İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini ve hayatıyla ilgili önemli detayları derledik.
Mehmet Akif Ersoy, 1873’te İstanbul’da doğdu. Bir medrese hocası olan babası, ona Ragıyf ismini vermiştir. Evde ve mahallede zor olduğu için Akif’e çevirmişlerdir. Yalnızca babası onu Ragıyf diye çağırmaya devam etmiştir. Geleneğin bütün çizgileriyle yaşandığı Fatih’teki evlerinde annesi Akif’in medresede okumasını isterken babası ise değişen dünyayı farkederek onun mektepte yetişmesini arzu etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşmuş gibidir. Bu kişilik sentezi daha sonra Akif’in mesleki ve özel yaşamındaki etik yönü ortaya koyacaktır.
“Kuzum ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.”
(Küfe)
Ortaokulu bitirdikten sonra meslek ve okul tercihini kendisine bırakılan Akif, Mülkiye’ye girer. Ancak 14 yaşında, Mülkiye’nin yüksek bölümündeyken babası vefat eder. Aynı yıl bir yangın sonucu evlerinin yanmasının ardından, Mülkiye’ye gündüzlü öğrenci olarak devam etmesi imkansız hale gelmiş ve mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Baytar Mektebi’ne geçmiştir. Şiire ilgisi de okulun son iki yılında başlar. Birçok manzume yazar. O yıllardaki adı ile Mülkiye Baytar Mektebi’nden 1893’te birincilikle mezun olur.
Lisan öğrenimi konusunda oldukça yeteneklidir. Arapça, Farsça ve Fransızca’yı, edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Bu dönemde sporla da ilgilenir. 14 yaşında yağlı güreşe başlamıştır. Ayrıca gülle atar, ata biner ve çok iyi yüzerdi. İstanbul Boğazını da yüzerek geçmiştir.
“Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl…”
(Bülbül)
“İlk şiirlerim 1896 senesinde Resimli Mecmua’da çıktı. Konuları ahlaki, dini, pek azı garami (aşka dair, aşıkane, lirik) idi. İlk şiirlerimde birkaç şairi kendime örnek olarak almıştım. Bunların başında Ziya Paşa gelir. Naci’den, Namık Kemal’den, Hamit’ten de pek çok istifade ettim.”
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye târif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
(Kıssadan Hisse)
Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hamit Tarhan, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Akif, Mithat Cemal Kuntay
Safahat, Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini topladığı yedi kitaplık şiir külliyatının adıdır. İçinde 11.240 mısra tutan 108 şiir bulunmaktadır. Safahat, safhalar, devreler, dönemler ve görünüşler, manzaralar demektir. Birinci kitap, yalnız Safahat adını taşır. Öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Safahat’ı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni ile yazılmıştır. Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı milletin malıdır diyerek Safahat’a almamıştır. Çanakkale Şehitleri adıyla meşhur olan şiir ise Asım kitabında bulunmaktadır.
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın.
Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitabım!…
Kim derdi ki: sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım.”
(Safahat İçin)
Genelkurmay’ın Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek, savaşımızın manasını anlatacak, halka ve askere heyecan verecek ve diğer milletlerde bulunan milli marşlara denk olacak bir marş istemesi üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı bütün kuruluşlarına bir genelge ile bildirip, gazetelere de ilan vererek, birinci seçilenin sözlerine 500 ve bestesine 500 lira olmak üzere mükafat koyarak, bir müsabaka açmıştı. Müsabakaya 700’den fazla şiir geldi. Mehmet Akif , işin içinde para olduğu için, herkes kendisinden istemesine rağmen, bir şey yazmadı. Halbuki o sırada bir paltosu yoktu ve çok soğuklarda arkadaşı Prof. Şefik Kolaylı’nın paltosunu ödünç alıyordu… Sonunda Mehmet Akif’i, kendisine para vermeyeceklerini söyleyerek razı ettiler ve bunun üzerine İstiklal Marşı kaleme alındı… Mehmet Akif, mükafat olarak ayrılan parayı, Dârülmesâî (İşevi) adlı, Hilâl-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı bir derneğe vermiştir.
Oğulları Tahir ve Mehmet Emin, kızları Feride ve Suat
“Seni bir nûra çıkarsam, diye koştum durdum,
Ey, bütün dalgalı ömrümde hayat arkadaşım!
Dağ mıdır, karşı gelen taş mı, hep aştım, lâkin,
Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım”
(Hayat Arkadaşıma)
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a dönen Mehmet Akif, 1923 ve 1924 yıllarının kış aylarını yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Kahire’de geçirdikten sonra, Türkiye’deki siyasi gelişmeler yüzünden, 1925’ten 1936’ya kadar temelli olarak Mısır’a gitmiştir. Kahire’deki yaşadığı 10 yıllık sürede eşinin hiç geçmeyen nefes darlığını ve sinirsel rahatsızlığı, çocuklarının başıboş kalması ve maddi imkansızlıklar yüzünden çok sıkıntı çekmiştir. Gerek milletvekilliği, gerek memuriyetleri ve gerekse Milli Marş şairi veya Safahat gibi bir milli destan ve kültürümüz için muazzam bir eserin sahibi oluşu sebebiyle defalarca hak ettiği emekli maaşı ne yazık ki ölümünden üç ay önce dostlarının gayretiyle bağlanabilmiştir.
Mehmet Akif’in eşi İsmet Hanım, kızı Feride, oğlu Emin Akif
“Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!”
(Seyfi Baba)
Mehmet Akif’in en karakteristik özelliklerinden biri de haksızlığa tahammül edememesi ve dostlarına karşı vefasıydı. Arkadaşı Mithat Cemal Kuntay :
“Balkan Harbi başlarken Akif Bey yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka dört çocuğu daha vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı.
Baytar mektebindeyken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacak. Arkadaşı vefat etmiş. Akif Bey de anlaşmalarının gereğini yerine getirmişti.”
Mehmet Akif’in arkadaşım dediği, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları İslimyeli Hasan Tahsin Bey’dir. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1912 yılında vefat edince, Akif her zaman olduğu gibi sözünde durarak, onca fakirliğine rağmen merhumun çocuklarının bakımını üzerine almıştır.
“Gitme, ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!..”
(Gitme Ey Yolcu)
Akif’in 3 kız 2 erkek, toplam 5 çocuğu olmuştur. Büyük oğlu Emin Akif’in hüzünlü hikayesini anlatan 1972 tarihli bir yazı:
“Askerliğini nefer olarak yaptı ve kıtasında asil bir utanma ile Mehmed Akif’in oğlu olduğunu sakladı. Terhisinden sonra büyük şehir İstanbul’un berduşlarından biri oldu. Sabahçı kahvehanelerinde ve hamamlarında yatıp barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap, ispirto ve esrar parası için hammallık yaptığını görenler vardır. 1939’da ilk defa İstanbul zabıtası tarafından bir esrarkeş olarak yakalandı, akıl hastahanesine sevkedildi ve bir suçtan bir müddet de cezaevinde kaldı. Nihayet kendisini bulan bir baba dostu tarafından Bursa’da Atatürk Çiftliği Harası’na kahya olarak yerleştirildi. Evlendi, mazbut bir hayat sürmeye başladı. Fakat 1963-1964 yılları arasında işinden çıkarıldı. İstanbul’a döner dönmez tekrar esrara düştü. 1966 başlarında zevcesi vefat edince tekrar kimsesiz kaldı, tekrar içkiye ve esrara başladı. 1966 sonlarında birkaç ay akıl hastahanesinde kaldı. Kasım 1966’da hastahaneden çıktığında, geceleri Tophane’de bir kamyon karoseri içinde yatmaya başladı.”
İşte o günlerde Emin Akif, (1966) Milliyet Gazetesi’nde yazan Çetin Altan’ın yanına gider. Devamını Altan’ın Bir Yumak İnsan kitabından aktaralım:
“- Bir öğle sonrası… Bayram içeri girdi, “Sizi biri görmek istiyor” dedi.
– Buyursun…
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:
– Bendeniz, dedi, Mehmet Akif’in oğluyum…
Bir anda ne olduğumu şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: “Oooo buyurun buyurun, nasılsınız…” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O tavrını bozmadı: “Rahatsız etmeyeyim” dedi; “Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…”
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum… Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım.
O, bükük boynuyla: “Siz ne münasip görürseniz” dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. “Durun bakalım neyimiz varmış” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, -fazla bir şey de yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı…
– Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim, dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu…”
Mehmet Akif, oğlu Emin Akif’le
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecektir?”
(Resmim İçin)
Mehmet Akif’in cenazesi
Mehmet Akif Mısır’da siroza yakalanmış ve durumu ağırlaşınca, İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’da yine Abbas ve Said Halim Paşa ailelerinin yardımıyla tedavi olunmuşsa da şifa bulamayarak 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etmiştir. Prof. Ali Nihat Tarlan, Akif’in cenazesindeki hüznü şöyle anlatır:
“Divanyolu’nda kahvede oturuyordum. Birkaç tıbbiyeli arkadaş koşarak geldiler. ‘Hocam’ dediler, ‘Akif’in cenazesini Küllük’e (efsanevi kıraathane) getirmişler, bir araba içinde bırakmışlar, ne yapalım?’ ‘Beyazıt Camii’nden cenaze örtüsü, üniversiteden de bir bayrak alınız, hizmetinde bulunalım’ dedim. Koşup gittiler. Bir saat geçti ya da geçmedi, cenaze teçhiz edilip omuzlara alınmıştı. Nasıl oldu bilmiyorum ama, meydan dolmuştu. Kar, kış kıyamette, hocaları tarafından yol kenarında dizilen küçük yavrular, ilkokul öğrencileri, göz yaşartacak bir manzara teşkil ediyordu. Üniversite talebeleri cenazenin arkasında idi. Kiminin üzerinde bir pardösü bile yoktu.”
“Hayır! Yakar beni derdimle âşinâ çıkman,
Bırak, ben ağlayayım, sen çekil de karşımdan.
Belâ mı kaldı ki dünyâ evinde görmediğim?
Bırak, şu yaşları , hiç yoksa, görmeden gideyim!”
(San’atkâr)
Kaynak
http://www.aduveterinaryjournal.com/files/m9.pdf, Mehmet Akif Ersoy – Safahat