Menu

Reşat Nuri Güntekin’in Eserleri ve Hayatı



Reşat Nuri Güntekin (25 Kasım 1889 – 7 Aralık 1956), Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda önemli bir yeri olan Çalıkuşu, Yeşil Gece ve Anadolu Notları gibi eserlere imza atmış, eserlerinde Anadolu’daki yaşamı ve toplumsal sorunları yansıtmış önemli bir yazarımızdır.

25 Kasım 1889’da Üsküdar doğdu. Çanakkale’de başladığı eğitim hayatına Galatasaray Sultanisi’nde devam etmiş ve ardından İzmir’de, Müslüman çocukların alınmadığı Frerler Okulu’na kaydolmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile de eğitim hayatını tamamlamıştır.

resat nuri guntekin

Doğduğu andan itibaren elit bir kesimle iç içe olmuştur. İbnürrefik Ahmet Nuri ile Kelebek adlı bir mizah dergisi çıkarmış, Milli Eğitim müfettişliği, milletvekilliği yapmış daha sonra devrimleri savunmak amacıyla Memleket adlı gazeteyi çıkarmıştır. Eğer yazarın hayatından yola çıkarak karara varacaksak romanlarındaki insancıl havayı, yaşadığı bu rahat ve özgür hayata, bu hayatın sağladığı koşullara bağlayabiliriz. Hakkı Süha, Reşat Nuri’yi şöyle anlatır :“Nazik, tatlı bir ses. Öyle bir ses ki dinlerken, inanmak ihtiyacını duyarsınız.”

İnci Enginün yazarın insana bakışını ve karakter yaratmadaki ana kriterini şöyle açıklar: “Reşat Nuri, şüphesiz ki toplumu, eğitim dünyasını ve dar dünyaları, sade yaşayışları içine hapsolmak zorundaki insanları en iyi anlatan yazardır. Birçok eserinde çok kuvvetli bir sosyal tenkit bulunur. Fakat ilk okuyuşta, okuyucunun bu cephesini hemen fark etmemesi mümkündür. Zira Reşat Nuri en derin ve hassas yaraları deşerken bile, okuyucusunun anlık tepkisini uyuşturan bir atmosfer oluşturur. İnsanı bilen, tanıyan ve zaaflarından dolayı insana acıyan yazar, okuyucusundan bu insanı kabul etmesini ister.”

1. Gizli El, 1922

Reşat Nuri bu romanı yazması ile ilgili şöyle diyor: “Gizli El, benim ilk romanımdır. Mütareke’nin ilk yılında Dersaadet isminde bir gündelik gazete çıkarmaya hazırlanan Sedat Simavi arkadaşım, benden bir roman istedi. O zaman tiyatro piyesleriyle uğraşıyor ve roman yazmayı hiç aklımdan geçirmiyordum. Yapamam dedim. Yaparsın, dedi, roman ile tiyatro zaten kardeş sanatlardır.”

resat nuri guntekin

Romanın kahramanı, kişiliği henüz tam olarak olgunlaşmamış olan Şeref Bey’dir. Bu nedenle, iyi insanlarla beraberken iyi, kötü insanlarla beraberken kötü davranışlar sergiler. Romana ismini veren gizli el, Şeref Bey’in kişiliğindeki bu zayıflığı fark ederek, onu kullanmaya başlar. Sonunda Şeref Bey’i kullananlara bir şey olmaz ama Şeref Bey artık sabıkalıdır.

“Düşündüklerimi yapmaya kalksaydım, çiftlik işleri daha fena bir çıkmaza girecekti. Çünkü, bunların hakikaten şairane hülyalar olduğunu anlamakta kendim de pek gecikmedim. Yalnız şu var ki, çektiğim sıkıntılar boşa gidiyor değildi. Seniha ile daima birbirimize tekrarladığımız, “Mesuduz” sözünde, zannederim, bunların büyük rolü vardı. Çünkü, vakitlerimizin büyük bir kısmı bunlarla kayboluyordu. Sonra, babasıyla olan münakaşalarımızda, o daima benim tarafımdaydı, beni haklı görüyordu. Bursa’da ondan uzak geçirdiğim günlerde ara sıra işten baş aldıkça Seniha’yı kaybettiğimi sandığım zamanlardaki heyecanlarımla özlüyordum. Biz, Seniha ile bir aşk evlenmesi yapmıştık. Bu, muhakkaktı. Aziz Paşa’nın, bir akşam üstü yatağımın başında durması, bir hastaya bir bardak su verir gibi sadelikle bana kızını vermesi, göründüğü kadar sade bir vaka değildi. Kızını sevdiği için kendini öldürmeye kalkmış bir genç adama acımak mı? Merhametin bu çeşidine ancak hayal romanlarında tesadüf edilebilirdi. Her şey, benim kendimi bilmeden yattığım günlerde uzun uzun düşünülmüş ince hesaplarla hazırlanmıştı. Seniha’dan evvel bu garip adamın kendisi beni sevmişti. Buna hiç şüphe yoktu. Öteden beri kendi muhitinde tanıdığı, beraber yaşadığı insanlar, iş arkadaşları, kumar ve çapkınlık arkadaşları, kendi akrabaları, mizaçlarındaki sonsuz değişikliklere rağmen, birçok noktalardan hep bir kalıptan çıkmışa benzeyen muayyen bir insan sınıfının müşterek damgasını taşıyan tiplerdi.”

2. Çalıkuşu, 1922

Reşat Nuri’nin en tanınmış eseri Çalıkuşu, ilk gençlik yıllarında karşılaşıp kaybettiği aşkın yerini doldurmak için, kendini Anadolu insanına, çocuğuna adayan, inançlı, idealist, iyiliksever bir genç kızın hikayesidir. Çalıkuşu ilk kez 1922 yılında Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmiş ve aynı yıl kitap olarak basılmıştır.

calikusu

“Şahap Efendi’nin getirdiği kutu, bavulumun üzerinde duruyordu. Ne olduğunu merak ederek açtım. Bir kutu fondan… Benim dünyada en delicesine sevdiğim şey. Küçük katibin hediyelerinden birini dudaklarıma götürdüm. Fakat birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Niçin böyle ağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime söz anlatmak istedikçe gözyaşlarım artıyor, göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçare şekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyu yakaladım, kamaranın minimini penceresinden denize fırlattım. Evet, dünyada bu gözyaşlarından daha manasız şey olamaz. Bunu anlıyorum. Fakat buna rağmen, hala şimdi, bu satırları yazarken kirpiklerimden yaşlar süzülüyor, önümdeki defter kağıdını fiske fiske kabartıyordu. Bu, acaba dışarıda sessiz sedasız yağan yağmurun tesiri mi? Şimdi İstanbul nasıl? Orada da böyle yağmur var mı? Yoksa Kozyatağı’ndaki bahçe, şimdi ay ışıkları içinde pırıl pırıl yanıyor mu? Kamran, ben sadece senden değil, senin olduğun yerlerden de nefret ediyorum.”

3. Damga, 1924

Reşat Nuri Güntekin’in Damga romanı, bir paşazadenin, çocuklarına ders verdiği bir mebusun eşi ile yaşadığı yasak aşkın ifşa olmaması uğruna kendini feda ederek toplumda damgalı bir hırsız olarak yaşamaya mahkum edilmesini konu edinir. Yazar, yirminci yüzyıl başlarında II. Meşrutiyet sonrası Osmanlı toplumunda en yüz kızartıcı suçlardan birisi olan hırsızlığı ele almakla birlikte, bunu bir aşk hikayesi ekseninde okuyucuya sunmaktadır.

resat nuri guntekin

“Bu dört buçuk ayda hayatın acı bir sırrına daha erdim: Mahrum insanlar zannederler ki, para ve mevki sahibi olmak için utanmamak, zillete tahammül etmek lazımdır. Boş hayal… Mazlum bir tevekkülle her şeye baş eğmek, muvaffakiyet için kafi gelmiyor. Baş eğmenin, etek öpmenin de bir usulü, bir sanatı var… Zilleti kabul edeceksin. Ben, insanlığımın vekarından feragat ettikçe, sade zebun, zavallı bir adam oluyordum. Sadık köleden ziyade, mağlup düşman esirleri gibi görünüyordum. Yardımlarını istediğim kimseler, ya beni ehemmiyete layık görmüyorlar, ya fazla çekingen halimden şüpheleniyorlardı. Niçin itiraf etmeyeyim? Hayatımın bu devresinde fena adam olmaya da çalıştım. “Mademki haksız yere ceza gördüm, damgalandım. Mademki cemiyet kanunu beni fena tanıyor. O halde fena adamlar gibi hareket etmeye hak kazandım.” diye muhakemeler yapıyordum. Kaç kere, içim bir ölüm isyanıyla dolu, karanlık sokaklarda dolaştım. Kaç defa Unkapanı tarafındaki koltuk meyhanelerinde Karabet ile hırsız arkadaşlarını aramaya gittim. Fakat son dakikada azmim, kararım beni terkediyordu. Bu dört buçuk aylık sefil, avare hayatım, yalnız manevi bir sükut ile kaldı. Hiçbir fenalık etmedim. Daha doğrusu, edemedim. Ne yapayım, içimde yok…”

4. Dudaktan Kalbe, 1925

Dudaktan Kalbe’de, Lamia’nın bestekar Kenan’la yıllarca süren acı dolu aşkları anlatılır. Roman çektiği aşk acısı nedeniyle tekrar aşık olmayacağını, aşkın bir daha dudaktan kalbe inmeyeceğini felsefe edinmiş bir gencin öyküsüdür.

resat nuri guntekin

“Evvela, sanıyordum ki, Lamia’ya başına gelen felaketler için acıyorum, onu her yerde bunun için arıyorum… Kınalı Yapıncak’a karşı duyduğum tahammül edilmez hasret, merhametten ileri geliyor. Fakat sonra, düşüne düşüne her şeyi kendi kendime izah ettim, hakikati niçin saklamalı? Öyle hodgam bir ruhum vardı ki, sevmediği şeyle alakadar olmasına, acımasına imkan yok. Kınalı Yapıncak’ı bu kadar derin sevmeseydim onun sergüzeşti bana böyle tesir etmeyecekti, kendimi temize çıkarmak için zihnimde bin türlü bahane icat edecek, bir mantık yapacaktım. Lamia’yı o kadar kalpsiz bir surette bırakıp gittiğim zaman böyle olmamış mıydı? Lamia’yı seviyorum. İlk günlerde bir hazin kanaatin yeisine mağlup olmamak için çok didindim, çok uğraştım. Musiki, hayatımın birçok müstakil ve meyus saatlerinde beni teselli etmişti. Yine ondan şifa umdum. Bütün kalbimle kendimi yeni eserime vermek istedim. Hummalı bir faaliyetle çalışmaya başladım. Odamdaki lambanın ışığını solduracak kadar aydınlık bir mehtap gecesiydi. Dirseklerimi piyanoya dayamış; başımı avuçlarımın içine almıştım. Pencerelerden giren sıcak bağ kokularıyla dolu rüzgar nefesleri göğsümü bunaltıyor, vücuduma garip bir uyuşukluk veriyordu. Pencerenin yanında duran Cavidan, bana döndü :
— Niçin öyle susuyorsun Kenan, ne bekliyorsun? dedi. Mahzun bir gülümseme ile karıma baktım:
— İlham bekliyorum Cavidan, dedim, piyanonun yanına gelmez misin? Karım, hayretle gülümseyerek yanıma geldi. Devam ettim:
— Piyanonun şu köşesine geç Cavidan… Bileklerini üst üste şu noktaya koy… Sonra çeneni, yanağının alt kısmını elinin üzerine daya. Cavidan, gülmekte devam ederek dediklerimi yapıyordu.
— Bana adeta zihnindeki bir resim modelini taklit ettirir gibi pozlar verdiriyorsun Kenan…”

5. Akşam Güneşi, 1926

Reşat Nuri romanlarında daha çok romantik aşklar işlemiştir. Akşam Güneşi de bir sevi romanıdır. Nazmi Bey’in olumsuz bir aşkı anlatılır bu romanda. Bir ada yaşantısı ortamında sevilen Nazmi Bey’in yaşantısı, aşkı çeşitli yönleri ile ortaya konulmuş, söylentilerle geliştirilmiştir.

resat nuri guntekin

“Bu gece, hakikaten kendimi hayret edilecek kadar hafif buluyordum. Halbuki on senelik bir fasıladan sonra dansın ve onun sürüklemesi tabii olan hatıraların bende hiç olmazsa ufak tefek bazı sarsıntılara sebep olması lazımdı. Demek artık hakikaten ihtiyarlamış, bütün arzu ve ihtiraslara kabiliyetimi kaybetmiştim. Maziye, parlaklık ve yakıcılığı kalmamış bir akşam güneşine bakar gibi gözlerimi kırpmadan bakabiliyordum. Gitgide odanın sarı yaldızlı mavi duvarları etrafımızda bir göz gibi açılıp genişliyor, Jülide’yle adeta sonsuz bir boşluğun ortasında kalıyorduk. Başı göğsüme düşmüştü. Aralık gözlerinde ve dudaklarında ince bir ışık çizgisinden başka hayat eseri yoktu. O kadar hafifti ki kollarımda bir insan değil, bir parça renkli ışıktan ibaret bir tayf tuttuğuma inanacağım geliyordu. Bir aralık gözlerinde iki iri yaş damlasının parladığını gördüm.”

6. Yeşil Gece, 1928

Mektep ve medrese çatışmasını konu alan Yeşil Gece, eski ve yeni rejimin sembolleri konumundaki kurumları konu edinmesi nedeniyle kimilerince ideolojik bir roman olarak değerlendirilmiştir. Zira Yeşil Gece’ye kadar, Reşat Nuri’nin romanlarında maceranın ve duygusallığın ön planda olduğu bilinmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından son yirmi yılın en iyi romanı olarak değerlendirilse de bazı eleştirmenlerce Emil Zola’nın Gerçek adlı eseriyle benzerlikler taşıdığı söylenmiştir. Oysa Reşat Nuri kendine özgü yazı tekniği ve kendine özgü konu işleyişi ile Fransız yazarın yazdığı roman tadında Anadolu romanı sunmuştur.

resat nuri guntekin

“Kelami Baba’nın Sarıova’lılar gözünde öyle bir değeri vardı ki bulunduğu tarafa yataklarının ayakucunu çevirmezlerdi. Halk bütün hacetlerini ondan ister, her başı sıkışan ilk önce onun mukaddes örtüsüne yüzünü sürerdi. Hükümete ve mahkemelere verilecek arzuhaller önce ona götürülür, himmeti ve yardımı rica edilirdi. Davalarını kazananlar, hapishaneden çıkanlar, bir kazadan sağlam kurtulanlar ellerinde mum desteleriyle ona koşarlardı. Hasılı, Kelami Baba türbesi hükümet üstünde bir hükümetti. Himmeti hazır ve nazır olsun, koca bulamayan kızlardan, şifasız dertlere uğrayan hastalardan, kiracısız evlere, müşterisi az dükkanlara kadar her işle uğraşırdı.”

7. Acımak, 1928

Roman, esere adını veren acımak duygusu ve onun tematik yapısının merkezinde yer alır. Bu açıdan bakıldığında yaşamlarında duyguları ile mantıkları arasında bir denge kuramayan insanların romanıdır Acımak. Söz konusu ana tema, eserde iki karakter tarafından temsil edilir: Mürşid Efendi ve Zehra. Mürşid Efendi, insanın duygu yönünü, Zehra ise mantık yönünü temsil eder.

resat nuri guntekin

“Acımak… Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir. Fikrimce yalnız doğruluk hastalığı bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti bir cemiyeti mesut etmeye kafi gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lazım…”

8. Yaprak Dökümü, 1930

Reşat Nuri Güntekin’in olgunluk döneminde yazdığı Yaprak Dökümü, Türk modernleşme sürecinde toplumsal çözülmenin boyutlarını aile düzeyinde irdeleyen bir romandır. Yazar, Osmanlı’nın son döneminde etkisini gösteren sosyal değişim karşısında katı ahlakçı yapıya sahip Ali Rıza Bey ve ailesinin düştüğü trajik durumu ele alır.

resat nuri guntekin

“Ali Rıza Bey, filozof adamdı. İnsan olanın başına her şeyin gelebileceğine ihtimal verirdi. Fakat, doğruluk ve namusunun bir gün, çocukları tarafından bir büyük ayıp, affedilmez bir kabahat gibi başına kakılacağını hiç aklına getirmemişti. Dert, sade elbise derdinden ibaret de değildi. Ev eşyası, hemen baştan başa değişiyordu. Eski kırık oda takımları, kerevetler, masalar, sandalyeler satılıyor, yerine yenileri geliyor, bazı odaların duvarları kağıtlanıyordu. Bunlar para ile olan şeylerdi. Ali Rıza Bey, Şevket’in bütün bu masraflara dayanmak için neler yaptığını, neler çektiğini düşünmeye bile cesaret edemiyordu. Birkaç defalar, ne olursa olsun oğlu ile konuşmak istemişti. Fakat artık babasıyla göz göze gelmekten çekinen Şevket, meyus ve suçlu bir tavırla başını önüne eğmiş: “Biliyorum baba. Fakat zaruri,” demiş ve ondan kaçmıştı.”

9. Eski Hastalık, 1938

Eski Hastalık romanı, Yusuf ile Züleyha’nın sonradan gelişen ama geç kalınan aşklarının hikayesi. Aynı zamanda işgal yıllarındaki Batı özentisi İstanbul’dan, Anadolu’nun geri kalmışlığına kadar bir devrin resmini de çizer okura. İstanbul kenti, eski sistemi, padişahlığı simgelerken, Anadolu’da bunların yerini yeni bir sistem, Cumhuriyet alıyor.

“Züleyha, bu hal karşısında düşüncelere dalıyordu: İhtimal ki, ihtiyarlık, uzaktan görüldüğü kadar büyük bir sefalet değildi. insanı bazan intihara kadar sürükleyen ıstıraplar, ateşler, ümitsizlik buhranları genç vücudun, tıkanmadan işleyen göğsün, muntazam hareketlerle çarpan kalbin eserleri idi. Vücut yıprandığı, damarlar sertleştiği zaman, akıl isyanlarını, ruh yanıp yakılma kabiliyetini kaybediyor ve insan, siniri öldürülmüş çürük dişler gibi duygusuz, hatıra kırıntılarıyla, teşbihler, teneke kutular nev’inden hırdavata saldırılmış merak ve heveslerle son bir ümit alemi kuruyor ve ölüm kendisini bu gaflet içinde bastırıyordu.”

10. Miskinler Tekkesi, 1946

Miskinler Tekkesi’nde kökleri Padişah II. Mahmud devrine kadar uzanan Kocabaş ailesinin son ferdinin dilenciliği meslek edinmesi anlatılmaktadır. Eser zaman olarak Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet döneminin ilk dönemlerini kapsar. Bu zaman dilimi ülkenin en sancılı dönemlerindendir. Bundan dolayı kahramanın “Doğduğu paşa konağından dilenciliğe doğru düşüşünde savaşın ve savaşla sarsılan toplum düzenin de tesiri vardır.” Ayrıca, yazar eser boyunca kahramanın adını kullanmaz. Miskinler Tekkesi kavramı ise Osmanlı döneminden beri kullanılan bir tabirdir. Osmanlı kültüründe Miskinler Tekkesi tabiri ile cüzzam hastalığına yakalanmış kişiler için şehir dışına yapılmış mekanlar kastedilirdi. Cüzzam hastalığına da miskin hastalığı denirdi.

“Açıp kapaması güç olduğu ve rutubetten mantarlaşmış kanatları her zorlayışta orasından, burasından toz halinde döküldüğü için pancurlan daima kapalı tutardım. Bunun bu semtte oldukça sert olan kış rüzgarını kesmekte az çok yardımı olduğu için yazın fazla sıcak günlerinde odayı serin ve loş tutardı. Sonra önümüzde basamak basamak Haliç’e inen damlarda birkaç leylekten başka bizi görecek kimse olmadığı halde bu kapalılık, bana bu odada izah edilmez bir mahremiyet ve emniyet duygusu vermekteydi. Geceleri lamba yanmadığı zaman pancurların aralıklarından tavana, duvarlara çok zayıf ve yeşilimsi aydınlıklar aksederdi. Bu yol yol çizgilerle akar sulara benzer bir belli belirsiz kaynaşma ve harelenme vardı ki bende uzun zaman, imkansızlığa rağmen, aşağıdaki denizden gelen bir gerçek akar su aksi şüphesini uyandırmıştı. Denizden, yahut gökyüzünden, yahut da sadece aralık pancur tahtalarının henüz tamamıyla dökülmemiş rutubetli ve kaypak boyalarından, mehtapta ve gökyüzünün bazı fazla aydınlık gecelerinde bu ışık çizgileri bende adeta seyrek sepet sazlarından yapılmış bir büyük kulübe içinde yatmak vehmini uyandırırdı. Dünyada kadından gayri de bir şeye aşık olmak mümkünse, bu fazla hırpalanmış zamanlarımda bu odaya ve bu kerevete karşı duyduğum şeye aşktan başka bir şey denemezdi.”

Kaynak
İnsancıl Yaklaşım Açısından Reşat Nuri Güntekin’in EserleriCharles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi ve Reşat Nuri Güntekin’in Damga Romanlarında Ana Motif Olarak “Fedakârlık”Reşat Nuri Güntekin Romanlarında Fransız Edebiyatı’ndan İzler, Dünden Bugüne Edebiyat Dergisi Ocak-Şubat 2012


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir