22 Ocak 2016’da kaybettiğimiz Tahsin Yücel, kitapları çok satmasa da çok yönlü ve üretken kişiliğiyle belleklerimizde yer edinmiş bir isim.
Eğitim, yazın, çeviri, kültür alanlarında sayısız yapıtla genç kuşaklara örnek olmuş bir bilim adamı, Türkiye’de yapısalcılık ve göstergebilimin tanınmasında bir öncü, engin bilgisini öğrenci ve çalışma arkadaşlarıyla paylaşmış bir hoca, başarılı ve ödüller layık görülmüş bir romancı-öykücü, çevirmen, sözünü sakınmayan bir eleştirmen. On yedi yaşında iken yazısı Varlık Dergisi’nde yayımlanan, henüz yirmisine geldiğinde ise Varlık’ta, bu ülkenin uzun soluklu efsanevi edebiyat dergisinde, çalışmaya başlayan biridir Tahsin Yücel.
1. Haney Yaşamalı – 1955
Haney Yaşamalı yazarın ikinci öykü kitabı. Daha sonra Haney Yaşamalı ve Düşlerin Ölümü isimli öykü kitapları harmanlandı ve Haney Yaşamalı adı altında yayınlandı. Öykü anlatımının, dil kullanımının geliştiği, biçemin oluşmaya başladığı bu kitabının en başarılı öyküsü Haney Yaşamalı. Diyaloğa dayalı, çarpıcı bir girişle başlayan, iç temposu genellikle düşmeyen, Çehov’un tarzını andıran bir öyküleme tekniği var Yücel’in.
Dramatik bir finale uzanan inceliklerle örülü hikayelerin hepsi bir yurt gerçeğine, Anadolu’nun değişmez yazgısına not düşüyor. Özellikle kitaba adını veren öyküdeki geçimini bedenini satarak kazanan Haney adlı kadının durumu ilgiye ve yoruma değer. Öyküde yakın bir geçmişte ölmüş olan ve anlatıcı tarafından yaşatılması istenilen Haney, semtin tüm gençlerinin cinsel arzularına nesne olmuş, onların düşlerini hayata taşımış yoksul bir kadındır. Haney Yaşamalı 1956 yılı Sait Faik Hikaye ve Düşlerin Ölümü 1959 TDK Öykü Ödülü’nü kazanır.
“Karanlık odada duyulan bulantıya, karanlık odadan çıkılınca kavuşulan esenliğe karşın, Haney’e yeniden gidenler çoktu, ama düşlediklerinin önemsizliğini anlayanlar da yok değildi. Haney’in büyüklüğü burada işte. İşte bunun için ‘Haney yaşamalı!’ diyorum. Karanlık ve iğrenç bir odada, katlanılmaz kokusuyla, kirli paçavralarıyla, çopur yüzü, nasırlı elleri, kösele ayaklarıyla, önemlinin önemsizliğini göstermeye çalışmıştı sizlere, sizlere sözleriyle değil, bedeni ve devinileriyle, ‘Açın gözlerinizi, aptallar!’ diye haykırmış, bütün yaşamını bu yolda harcamıştı. Bunun için yaşamalı bu kadın diyorum.”
Düşlerin Ölümü’nde yer alan Akça Gölge adlı öyküde yazar, ölümü hazin bir ayrılığın başlangıcı olarak görür. Ölümün insanları birbirinden ayırması, ölümün soğuk yüzüdür. Ölüm bir kopuştur. Kopuş anında insanlar korkarak, kendi içlerine veya sevdiklerine dönerler. İnsanın sevdiklerine dönüşü, ölümden bir kaçıştır. Ancak insan ne kadar kaçarsa kaçsın, bütün bekleyişlerimiz gerçekte ölümü karşılamak içindir.
“Duyuyorum; taramak gelirdi yaşayanların içinden günlerce, gecelerce taramak gelirdi. Dipleri saçların toprak olmasını istemezdi. Kesip alır, saklardı, ikide bir bohçasından çıkarır, öper, koklar, ağlardı, bazı bazı güldükleri de olurdu. Geçmişler saçlarla geri gelirdi, zaman yön değiştirirdi, çok şeyler görürlerdi.”
2. Mutfak Çıkmazı – 1960
Yazarın ilk romanı Mutfak Çıkmazı’nda İlyas Divitoğlu, bir taşra ailesini eski şanına kavuşturması beklenen bir gençtir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıfındadır. Zekası, çalışkanlığı ve üç dil bilmesiyle çok geçmeden dedesi gibi Yargıtay üyesi olacağı ümit edilmektedir. Sevgilisi Emel’e evlenme teklif edip de red cevabıyla birlikte alaya alınınca, İlyas büsbütün sarsılır. Fakülteyi bırakarak kendini yemek pişirmeye adar. Bir hastalık olur bu. Edindiği Fransızca yemek ansiklopedilerindeki yemekleri bile yapmaktadır. Emel’in, sonradan ona acıyarak evlenmeye razı oluşu da onu mutfaktan çıkaramaz.
“Emel işkenceden bıktı. Sessizce çıktı odadan. Divitoğlu bütün varlığıyla ayak seslerini dinledi. Ama beyni uğultular içindeydi, dış kapının açılıp kapandığını duymadı. Duymayınca gene umutlandı. Birdenbire kalkıp kapıya koştu. Kapı çoktan kapanmıştı. Donakaldı. Bir zaman öylece durdu olduğu yerde. Sonra “Allah belasını versin!” diye söylendi. “Bana göre bir kız değil, insan bile değil!” Şimdi gerçek bir tiksinti duyuyordu içinde. Herşeyden, herkesten tiksiniyordu gene. “Allah bin bin belasını versin!” dedi. Bütün insanlardan tiksiniyordu. Evine kapanacaktı artık, hiç çıkmayacaktı, kendi kendisiyle yetinecekti, kararı karardı.”
3. Ben ve Öteki – 1983
Ben ve Öteki adından yola çıkıldığında basit karşıtlıkların sunulduğu öykülerden oluşmuş bir kitap gibi algılanırken, sayfalarda ilerlendikçe farklı okumalara da yol açabilen çok katmanlı öykülerden oluşur. Öykülerde, özellikle bireysel eğilimlerden yola çıkan Tahsin Yücel, iç çözümleme ve yansıtma yöntemleriyle, gelenek ve modernizm çatışmasını kullanarak okuru düşünmeye yönlendirir. Kimi zaman gelenekle modernizmin birbiriyle çelişen yönlerini, kimi zaman da hem çelişen hem de bağdaşan yönlerini aktarır.
19.yüzyılda bestelenen Dokuzuncu Senfoni’nin, Tahsin Yücel’in bu kitabında yer alan öykülerde ayrı bir yeri vardır. Ludwig van Beethoven’ın 1822 yılında başlayıp, ölümünden üç yıl önce tamamladığı ve insan sesine yer veren ilk eseri olan Dokuzuncu Senfoni, Ben ve Öteki’deki öykülerin esin kaynağı olmuştur. Ben ve Öteki’de farklılığıyla hem anlatıcıya hem de öykülere kaynaklık eden kişi, kitabın ilk öyküsü de olan Önü’yle tanıdığımız Memedali’dir. Memedali, Ben ve Öteki’nin gözlemcisi ve yorumcusu, anlatılanların kurguya dönüşmesini sağlayan işlevsel bir kişilik olarak da farklı bir özellik taşır.
“Bir ölü mezarlığa götürülürken, çok olağan bir iş yapar gibi şaşırtıcı bir hafiflikle gider, tabuta omzunu verir insan, bir süre taşır, sonra aynı hafiflikte bir başkasına bırakır yerini. Tabuttaki bir yoksul ölüsü değilse, fazla fazla bir saniyelik iştir bu. İnsan, bu kısa sürede, omzunda bir ölü taşıdığını düşünse bile ürpermez, çünkü tabutun paylaşılmış ağırlığı bizim ölüm düşüncemizle oranlı olmadığından mıdır nedir, ölmüş bir insanı taşıma duygusu hele ilk duyuluşu da değilse, kolay kolay omuzlardan yüreğe inmez… Karadede evin avlusunda teneşirde yunurken, kefenine sarılırken Aşağı Camii’nin önünde namazı kılınırken, eller ve omuzlar üstünde ağır ağır Gariplik’e doğru ilerlerken, Gariplik’te aynı usta eller üstünde mezara inerken, Yarpızlı hep aynı biçimde, sessiz sessiz ağlıyordu.” (Dönüşüm)
4. Aykırı Öyküler – 1989
Yücel’in Aykırı Öyküler adlı öykü kitabı, toplumsal eleştiri ve ironinin yoğun olduğu, birçok göndermeyi barındıran beş öyküyü içermektedir. Yapıtta, öncelikle silik, kendi halinde yaşamlar sürerken yeni toplumsal roller kazanmaları sonucunda güçlenen öykü kahramanları ile dikkat çekmektedir. İktidar adlı öyküde, bakan olan ve konumunun getirilerini sonuna kadar kullanan, bu doğrultuda edindiği kazançları çevresi üzerinde bir etki alanı oluşturmak adına kullanan iktidar adı verilen Müçtebağ Bey’in, tatil köyü halkı ile ilişkisi anlatılmıştır. İktidar’ın kadınlara karşı duyduğu aşk, cinsel bir görüntüye sahiptir. Varlığını yaşça olgun kadınlarla bütünlemeye çalışan İktidar, aşkı iktidarda kalmak için kullanır. Ancak Sumru Hanım’ın ortaya çıkması ile İktidar, güçten düşer ve iktidarsızlaşır.
“Uzun deneyimler sonucunda vardığı konuya göre, kadınlar belirli bir yaştan sonra çekmeye başlardı. Evet, böylesi beden yavaş yavaş uç noktalardan merkeze, yani kalçalara doğru çeker, yüz, eller, ayaklar, göğüs, kollar ve bacaklar kuruyup buruşurken merkez gittikçe genişleyip yuvarlaklaşırdı. Nedeni açıktı bunun her şeyi yozlaştıran zaman karşısında bağırsal bir korunma içgüdüsüyle, bedenin neredeyse bütün öz suyu aynı odakta toplanmaya yönelir, varlığı ardından sürükleyerek önlenemez çürümeden önce, burada uzun süre direnirdi.”
5. Peygamberin Son Beş Günü – 1992
Peygamberin Son Beş Günü, 1993 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmış olan romanıdır. Kitapta çocukluktan itibaren birlikte büyümüş, ilk gençlik dönemlerini ve üniversite çağlarını birlikte yaşamış, dolayısıyla devrimci dünya görüşünün etkisiyle şekillenen gelecek planlamalarını da birlikte yapmış olan ozan Rahmi Sönmez, nam-ı diğer Peygamber (bu lakap kendisine kitapta önemli yeri olan Matrakçı Maruf tarafından, etkili hitabetine binaen verilmiştir) ve daha sonra büyük bir kapitaliste dönüşecek olan Fehmi Gülmez’in hikayeleri anlatılıyor.
Tahsin Yücel’in katmanlı yapısıyla okunması gereken romanlarından ilk sıralarda yer alması gereken Peygamberin Son Beş Günü, döneme tanıklık açısından da işlevsel bir konum elde eden bu roman, devrimciliğin birey üzerinde yarattığı etkileri göstermesi bakımından hem sağ cenahın, hem de sol cenahın beklentilerine karşılık verir niteliklere sahip. Ancak 80 öncesi sol anlayışına getirdiği eleştirel bakış açısıyla yoğun tartışmalara yol açmıştır.
“Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bu alanda birbirlerini bütünlemeye yöneldiler hemen. Fehmi Gülmez eleştirmen, Rahmi Sönmez ozan olmaya karar verdi. Ancak her ikisi de çocukluk günlerinin kahramanlık yazınından uzaktı şimdi. Yazın öğretmenleri toplumsal bir ereğe destek olmayan bir yazının hiçbir biçimde çağdaş sayılamayacağını, bu toplumsal ereğin de tarihin durdurulamaz akışına uygun olarak, insanlığı sınıfsız bir dünya toplumuna götürecek evrensel devrimi gerçekleştirmek olduğunu vurguladığından, çağdaşlık gereği çağdaş dergileri izliyor ve gene çağdaşlık gereği başta Nazım Hikmet olmak üzere toplumcu ya da toplumsal gerçekçi ozan ve yazarların yapıtlarını yercesine okuyarak, onların açtıkları çığırdan gitmek istiyordu.”
6. Bıyık Söylencesi – 1995
Bıyığını isteyerek bırakmamış olan Cumali, sonrasında da köy halkının yaptığı yorumlar doğrultusunda hareket etmeye başlayacak, halk da onu günden güne daha çok yüceltecektir. Öyle bir bıyık ki bu bıyık, büyüdükçe onu taşıyan zavallı Cumali’yi küçültecek, kişiliksizleşecektir. Herkes gibi kendisi de bıyığına ondan ayrı bir varlıkmış gibi davranır, gün geçtikçe kendi kendine yabancı bir insan olup çıkıverir Cumali.
“Öyle oldu: Birçok tanıdığa rastladılar. Cumali kimilerini daha o sabah görmüştü, kimileriyle döneli beri ilk kez karşılaşıyordu. Ama hepsi de merhabanın hemen arkasından bıyık konusuna geçti. Yarım saatlik bir sürede, üç aşağı beş yukarı aynı sözler yirmi kez yinelendi belki.
“ Ne o Cumali kardaş, bıyığın ucunu koyvermişsin.”
“Niyetlendik, berber Ziya öyle istedi.”
“Çok iyi, çok iyi berber Ziya ne istediğini bilir.”
“O istedi işte Vaysal burada.”
“Hayırlı bıyıklar olsun.”
“Sağ ol.”
Arada bir, bir topluluğa katılıyor, sonra ne oluyorsa oluyor gene baş başa kalıyorlardı. Cumali beş yüz metrelik bir yol parçasında bu tek düze gidiş, gelişlerden, özellikle de bıyık konuşmalardan sıkıldı.
“Daha bu sabah sakallıydım, kimse sakal mı bıraktın demiyordu” dedi.”
7. Yalan – 2002
Tahsin Yücel, 2003 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Yalan’da, kültürel alanda yaşanan küreselleşmenin yadsınmaz bir göstergesi olarak yalanı sorgular. Bu sorgulama sırasında dünyanın sahte yüzünü, üniversite yaşamında olduğu kadar günümüz medyasında karşımıza çıkan yalancı kimliğini ortaya koyar. Yazar böyle bir sorgulamada uğraş alanı olan göstergebilimin verilerinden yararlanarak, romanın yapısını olmak, görünmek terimleri üzerinde konumlandırır.
Amerikan Koleji’nde tanıştığı arkadaşı Yunus’un Dilbilim kuramını sahiplenerek gittikçe ünlenen Yusuf Aksu, benzerine az rastlanan bir adamdır. Yalnız, ezik ve beceriksizdir, ancak şaşırtıcı derecede bilgilidir, bunu da sürekli okuduğu ansiklopedilere ve çok güçlü hafızasına borçludur. Bir aşk hikayesi yüzünden kendini öldüren arkadaşının anısı, Yusuf Aksu’nun hayatına başka bir yön verir. Arkadaşının kuramını kendine mal edince çok geniş bir kitlenin gözdesi olur. Fakat mutsuz bir aşkın ardından, sadece yanıldığını görmekle kalmaz, başta kendi kimliği olmak üzere, her şeyin yalan üzerine kurulduğunu anlar.
“Çocuk doğru dürüst konuşmayı beceremese de, bu tutumu açıklamak daha kolay olurdu, ama bülbül gibi konuşuyordu işte. Sınıfta ansiklopedilerden nasıl yararlanmak gerektiğini ya da bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini çoğu öğretmenlerden daha güzel açıklıyordu. Gene de en azından oğluyla baş başa olduğu zamanlarda, belki gereksiz gevezeliklerin işleri karıştırmaktan başka bir işlevi bulunmadığına inandığından belki yokluğun ya da yalnızlığın etkisiyle Refika Hanım gereksiz devinimlerden de, gereksiz söylemlerden de hiç mi hiç hoşlanmadığını hemen belli ediyordu. Her şey şu ya da bu ansiklopedide yazılıyken, yazılmışı yinelemeyi bir savurganlık olarak görüyordu. Başvurulacak kitapları tek bir türe, ansiklopedilere indirgemiş olması da savurganlığa karşı bir tutumun sonucu olarak nitelendirilebilirdi. “Dünyadaki kitapları okumakla bitiremezsin hiç kimse bitiremez. Ama dünyanın en iyi ansiklopedilerini elinin altında bulundurabilirsin, üstelik dünyanın tüm bilgilerini ansiklopedilerde bulabilirsin” deyip durması da bunu gösterirdi.”
8. Kumru ile Kumru – 2005
Tahsin Yücel, Kumru ile Kumru romanında, kapıcı Haydar’ın karısı Kumru’nun bir buzdolabı için duyduğu tutku aracılığıyla tüketim toplumunun klişelerini de, kentli yaşamın bozuk ilişkilerini de deşifre ediyor. Yazar romanda en basit deyimle, bir köyden kente göç öyküsü anlatıyor. Daha karmaşık yanından bakarsak, tüketim toplumu ve ilişkileri üzerine bir taşlama. Kumru ile Kumru, sadece bir tüketim toplumunun yüzeysel eleştirisi değil, aynı zamanda bir kadının, iki çocuğunun ve kocasının ilişkileriyle derinleşen bir roman.
“Tüm evlerde, her şeyi dikkatle inceledi, televizyon, telefonu, düdüklü tencereyi, elektrikli fırını, saç kurutma makinesini, buzdolabı, blendere, çamaşır ve bulaşık makinelerini en azından adları ve işleyişleriyle tanıdı, bildiğinden daha büyük bir dünyanın kapısını aralar gibi oldu, ama özellikle ilk aylarda, kentlilerin kendileri gibi bunlar da bir başka göründü gözüne.”
9. Gökdelen – 2006
Tahsin Yücel’in Gökdelen adlı romanı da gökdelenlerin, makinelerin, totaliter güçlerin ve kodamanların 2073 İstanbul’unun üstüne adeta karabasan gibi çöktüğü bir atmosferi anlatır. Gelecek zaman düzleminde oluşturulan ve mekansal olarak da büyük değişimlerin yaşandığını gördüğümüz romanda İstanbul, gökdelenlerin gölgesinde ne geçmişi ne de geleceği görebilecek kör bir alan haline gelmiştir. Üstelik Özgürlük Anıtı’nda heykelin elinde tuttuğu meşale de bu karanlığı aydınlatacak türden değildir, çünkü özgürlük, hak ve hukuk gibi temel kavramların çiğnendiği bir alanda var olamaz. Kitaptaki bazı kişiler, olaylar ve kavramlar öylesine tanıdık ki…
“Bu evin bahçe kapısından girdi gireli, gerçek dünyadan kopmuştu sanki. Daha sonra, Hikmet Bey’in önerisi üzerine çıktıkları bahçede önündeki sehpanın üstünde yeşil ve kırmızı nakışlı plastik tepsi, tepsinin üstünde iki su bardağıyla küçük bir sürahi, karşısında yaşlı hemşerisi, öyle otururken, yalnızca kedileri ve taşıyabilecekleri korkunç hastalıkları değil, buraya neden geldiğini de unutmuştu sanki, yüksek duvarların dibinde renk renk açmış hercai menekşelere, gölgesinde oturduğu çam ağacına, en çok da onun tam karşısına düşen fındık ağacıyla, onun solundaki nar ağacına bakıyor, tüm varlığını benzersiz bir esenlik havasının sardığını ve bundan hiç mi hiç rahatsız olmadığını duyuyordu.”
10. Sonuncu – 2010
Tahsin Yücel’in Sonuncu adlı romanında Selami Bey, Osmanlı soyundan gelen bir ailenin Fransa’da felsefe okumuş oğludur. Herkesin beklentisinin aksine, gençlik yıllarından itibaren kariyer yapmayan, yıllarca bir roman yazma hayali kuran Selami Harici, varlıklı bir ailenin oğlu olduğu için hiçbir iş yapmadan felsefe ve hayat üzerine kurgulayacağı romanı için çalışır. Eşi de destekler. Günler, aylar, yıllar geçer, bu sırada dört çoçuğu olur, ama Selami Bey, Serencam adını verdiği kitabı yazmaya bir türlü başlayamaz. Çünkü bu güne kadar yazılmamış, yapılmamışın peşinde olan Selami Bey, hiçbir yaptığını özgün bulmamaktadır. Sayfalar dolusu yazdığı halde, onları yırtıp yenisine başlar. Tek kelimesi bile yazılmamış bu romanın bir tek şeyi bellidir, o da adı. Üç kuşak boyunca devam eden öykü, aynı aileden üç kişinin anlatımıyla tamamlanır.
“‘Baba ben felsefeciyim, kitabımın romanla, öyküyle, şiirle en ufak bir ilgisi olmayacak’ demişti. Hayrettin Bey bu yanıtı da çok beğenmişti.
“Anladım senin gözlerin, çok daha yukarılarda, bu da çok güzel bir belirti” demiş, sonra yüzünde mutlu mu mutlu bir gülümseme bir kez daha bana dönmüş. “İşte biz böyle bir aileyiz gelin hanım, büyük işler kutsal görevler için yaratılmışız” diye eklemişti. İçimden gülmüştüm bu sözlere. Ne var ki bir hafta sonra Hayrettin Bey dünyamızdan göçtüğü zaman aynı sözler başka türlü görünmüştü gözüme. “Belki de gerçeği dile getiriyordu” demiştim. Öyle ya kısa bir süre Dış İşleri Bakanlığı da yapmış olan Paşa Dede Boğaz’ın bu yakasında kendi beyliğini kurmak istemiş, bu nedenle de yememiş, içmemiş merkez Kandilli olmak üzere Üsküdar’la Beykoz arasında hepsi birbirinden büyük hepsi birbirinden değerli bir sürü arsa kapatmış, kıyıda da herkesi hayran bırakan görkemli bir yalı yaptırmıştı. Bu arada Taksim’i, Şişli’yi, Karaköy’ü, Eminönü’yü öksüz bırakmamış, oralarda birbirinden değerli hanlar, apartmanlar, arsalar almıştı.”
Kaynak
Tahsin Yücel’in Öykülerinde İnsanı Sonsuza Taşıyan Kapı: Ölüm, Distopik Bir Roman Olarak Gökdelen’de Yapı ve İzlek