1974 yılında İstanbul’da doğan Murat Menteş, çocukluğunda bisiklet tamirciliği yaptı. Adını Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Kara Murat karakterinden alan Murat Menteş, her ne kadar“kelimelerle oyun oynayan yazar tanımına karşılık “Kelimeler nimettir, nimetle oyun olmaz” dese de hayatla oyun oynamaya küçük yaşta başlamış, sihirbazlık numaraları öğrenmişti. Bir başka merakı boksa ise kısa sürede veda etti.
Şiir, sinema yazıları ve denemeler yazarak kalemini okurlarıyla tanıştıran Menteş, Şehrengiz, Gerçek Hayat, Cafcaf, Nokta gibi dergilerde yazar olarak yer aldı, yazı işleri müdürlüğü yaptı. Alper Canıgüz, Murat Zelan, Fatih Altınöz, Gökhan Özcan, Onur Ünlü, Emrah Serbes, Hakan Albayrak, Selçuk Orhan ile birlikte oluşturduğu Afili Filintalar adlı blogda yazılarını takip edebilirsiniz.
Murat Menteş, yazmaya 90’ların sonunda başlamış. 1999’da basılmış ilk kitabı Kuzgun’un Gölgesi bir şiir kitabı.
Ah yolundan etmiyor kimseyi artık
Bir elma ağacının selam verişi
nedir bu zamanın çürümeye bıraktığı meydan saati
hani biz bir ses bekliyorduk
seslenince bizi bir sesleniş kılacak
bulutlar herşeyi biliyor
bu yüzden yok olana dek ağlıyorlar.
(Güvercinin Kaybolan Gerdanlığı)
2001’de yayımlanan Kaosa Mütevazı Bir Katkı adlı deneme kitabı hakkında Menteş “Medyanın hayatımızda uyandırdığı yıkıcı etkileri işaret etmeye çalışmıştım. Okuru eğitmeyi değil, onunla hasbıhal etmeyi gözetiyordum. Bu sebeple kitaptaki yazılarda teorik iddiaları desteklemek üzere birçok ironik hikaye anlatmıştım. İtiraf etmeliyim ki bu hikayelerin ve hatta haberlerin büyük çoğunluğunu uydurdum.” diyor.
“Kusursuzluk, meydana gelmiş olmamaktır” diyen Nietzsche’nin kusuruna bakacak olursak, göreceğiz ki onun kusursuzluk tanımı tamamen kusurludur, zira apaçık meydandadır; ayrıca, düpedüz, kendini imha ederek doğrulayan bir yargıdır. Yanlış alarmın yol açtığı panik, gerçeğinkinden farksızdır ya, filozofun yatalak neşesine yataklık eder. Sır saklama sanatının sırlarını anlatmasa da, elinizdeki kitaptaki yazılar, avucunu değil, mürekkep yalamayı seçenlerin hatırı gözetilerek derlendi. Kendimi şaşırtamam, fakat sizin için birşeyler düşünebilirim belki. Şaşırmanın bir değeri varsa, başkanın yardımı olmaksızın belirmeyişindedir. Ola ki, siz de beni şaşırtacak ve bu kitapta söylenmek istenilenlerle söylenenler arasındaki farkları yoklayacak kadar ileri gideceksiniz.”
2003’te yayımlanan Aynalı Barikatlar deneme kitabı için “Terörün gündelik hayatımıza sindiğini, gündelikleştiğini göstermeye çalıştım. O yüzden de makyajdan, piyangodan, Hollywood sinemasından, evsel atıklardan filan bahsettim. Yine hikayeler anlattım. Herkesin korkutulduğu bir dünyada, korkaklar çağında, sakin kafayla düşünmenin ve hoşbeş etmenin yollarını aradım. Ciddiyeti espri içinde muhafaza etmeyi uygun buldum.” diyor.
“Amerika ne istiyor? Gecenin dünyadaki tüm şehirlere aynı anda gelmesini mi, zifiri boşluğu en ince ayrıntısına kadar tasvir etmeyi mi, eceli sollamayı mı?! 11 Eylül 2001 Salı günü Amerika’nın dehşete düşmesinin sebebi, iktisadi maçoluğun tapınağının yerle bir olması değildi; Amerikalıları kıskançlık krizine sürükleyen basit soru şuydu: Nasıl oldu da bunu önce biz akıl edemedik?”
“Dünya şakalarla dolu bir yer: Şölene katılıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki yemek listesinde adınız yazılı! Sizi uyandırmak üzere başucunuza gelen kişi kesin bir sonuç elde etmek için kılıcını çekiyor! Rüyanızda hep batıya doğru giderseniz, uyandığınızda ölü ya da diri kendinizi yatağınızda bulursunuz.”
2005 yılında yayımlanan ve büyük bir kitleye ulaşmasını sağlamış olan ilk romanı Dublörün Dilemması’nı okumaya başladığınızda kahramanımız Nuh Tufan’ın peşine takılıp, hem öksüz hem de yetim, hem albino hem de şizofren, hem aşık hem de çok çatlak bu adamın gölgesi oluyorsunuz. Nuh’un düşünceleri pek hoş, hayata bakışı alaya alıcı. Albino olduğu için doğar doğmaz reddedilmiş kendi tabiriyle. Şizofrenisi olayların tuzu biberi.
“Aşk, insanın şahsiyetini pekiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk bohçasında gelen bir hediyedir. Mevcudiyetinin hakkını vermek, hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir.”
“Babamdan o kadar korkuyorduk ki, ondan nefret edemiyorduk. Büyüyünce de insanın gönül kırıklığı ağır basıyor, yine nefrete sıra gelmiyor. [Korku, beraberinde daima başka şeyler de getirir: Dilimdeki tutukluğa da babamın terörü sebep olmuştu kuşkusuz.]”
Kitaplarında sık sık aforizmalara yer veren, film ve şarkılardan alıntılarla okuru kültürel bir seyahate çıkaran Menteş’in romanları kimi okurlarca Pulp Fiction akımının içinde sayılırken, kimilerince sinematografik eserler arasında sınıflandırılıyor.
Kitaplarında sisteme muhalif karakterler işlerken, kapitalizmin aşkı da öldürdüğünü anlatan, Orhan Gencebay çalarken arabadan inilmeyeceğini öğütlerken, Coca Cola treni ile Pepsi gemisinin çarpışmasını okura anlatan Menteş’in edebiyata getirdiği bu sürprizli üslup, ilginç karakter isimleriyle daha da renkli bir hal alıyor.
2009’da yayımlanan Korkma Ben Varım, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Romanı ödülüne layık görülür. Gönül İşleri Bakanlığı’nda basın müşaviri dövüş ustası Fu, başkalarının intikamını alarak hayatını kazanan Gıcırbey, tarih öğretmeni Dilber Şebnem Şibumi, dul gangster Hayati Tehlike… Her sayfası sürprizlerle dolu, aşk, dostluk, intikam, yalnızlık ve şiddetin ustaca harmanlandığı bir roman.
“1970’ler… 20.yüzyılın en güzel yılları. Henüz tam uygarlaşmamışız. Değirmenlerle savaşta yenilmemişiz daha. Yedi kat yalnızlığa gömülmemişiz. İnanın bana, o zamanlar aşklar ömür boyu sürerdi. Bir kız, camdan el salladı mı, havalara uçardık. Bir gülücük, mahcup, kaçamak bir bakış, bir merhaba… Yavru kuşlar gibi heyecanlanırdık. En büyük hazine kalbimizdeydi. Nasıl utangaçtık; gönül verdiğimiz kişiyi incitmekten de, onun karşısında küçük düşmekten de ödümüz kopardı. Karşılıksız aşklar, ebediyen saklanan sırlara dönüşürdü. Uzaktan sevmek diye de bir şey vardı. Yoksulduk. Canımıza yapışan, kemiğimizi çürüten fukaralığın üstüne kat kat, gıcır gıcır gurur kostümleri giyerdik. Fakir, ama onurluyduk. Çünkü tarihimiz bize kudretten, zenginlikten bahsediyordu. Edebiyat, bütün hücrelerimize azim aşılıyordu. Şarkılarda daima, taptaze bir umut çınlıyordu. Felekle kapışıyor, çaresizliğe meydan okuyor, yer sofralarında yürekten şükrediyorduk. 1970’lerde, Allah bizimleydi. Seyrettiğimiz filmlerdeki yetim çocukların, yoksul kızların, bahtsız annelerin, mazlum delikanlıların, yorgun babaların hallerine hüngür hüngür ağlardık. Haysiyet, namus, vicdan gibi kelimeler tedavülden kalkmamıştı. Komşuluk ölmemişti. Komşular sağdı. Zayıftık, fakat güçsüz değildik.”
Murat Menteş, üç edebi türde de eserler verdi. Bunların onun için ne anlam ifade ettiğini ise şöyle açıklıyor: “Şiir en cana yakın sanat. Ezberliyorsun ve onu zihninde taşıyorsun. Şiir, seninle birlikte, yaşıyor. Deneme kültürel, düşünsel canlılığın teminatlarından biridir. Roman, daha büyük bir sahada oynanan bir oyun. Milan Kundera, roman bilinçdışını Freud’dan önce, sınıf mücadelesini Marx’tan önce işaret etmiştir der.”
Şiirlerinde imgesel anlatım kullanan Menteş, yeni biçim arayışlarına girerek alaycı ve absürd üslubunu etkili bir şekilde kullanıyor. Dublörün Dilemması’ndan alışık olduğumuz şekilde kelimelerle çok etkili bir şekilde oynayan Menteş, 2010’da yayımlanan ikinci şiir kitabı Garanti Karantina‘da da farklı bir eser ortaya koyuyor.
Murat Menteş şöyle diyor: “Nadiren şiir yazıyorum. Bizim en eski, en köklü sanatımız şiir. Çok büyük şairlerimiz var. Nefi, Dadaloğlu, Ziya Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ülkü Tamer… Dolayısıyla şiirde iddialı olmak, üstün bir zekâ, müthiş bir yetenek gerektiriyor. Türk şiiri bensiz de idare edebilir diye düşünüyorum.”
allah’ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
yardımın gerekiyor kadıköy’deyim stop.
allah’ım kaderim bu sentimental ambargo:
alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.
(Deplasmanda Plasebo)
2013’te yayımlanan postmodernist anlatı tekniklerini kullandığı bir romanı Ruhi Mücerret kitabına adını veren, yüz yaşında, evinde çiçek bakan, güvercinlere yem atan, camiye giden, yaşayan son İstiklal Savaşı gazisi olarak şehirlerin düşman işgalinden kurtuluş günleri kutlamalarında tüm yurttaki törenlere giden çılgın düşünceli bir yaşlı adam olan Ruhi Mücerret. Hatırını kıramayacağı bir dostunun, ölüm döşeğinde tanımadığı bir kişiyi öldürmesini istemesi üzerine yaşadığı olaylar anlatılır romanda.
“Can dostlarım… Günahkarlar hoşgörülü ve özgürlükçüdür, çünkü empati kurmalarına bir engel yoktur. Pişmanlık bir aydınlanma anıdır ve tövbe hem bir psikolojik analiz, hem de kendini bilmenin ideal görünümüdür. Şükür, güzellikleri keşfetmeye yönelik dikkatin gelişkinliğidir. Ayrıca, zamanla tatlanan acı hatıralar ile unutulan mutluluklar arasındaki farka denk gelen saçmalığı telafi eder. Şükreden kişi kendiyle barışarak yücelme imkanlarını genişletir. Dua, yoğun bir konsantrasyon ve dahiyane bir titizlikle tanzim edilmelidir. Ebeveyninden oyuncak isteyen şuursuz katır tohumunun münasebetsiz figanına benzer yakarışlar, içtenlikli olsa bile dua mıdır? Benliğinin rotasını çizmek üzere ilahî yardım talep eden kulun telaffuz ettiği her hece dünyayı değiştirir. Dolayısıyla, egoist talepler, Allah’a hitabı parazitlendirir.”
Kaynak
Herkes Onu Konuşuyor, Peki Kim Bu Murat Menteş?, Aklımdan Geçenleri Okuyorsunuz