğilip bakıyorsun. Özlemlerin, hasletlerin hasılı herşeyin arkada kaldı. Kalacak, unutulacak. Güçlenen, süren önündeki dünya…” (Yokuşa Akan Sular – Önsöz)

Kaynak

http://www.turkishstudies.net/Makaleler/551557105_9.%20S%C3%BCheyla%20Y%C3%BCksel.pdf
http://library.cu.edu.tr/tezler/6045.pdf
http://www.turkbilig.com/pdf/200918-58.pdf
http://tosunnecip.blogcu.com/sabahattin-ali-oykuculugu-necip-tosun/3095598


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir