Menu

Türk Edebiyatı’nda Baba-Oğul Romanları



Bir otoritenin, kurumun, yaptırımın ya da hoşgörünün, güvenin, tecrübe ve bilgeliğin temsilcisi olarak baba, edebiyatın vazgeçilmez bir malzemesidir. Sadece son dönem romanımızda değil klasik edebiyatımızdan Tanzimat’a, Servet-i Fünun’dan Cumhuriyet’in ilk dönemine kadar baba, birçok edebi metne konu olmuş, farklı yazar ve şairlerimizin eserlerinde değişik kavramlar etrafında işaret edilen birer izlek olarak yer almıştır.

1. Reşat Nuri Güntekin (1889 – 1956), Yaprak Dökümü, 1930

Reşat Nuri Güntekin, roman ve öykülerinde Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki radikal, köklü değişimlerin getirdiği koşullara ayak uydurmaya çalışan farklı insan tiplerini ele almaya çalışarak, adeta değişen toplumun portresini çizer. Yaprak Dökümü için Ahmet Hamdi Tanpınar, 24.1.1957 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan Reşat Nuri ve Eserleri adlı yazısında son yirmi yılın en güzel romanlarından biridir yorumunu yapar.

Roman, küçük bir bürokrat olan baba Ali Rıza Bey’in pasif kişiliği ve katı ahlakçı tutumu nedeniyle, değişen sosyo-ekonomik koşullara ayak uyduramaması, aile içindeki hakimiyetini yitirmesi, ailesinin çöküşü ve dağılışı karşısında ne yapacağını bilemez çaresizliğini anlatır.

Ali Rıza Bey’in kendi değerleri doğrultusunda yetiştirdiği oğlu Şevket, ailenin en büyük çocuğudur. Babasının yolunda ilerlerken onun gibi olmayı hedefleyen Şevket de yaşam karşısında edilgen bir hal sergilemektedir. Karısı ve kız kardeşlerinin kendisini sürüklediği uçurumu fark etmesine rağmen, bu itime karşı koyacak güce muktedir değildir. Bu yönü, babasının katı ahlakçı tutumunu sürdürüp çevresindeki olaylara tepki vermemesine benzer. O dönemde, genelde otoriter baba figürü yer alır roman ve öykülerde. Yaprak Dökümü’nde bu koruyucu babanın nasıl otoritesini kaybettiği anlatılır. Anne Hayriye Hanım karşısında pasif kalan baba Ali Rıza Bey gibi, oğul Şevket de Ferhunde karşısında aynı tavrı sergileyecektir.

“Çocuklarının arasında en çok bana güveniyordun. Halbuki en büyük tekmeyi benden yedin, zavallı babacığım. İhtiyar günlerinde sana yardım etmeyi ne kadar isterdim. Yazık ki olmadı. Bir kere nasılsa ayağım kaydı; bir daha kendimi toparlayamadım. (…) İnanır mısın baba? Hiçbir şeyin farkında değil gibi göründüğüm halde her pisliği görüyordum. Kendi kendime ne lanetler ediyordum, bilemezsin…”

Joseph Tissot, The Prodigal Son In Modern Life

Joseph Tissot, The Prodigal Son In Modern Life

2. Yusuf Atılgan (1921 – 1989), Aylak Adam, 1959

Yusuf Atılgan’ın az sayıdaki romanları, farklı kuramlarla okunabilecek derinliğe sahiptir. Yusuf Atılgan’ın modern dönem bireyinin sorunlarını, felsefi ve psikolojik açıdan ele alan romanı Aylak Adam, baş kahramanı C.’nin büyüme sürecini daha çok psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, aile kurumu, tutunamama gibi temalar etrafında ele alan bir romandır. Roman C.’nin çocukluğundaki olumsuz baba figürünün neden olduğu derin bir huzursuzluktan beslenir. C.’nin baba kompleksinden güç alan kurulu düzen karşıtlığı ve aylaklık savunuşu, çelişkili bir şekilde babadan kalma mirasın sağladığı olanaklara dayanır.

Aylak Adam aslında babasının sağladığı olanaklarla, isteyebileceği her şeye sahiptir. Ancak, roman boyunca babasını çağrıştıran her şeyin karşısında yer alır. Baba, kaba ve saldırgan oluşuyla, kadın düşkünlüğüyle oğlunun çocukluğunda olumsuz iz bırakmakla kalmaz, yaşamının neredeyse tüm aşamalarında onu takip eden bir gölge ve bilincinde silinmez bir leke olarak yer alır.

“Babamın gündüzleri evde kaldığı pazarların, bayram günlerinin azabı. Okula başladığım yıla değin, sokağa pek seyrek çıkardım. Çocukluğumun içinde geçtiği Alemdar’daki bu ev iki katlıydı. Tahtadandı. Babam ölünce sattım. Okulda bize öğrettiklerinden başka şeyler de öğreniyordum. Bilgiç küçük erkekler vardı. Artık evde neden sık sık hizmetçi değiştiğini anlıyordum. Ah, bu kadınlardaki sıvışkan, arka sallayışlı dişilik, babamın bıyık buruşları, kaçamak çimdikler, mutfakta sırtları kamburlaşmış sarılmalar. Babamda korkunç bir kadın düşkünlüğü vardı. Onun gibi olmama kararını bu iğrençlikleri gördükçe vermiş olacağım. Salt onun rahatını kaçırmak için üstlerine giderdim, tokatlardı beni. Nasıl istiyordum bu dayakları bilsen! Onlar beni babamı sevmeme azabından kurtarırdı. Onun hizmetçilerle düşüp kalktığını teyzem de bilirdi. Yakınmazdı. Onun bu eve nasıl dayandığın şaşmışımdır. Benim yüzümden mi yoksa her gece babamın erkekliğinden payını aldığı için mi? Okuldan suratımda çürükler, tırnak yaraları ile döndüğüm günler babam, “Görürsünüz, adam olmayacak bu çocuk,” derdi. Konuşmazdım. Sevinirdim. Babam adamsa ben olmayacağım derdim kendi kendime.”

Ethel Vrana, Amish Market

Ethel Vrana, Amish Market

3. Orhan Kemal (1914 – 1970), Eskici ve Oğulları, 1962

Edebiyatımızda her zaman emeğin, umudun, aydınlığın yanında tavır almış olan Orhan Kemal’in romanlarında zor koşullarda, ekonomik sıkıntılarla boğuşan ve doğal olarak çocuklarına karşı sevgisiz, kızgın baba figürlerine rastlanır. Eskici ve Oğulları’nda ekonomik zorluklar nedeniyle çözülmenin eşiğine gelmiş aile ilişkilerini tüm canlılığıyla gözler önüne serer. Roman, sadece Adana gerçeğini dile getiren bir eser değil, aynı zamanda bireyleri arasındaki çatışmalar yüzünden parçalanmak üzere olan bir ailenin sevgiyle yeniden kenetlenişinin de öyküsüdür. Romandaki ana çatışma sert ve küfürbaz babayla, baba tarafından hem sevilen hem de aşağılanan küçük oğlu arasındadır.

Baba Topal Eskici, karısı, oğlu Ali, kızı Zeliha, oğlu Mehmet, karısı ve üç çocuğu, işlerin eskisi kadar iyi olmadığı eskici dükkanı ile geçinmektedirler. Eskici, büyük oğlu Mehmet’in başka bir iş bulup başının çaresine bakmasını ister, bu düşüncesini küçük oğlu Ali’nin ağabeyine duyurmasını ister. Ali, babasına karşı çıkar ve onu oğlunu, torunlarını düşünmemekle suçlar. Topal Eskici, huysuz, hemen sinirlenen, küfürbaz, geçinilmesi zor bir kişidir. Ama onu böyle yapan yaşam koşullarının zorluğudur. Aslında bu sert mizacın altında oğullarından ayrılmak istemeyen, onları seven bir kişilik vardır.

Romanı Orhan Kemal güç yaşam koşulları ile karşı karşıya kaldığı bir dönemde yazar. 1964 yılında Eskici ve Oğulları adıyla yazdığı bu roman, üç yıl sonra Ankara Sanat Tiyatrosu’nun isteği üzerine tiyatro oyunu olarak Eskici Dükkanı adıyla yeniden kurgulanır. 1968 – 1969 sezonunda Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oynanan oyun, Şehir Tiyatroları ve Antalya Devlet Tiyatrosu ile bazı özel topluluklar tarafından çeşitli zaman dilimlerinde sahnelenmiştir.

“Sertçe baktı babasına. Babasının on sekiz yaşında, küçük bir modeli. Babasına hatırlatan püskül kaşları hırsla çatıldıysa da, karşısında oturan ağası masanın altından ayağıyla ayağına gene hafifçe bastı. Ağası ne babasına benziyordu, ne de kendine. Uzun boylu kupkuru, kavrulmuş… Saygısı sonsuzdu ona. “Çemkirme babana sakın!” demek istediğini anlamıştı. Anlamıştı ama, kendi çemkirmiyor, saygıda kusur etmiyordu da ne oluyordu? Evde anasına “İşler kesatlaştı. Büyük oğlan fazla geliyor, başının çaresine baksın. Evlenip üç çocuk sahibi olmayı nasıl bildiyse karınlarını doyurmayı da bilsin. Ben Cenab-ı Allah değilim ki rızk vereyim!” yollu bağırıp çağırmıyor muydu? Ağasıyla bakıştılar. Birbirlerini anlayan bakışlardı. Gözlerini işlerine indirdiler, ikisi de iki ayrı ayakkabı tekinin pençe dikişlerini dikiyorlardı. (…) Babaları makinenin başından kalkmıştı, dizden aşağısı tahta sol bacağını ağır ağır çekerek dükkandan çıkmağa hazırlanıyordu. Küçük aldırmadı. Büyük sordu “Nereye baba?” Topal eskici bakmadan homurdandı, “Ananın dinine!” Kaldırıma hırsla indi. Huyunu bildiği halde niye sorardı şu koca ayı? Camiye ya da meyhane, kerhaneye gitse ne lazım gelirdi? Sanki babasını çok seviyor da gözünün önünden ayrılmasını istemiyor.”

Yosl Bergner, Pumpkins, 1942

Yosl Bergner, Pumpkins, 1942

4. Oğuz Atay (1934 – 1977), Tutunamayanlar, 1972

Oğuz Atay, eserlerinde bu temaya yoğun şekilde yer veren yazarlardan birisidir. Atay’ın eserlerinde yer verdiği babalara eleştirmen Nurdan Gürbilek az gelişmiş babalar adını verir. Yazarın Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar romanlarında gerilerde bir yerde bir utanç devri, o devrin başında çocuklarını gülünç duruma düşüren az gelişmiş bir baba vardır. Atay’ın Korkuyu Beklerken öykü kitabında yer alan otobiyografik özellikler taşıyan Babama Mektup öyküsü de, bu iki romanıyla bağlantılar içerir. Yıllarca aynı mekanı paylaşarak beraber yaşadığı babasına ancak o öldükten 2 yıl sonra içten bir dil ile seslenebilen yazar, varoluşuyla ilgili endişe duyar ve ölen babası üzerinden kendiyle hesaplaşır.

İlk postmodern roman olarak tanımlanan Tutunamayanlar’da Selim ve Turgut karakterlerinin yaşadığı sorunlar, Doğu-Batı çatışmasıyla bağlantılı bir kimlik bunalımına karşılık gelir. Tutunamayanlar’ın prensi Selim, az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğludur. Turgut, pısırık bir babanın ürünüdür. Benim içimdeki çocuk büyümedi, yaşamadığı için hiç büyümedi amcası der.

Selim intihar etmiştir ve bu intihara yönelik olaylar dizisinin izini süren Turgut, bu süreçte kendi kimliğini çözümleme peşindedir. Her iki karakter için de kendi varlığını anlamlandırmaya ilişkin bir arada kalmışlık söz konusudur. Atay’ın eserlerinde baba oğul ilişkisinin arafta olma halini doğuran görünümlerinden birisi, iki karakter arasında çatışmalı bir ilişkinin varlığı şeklinde ortaya çıkar. Babanın gelenekseli, Doğu’yu temsil ettiği ve sert, dediğim dedik karakterler olarak tanımlandığı bu anlatılarda oğul, baba otoritesinin kurbanı haline gelir.

“(…) Baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum, yıllardır ruhumuzu öldürdün bu evde, hayatında bir roman okumadın, bir sinemaya gidip heyecanlanmadın, beni ve annemi bu çirkin eşyanın içine hapsettin, yemekten ve uyumaktan başka bir şey düşünmedin, bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti, kuru mantığınla içimizi kuruttun, sana benzeyen taraflarımdan, ellerimden, ayaklarımdan utanıyorum, ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum, kötülük edemeyecek kadar kısır kafanda yalnız bizim için yaptıklarının defterini tuttun, bana aldığın ilk elbiseden verdiğin son harçlığa kadar, hastalığımda uykusuz kaldığın gecelerin hesabına kadar kaydettin, bu ağır havalı evin içini güzel bir müzik sesiyle bir kitapla süslememe izin vermedin…”

Henry Ossawa Tanner, The Thankful Poor, 1894

Henry Ossawa Tanner, The Thankful Poor, 1894

5. İnci Aral (1944 – ), Kendi Gecesinde, 2014

Ağırlıklı olarak kadın karakterlerin etrafında aşk, sevgi, cinsellik, aile, evlilik, ölüm, özgürlük temalarını ele alan İnci Aral, bu genel temalara, bölünmüş benlikler, varoluş sancıları, cinsel kimlik buhranları gibi psikolojik temaları da ekler.

Kendi Gecesinde, odağında bir erkeğin yer aldığı, kişisel bir hesaplaşma romanıdır. Bu hesaplaşma, bünyesinde aile, evlilik, aşk, sevgi gibi temalar ile bir kuşağın geçirdiği değişim konusunu barındırır. Bu yönüyle, romanda ele aldığı bireyin ve Türkiye’nin tarihine panoramik bir bakış söz konusudur. Bunun yanı sıra, Kendi Gecesinde içerdiği iç hesaplaşmalar ve kişilerin ruhsal boyutunun ayrıntılı bir şekilde sergilenişiyle psikolojik roman hüviyetine sahip bir eserdir.

Hayati’nin (ya da Hayali) eski eser kaçakçısı, aynı zamanda sarraf ve antikacı olan babası iş adamı Sadık Sami Balkan nüfuzlu biridir. Hayali’nin annesi Yurdanur’a aşık olduğu sırada ilk evliliğini bitirme aşamasında olan Sami Bey, oğlunun doğumuyla yeni bir hayata başlar. Ne var ki Yurdanur, Hayati sekiz yaşındayken, evi terk ederek aşığıyla kaçar. Bundan sonra Sami Bey’in bütün enerjisi, oğlunun bu elim olayı en az hasarla atlatması noktasında toplanır. Oğlunu kendisinden almak isteyen Yurdanur’a vermez, eğitimini, bakımını, tüm sorumluluğunu kendisi üstlenir. Ne var ki tüm çabalarına rağmen Hayali’yle aralarındaki baba-oğul çatışmasına engel olamaz. Hayati, sancılı baba oğul ilişkisinde, hayır deme şansı olmadığı için ezilmiş ve kirlenmiş olduğuna inanarak suçluluk duyar. Çelişkilerle doludur, hayatı boyunca maddi sıkıntı çekmemiştir, ama parayı sever. Annesi yüzünden, aşkın bir hastalık olduğuna inanır ve aşka düşmemeye çalışır. Oysa cinsellikte ayrım ve sınırları reddeder. Her iki cinsle de olabilir.

“Hayati, çocukluğundan beri senin için hep endişe ettim. Emanetmişsin gibi başına bir şey gelecek, kaza geçirecek, kötü bir şey olacak diye korktum. Senden yerine konmayacak çok önemli bir şey almışım da ne yapsam ödeyemeyecekmişim gibi suçluluk içinde yaşadım. Seni sakınayım derken hatalar yapmış olabilirim. Çünkü baba olmak çok zordur.”

Paul Mathey, Interior With Women And A Child

Paul Mathey, Interior With Women And A Child

6. Hasan Ali Toptaş (1958 – ), Kuşlar Yasına Gider, 2017

Modern Türk Edebiyatı’nın dil ve kurgu ustalarından Hasan Ali Toptaş, Kuşlar Yasına Gider romanında baba-oğul ilişkisini hem yerel hem de evrensel çizgide bir kavramsal derinlikte anlatır. Kuşlar Yasına Gider romanı, yalnızlığı, yaşlılığı, ölümü, baba-oğul ilişkisini dil büyücüsü bir yazarın usta kalemiyle yansıtır. Edebiyat dünyasında baba-oğul çatışmasını işleyen çok sayıda eserden farklı olarak, babasıyla hesaplaşmak yerine onu anlamaya çalışan, ona merhametle yaklaşan yazar-oğul ile karşılaşırız.

Yol, onun hem babasını hem de kendisini keşfetmesini sağlayan önemli bir metafor olarak karşımıza çıkar. Yol tutkunluğu ile bilinen baba Aziz, şoförlük yaptığı yıllarda yolları hep iyilik ve merhamet için aşar. Bir öğrencinin okula kaydının yetişmesi, bir hastanın hastaneye yetişmesi veya bir çobana hakkının verilmesi için yollara düşen baba figürü şiirsel ifadelerle anlatılır. Ankara’dan baba ocağına defalarca tekrarladığı yolculuklarda dinlediği türküler, hem kendi geçmişinin hem de geçtiği irili ufaklı yerleşim birimlerindeki insanların geçmişini bugüne taşır ve romanın odak noktasında yer alır. Romanda zamanın durması veya akması da adeta türkü formundadır.

“Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü.”

“İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan. O an birbirimize bakışlarımızla sarıldık sanki.”

“Babam dağa bakan pencerenin dibinde, dirseğini yastıklara dayamış, sessizliğin içine bırakılan başka bir sessizlik gibi öylece yatıyordu. Yaklaşıp elini öptüm. Ağzı birazcık aralandı ama konuşamadı, nemli gözlerle yüzüme bakıp üst üste başını salladı sadece.”

Geliy Mikhailovich, Korzhev-Chuvelev

Geliy Mikhailovich, Korzhev-Chuvelev

Tüm kadınlar sonunda annelerine benzerler: Bu onların dramıdır. Erkekler için böyle bir durum asla söz konusu olamaz: Bu da onların dramıdır.

Oscar Wilde

7. Ayfer Tunç (1964 – ), Dünya Ağrısı – Aziz Bey Hadisesi – Osman

Ayfer Tunç’un roman ve hikâyelerindeki kahramanların hayat hikâyelerine bakıldığında otoriter, sevgisiz ebeveyn mağduru oldukları açıkça görülecektir. Yazarın Aziz Bey Hadisesi hikaye kitabıyla Dünya Ağrısı ve Osman romanlarının ortak yönü; kurgunun baba-oğul çatışması çerçevesinde işlenmesidir. Bu üç eserde de otoriter bir baba ile pasif bir anne vardır. Otoriter baba tarafından baskılanan kahramanlar bir süre babalarına karşı varoluş mücadelesi verirler; ancak bu mücadele küçük bir isyan boyutunda kalır. Kahramanlar, çocukluk dönemleri boyunca babaları tarafından kontrol altında tutuldukları için tek başlarına karar verme imkânına sahip olamamışlardır. Aziz Bey Hadisesi ve Dünya Ağrısı eserlerinde her iki kahraman da babaları tarafından baskılanmanın öfkesini çevrelerindeki insanlara yöneltirler ve bu öfke de onları yalnızlaştırır.

Dünya Ağrısı’nda Mürşit babası tarafından içine itildiği dar hayattan bütün çevresini sorumlu tutar. Böylece sadece uzak çevresiyle değil, karısı ve çocuklarıyla dahi bağ kuramaz. Yabancılaşma ve baba-oğul çatışması temalarının ön planda olduğu romanda Mürşit, “Bende gördüğün her şey babamla başlar.” diyen Aylak Adam gibi hayatını otele ve şehre hapseden babasına karşı müthiş bir öfke duyar. Mürşit, iyi bir baba olmayı da beceremez. İçindeki özgürlük isteğinden dolayı Özgür adını verdiği oğlu, onun yapmak istediklerinin tam tersini yapar, geleceğe dair hayalleri olan ve şehir halkının tasvip ettiği bir hayatı yaşayan biridir.

Kız evlatlar gider, özgür değildirler, asla olmazlar ama yine de giderler, bir kafesten başka bir kafese. Erkek evlatlar kalır, evlerin özgür demirbaşlarıdır onlar. Babasına, gitmek isteyen asıl benim diyemedi; başka bir kafese değil ama, bu kafesten sonsuzluğa gitmek istiyorum. Gidemedi, sonsuzluk içinde kaldı.

Babasına kendi adını koyarken ne düşündüğünü sormadı. Gençliği boyunca yediği azarlardan biliyordu çünkü. Serserilik etme, adına layık ol, kardeşlerine yol göster. Babasının bu sözünü her hatırladığında kendine hangi yolu diye soruyor. Hayat başı sonu belirsiz, bulut gibi dağınık, ansızın yön ve biçim değiştirme yeteneğine sahip bir şey. Hayat tanımlanamayan bir şey. Hatta belki sadece bir fikirdir hayat, daha ötesi değildir. Böyle tanımsız bir bulutta nasıl bir yol olabilir ki?” (Dünya Ağrısı)

Aziz Bey Hadisesi’ndeki Aziz Bey ise tüm öfkesine rağmen babasına benzemekten kurtulamaz. Babasından öğrendiği otoriter dil, çevresindeki insanlarla bağ kurmasına engel olur ve nihayetinde o da babası gibi bir koltukta yalnız başına ölür.

Görebileceğini hiç sanmadığı halde, oğluna duyduğu  kinle kalbi taşlaşmış olan babasına yine gitti. Her defasında aynı şeyler oluyordu. Haftada birkaç gün, hazırlıksız yakalamayı umarak değişik saatlerde babasının evine gidiyor, uzun uzun zili çalıyor, babası perdeyi aralayıp birkaç saniye baktıktan sonra camın arkasında kayboluyordu. Aziz Bey bu inatçı ve küskün adamın perdenin ardından ona baktığını biliyordu. Bu yüzden camın önünde yarım saat kadar oturuyor, gözünü pencereye dikip kıpırdamadan bekliyor, bazen kâğıtlara ufak notlar yazıp kapının altından atıyordu.”

Osman romanının başkahramanı Osman ise Mürşit ve Aziz Bey’den farklı olarak sosyal bağları olan bir kahramandır. Fakat bu bağlar Osman’ın yaptığı hatalar nedeniyle zaman içinde kopar. Bu hataların içinde en büyüğü, karısı Şebnem’le birlikte olmak isteyen emniyet müdürüne hayır diyememesidir. Otoriter babasından korkmayı ve itaat etmeyi öğrenen Osman, kendisinden çok daha güçlü olduğunu düşündüğü emniyet müdüründen korkar ve ona itaat eder. Bu pasifliğinin sonucunda ise hayatına yalnız devam eder ve yalnız ölür.

“Yatacağıma Hüsam ağabeye gitseydim hastaneye yetiştirebilirdim seni ve şu anda yaşıyor olurdun. Aslında vicdan azabı duymak istiyorum baba, gerçekten. Seni öldürmüş sayılırım çünkü. Ama öyle garip ki sözcükler, BABA, VİCDAN, ÖLÜM, hepsi ANLAMSIZ sesler gibi geliyor.” (Osman)

Kaynak
Oğuz Atay’dan Babama Mektup Ya Da Bir Yazarın Ölen Babasıyla/Kendisiyle HesaplaşmasıMetinden İmgeye Metinlerarası Bir Figür Olarak Arafta OlmakGurbet Kuşları, Eskici ve Oğulları, Vukuat Var Romanlarında Göç OlgusuOrhan Kemal’in Hayatı ve EserleriYusuf Atılgan’da Baba İmgesi: Psikanalitik Bir YaklaşımYaprak Dökümü Romanında Yapı ve İzlekBelleğin Kara Sularında Kendi Sahiline Doğru İçsel Bir Yolculuğun Romanı: Kendi GecesindeKuşlar Yasına Gider Romanında Postmodernizmle Geleneğin Buluşması, Ayfer Tunç’un Roman ve Hikâyelerinde Sosyal Benlik ile Aile Kurumu İlişkisi


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir