Menu

Peyami Safa’nın Eserleri ve Hayatı



Peyami Safa fıkra, makale, hikaye, roman türlerinde eserler yazmıştır. Gün Doğuyor adlı bir de tiyatro eseri vardır. Ama bir yazar olarak belirgin yönü, şüphesiz ki romancılığıdır. O, bir bakıma romancı yeteneğiyle doğmuştur denilebilir.

“Edebiyat, dokuz yaşımda başlayan ihtiraslarımdan biridir. On üç yaşımda Eski Dost diye yazdığım ilk çocukluk romanımın müsveddelerini hala saklıyorum.” demesi, bir anlamda söz konusu yeteneğin varlığını göstermektedir.

peyami safa

Peyami Safa ilk roman denemesi, kendisine kısa sürede yaygın şöhret kazandıran Sözde Kızlar’ı 1923’te kaleme alır. Sözde Kızlar romanı, teknik ve içerik bakımından, Peyami Safa’nın gelecekte yazacağı romanların adeta prototipi konumundadır. Romanın Marcel Prévost’nun Les Demi-Vierges (Yarım Bakireler) adlı kitabından ve La Garçonne’dan intihal ürünü olduğu iddiası ortaya atılsa da, Peyami Safa, yöneltilen eleştirilere ikinci baskıya ilave ettiği Mukaddime kısmında cevap verecektir. Sözde Kızlar’da Mütareke yıllarında toplumun üst kesiminin yaşadığı ahlaki çöküş ve batıya, zenginliğe, gösterişli bir hayata özenmenin insanları felaketlere sürükleyeceği anlatılmaktadır.

“Genç kız indi, eve doğru yürüdü, kapının önünde durakladı, elini çıngırağa uzatırken geriye çekti. Başını yukarı kaldırarak, köşkün karanlık cephesine baktı. Hiçbir odada aydınlık yoktu, pencerelerin camları, sokaktan vuran ışıklarla, karanlık bir ayna gibi parıldıyordu. Köşkün bütün odaları ıssız. Herkesin yatmış olması, genç kızı büsbütün tereddüde düşürdü. Kapıyı çalmaya bir türlü cesaret edemiyor, korku ile etrafına bakınıyor, fena bir vaziyete düşmekten ürküyordu. Arabacı tahakkümle:
-Haydi, çal kapıyı, bekletme, dedi.
Genç kız, ani bir cüret hamlesiyle, titreyen ellerini çıngırağa götürdü, asabi bir hareketle parmaklarını çevirdi. Çıngırağın sesi, karanlık yolun boşluğunda uzana uzana yürüdü, sonra, derin sükut yine çöktü. Köşkün içinde hiçbir ses yoktu. Kız arabacıya ümitsiz baktı:
-Galiba yoklar…
-Çal bakalım.
Çıngırağın keskin sesi yine çınladı, yine sükut, yine köşkte hiçbir hareket işitilmedi. Arabacı, yere atlayarak, kapının önüne geldi, içkinin söndürdüğü fersiz, kabarık, aklı gözlerini kızın yüzüne yanaştırarak, kaba, müstehzi fısıldadı:
-Anlaşıldı hanım, döneceğiz, sokakta kalacak değilsin ya… Bizim eve gideriz.” (Sözde Kızlar)

peyami safa

Peyami Safa 1923 yılında yayınlanan Şimşek’te, doğu-batı kültürleri arasındaki bariz farkları karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Romanda, İstanbul’da yaşayan farklı yapıda bir ailenin başından geçen, değişik ve yasak ilişkiler yumağının bir sonucu olarak yaşanan, sonu felaketle biten bir olaylar zinciri, okuyucunun gözlerinin önüne başarılı bir şekilde resmedilmekte, yaşanan olaylar adeta okuyucuya da yaşatılmaktadır. Müfid, bu toprakların geleneksel ahlakını, maneviyatçı yanını, dürüstlüğü temsil ederken; Sacid ise tam aksine batıya atfedilen, zevk sefa düşkünlüğü, ahlaksızlık gibi kişilik özelliklerine sahiptir. Pervin ise kişiliği tam ortada bir karakterdir. Ali ise sağduyu ve aklı temsil eden, romandaki ideal ve doğru karakterdir.

“Çok yanılmıyordu. Hedefine vasıl olan hiçbir temayül yaşamaz. Arzu ile gaye arasında ümid verici bir mesafe olmadıkça arzunun yaşaması imkansızdır. İhtiraslar da böyledir. Aşk da hedefinden az çok uzak bulunursa canlıdır. Firari ve sayyal bir hedef karşısında her ihtiras kudurur. Bunun için iki taraftan biri kaçar ve öteki tarafın ihtirasını tahrik eder. İhtiras kovalayan tarafta vardır. Kaçan lakayttır. Bunun için sevişmek yoktur. İki insan, muhtelif anlarda, birbirlerini sevebilirler; fakat bu an birleşir ve iki taraf, birbirlerini aynı zaman içinde sever ve sevdiklerini hissederlerse, ikisinde de ihtiras derhal mahvolur ve aşk hadisesi biter. Her sevdanın sonu böyledir. Garip netice: Sevişmek aşkın zıddıdır.” (Şimşek)

peyami safa

Peyami Safa, ilk baskısı 1924 yılında yapılan Mahşer isimli romanında toplumda varolan çarpıklıkları roman kahramanı Çanakkale Savaşı’nda yaralandıktan sonra İstanbul’a dönen Nihad’ın etrafında geliştirdiği olay örgüsüyle okuyucuya yansıtmıştır. İstanbul’un kirlenmiş ortamında karısı Muazzez’le temiz bir hayat yaşayamaz. Karısı tarafından da terk edilince intiharı seçer.

“Bir intihar vakası, yaşamaya karar vermiş insanları hayrete düşürebilir; fakat ölümü sevmiş, onu kabul etmiş bir mahluk için, iki üç dakikalık eziyetin ne hükmü var? Kendini öldürenlerin cesareti, hayatta kalanları çok hayrete düşürür. Halbuki iş ölüme karar verebilmektedir, icra, en korkanlar için bile kolaycacık yapılabilecek bir iştir. İntihar iradesinde güçlük, karar vermektedir, icrada değil.” (Mahşer)

peyami safa

Yazarın 1925 yılında yayımlanan Canan adlı romanı, söz konusu sorunu ele alış bakımından öteki eserleri arasında ayrı bir özellik gösterir. Peyami Safa, bu romanında yanlış batılılaşmanın aile kurumu üzerinde ne gibi etkiler yaptığını incelemiş; roman kişileri aracılığıyla bu konudaki değişik görüşleri tartışma ortamına itmiştir. O, aileye tek taraflı bir bakış içinde değildir. Eserlerinde kendi idealindeki aile ve kadın tiplerinin yanı sıra kendi düşünce yapısına aykın durumdaki kadın ve aile tiplerine de yer vermiştir.

“- Bir kadının zevcini muhafaza etmesi için, evvela, onun her hareketine göz yumması lazımdır. İnsanların tabiatı malum. Yapma denilen şeyleri yaparlar. Eğer kocanızı kıskanırsanız, o sizi aldatmaktan daha fazla zevk duyar. İnanınız… Bu bir kaidedir. Yasak olan şeylere herkes rağbet eder. Ne yapsanız nafile. Kocanız başka bir kadını beğendi mi, onun arkasından koşacaktır. Onu kendi haline bırakınız, tekrar size gelir, tekrar sizi sever. Eğer daha çabuk gelmesini, daha çabuk sevmesini, yahut rakibinizi yenmek istiyorsanız bir tek çare var, başka hiç!
– Nasıl çare?
– Tekrar söylüyorum, bana kızmayınız. Ben size tecrübelerimi anlatıyorum, sonra gayet hür düşünüşlü bir adamım, kadın işlerini iyi bilirim. Bedia dayanamayarak bir daha sordu:
– Ne gibi çare efendim?
– Ben kadın olsaydım, kocamın beni gözümün önünde aldatmasına ses çıkarmazdım.
– Anlamadım.
– Ve kocamın yaptığını yapardım.” (Canan)

peyami safa

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, dizindeki kemik veremi nedeniyle iki kere ameliyat geçirmiş, fakat iyileşememiş isimsiz hasta bir gencin çektiği acıları anlatır. 1930 yılında yayınlanan, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, hem otobiyografik roman türünün başarılı bir örneği, hem de psikolojik roman türünün ilk örneğidir. “Her romanımda kendi hayatımdan parçalar vardır. Yalnız otobiyografik romanlar, yaratma hürriyetimizi kısarlar. Orada biz, sayısız imkan ve ihtimallerden bazılarını tercih hürriyetini kaybeder, bir tanesi üzerinde billurlaşmak zorunda kalırız…”

“Bahçe. Parlak bahar güneşi. İçerinin renklerinden ve kokusundan birdenbire ayrılan tatlı bir parlaklık, çamların yeşili ve taze bir tabiat kokusu. Uzakta, çamların altında, beyaz entarili hastalar derinliklere doğru gitgide küçülen, yumuşak hayaletleriyle uzanmış, güneşleniyorlar. Koğuşlardan birinin penceresinden hasta bir çocuğun söylediği türkü geliyor. Kumlu yolda yürüyen ayakların çıtırtısı. Ve her an çamların karaltıları arasında ansızın beliren bir beyazlık. Her gidişimde hastahanelerin bahçeleri bana hüzün verirdi. Bunun manasını şimdi bulmaya çalışıyorum ve hastalıkla tabiat arasındaki büyük tezadı anlıyorum. Bu, bir bahçeden hastahaneye girerken ve bir hastahaneden bahçeye çıkarken en çok hissedilen şeydir.” (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu)

peyami safa

1931 yılında kaleme alınan Fatih-Harbiye, batılılaşmanın yanlış sonuçlarını eleştiren, farklı kültürleri ve yaşantıları sembolize eden iki karşıt mekan üzerinden anlatılmaktadır. Eserin merkezinde yer alan Neriman adlı genç kız, Doğu-Batı ayrımında bazı çatışmalar yaşayarak bu iki dünyanın sentezine ilişkin bir sonuca doğru ulaşmaktadır.

“Birbirine zıt bir takım hayaller gözünün önünden geçiyor ve kendiliklerinden bir sürü mukayese unsurları teşkil ediyorlardı: Fatih sokakları, Beyoğlu caddesi, başörtülü kadınlar, sarıklı adamlar, otomobiller, şahnişleri çarpılmış, kaplamaları çatlamış, tahta evler, karanlık helvacı sesleri, apartmanlar, kuvvetli elektrik ışıkları, Maksim salonu, Şinasi’nin odası, yerde notalar, Şinasi’nin kabarık saçları, sinemada gördüğü Avrupa salonları, insanlar arasındaki ince münasebetlere ait birçok intibalar, büyük bir kilise kapısı, Beyoğlu’ndaki kapalı çarşılar, yüksek taş binalar arasında şerit kadar ince bir mavi hava görünen sokaklar, Fatih Camii’nin avlusu, ezan sesleri, yangın korkuları, beşik gıcırtısı… Birden bire silkindi. Kucağına ağır bir şey düşmüştü.” (Fatih Harbiye)

peyami safa

Peyami Safa’nın evlilik kurumunun lüzumu veya lüzumsuzluğu üzerine inşa edilen 1938 tarihli Bir Tereddüdün Romanı’nda kurgu, evlenerek toplumun genel düzenine dahil olup olmama noktasında tereddütler yaşayan bir muharririn zihni mücadelesine, iç çatışmalarına dayalıdır. Peyami Safa, romanında doğrudan bohem hatıralarına yer verir. Arkadaşı Fikret Adil’in Asmalımescit 74 adıyla kitaplaştırdığı anılarında anlattığı olayların, birebir aynısını bu eserde görmek mümkündür.

“Hayattan aldığımız her zevki muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkansızdır. Çünkü ruhi varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nispetinde zevk duyar: Ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır.” (Bir Tereddüdün Romanı)

peyami safa

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Peyami Safa’nın dile hakim, tekniği mükemmel ve eşya isimlerini en küçük ayrıntısına kadar irdeleyen bir dikkate sahip gerçek bir kalem erbabı olduğunu gösterdiği olgunluk eseridir. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanı, ciddi manada ilk modern Türk romanlarından kabul edilir. Peyami Safa bu romanda İkinci Dünya Savaşı’nın insan ruhu ve toplum üzerindeki kötü izlerini anlatmıştır. Kitap, ruh huzuru arama ve sosyal yıkımlardan felsefi kurtuluşa geçme yolları arayan, mistisizmi konu alan bir romandır.

“Ben Türk değilim, insan değilim, hayvan değilim, tıbbiyeli değilim, felsefeci değilim, aşık değilim, zengin değilim, fertçi değilim, cemiyetçi değilim, milliyetçi değilim. Vafi Bey’in ecinnileri arasında oturan, iradesi çarpılmış, bir hafta sonra ne yapacağını bilmeyen, tembel, hiçbir işe yaramaz ve ömrünün yarısı Avrupa’da hariciye memurluklarında geçmiş, ayyaş, zampara, hedonist, ciddiyetin yalnız hayvanlara yakıştığına inandığı için dünyanın bütün dramlarına kahkahayı basan ve bunun için Gülener soyadını alan bir baba ile yarı sanatkar, yarı deli, erkek düşkünü veremli ve veremden iki yetişkin kızını kaybetmiş, ayyaş, kokainman, Paris’te okuduğu için kültürlü, genç yaşında ölmüş bir ananın oğluyum.” (Matmazel Noraliya’nın Koltuğu)

peyami safa

Yalnızız, insan bilinmezi ve çıkmazlarına çözüm getirme iddiasına sahip bir romandır. Romanın ana karakterlerinden Samim, devamlı düşünen ve düşündüklerini kendi iç dünyasında uygulayan bir tip olarak karşımıza çıkar. Yalnızız 1950 yılında yayımlandığı zaman hakkında yapılan eleştiriler, daha çok Samim karakteri üzerinde yoğunlaşmıştır.

“Son vapur. Güvertenin ön tarafındayız. Yakınımızda kimseler yok. Başlarımız birbirine dayalı. Rüzgar onun saçlarını benimkilerine, teninin kokusunu denizinkine karıştırıyor. Gözlerim kapalı. İki eli de avuçlarımda. Sıkıyorum. Başını hafifçe çekiyor ve yan bakışlarıyla gözlerimi arayarak gülümsüyor. Yüzünde müşterek bir rüya anının dalgınlık izleri yerine, ağır düşüncelerden gelen bir dehşet intibaı var. Bir korku sarayının simsiyah koridorlarında dolaşan yalnız ve mahpus bir kraliçe gibi gözleri karanlığı emiyor, büsbütün irileşiyor ve güzelleşiyor. Ben onun münzevi (ilgisiz) kalbine uzaklardan seslenmek için, kulaklarının içine en güzel hislerimi fısıldıyorum. Sonra dudaklarımı yanaklarının üstüne koyuyorum. Yüzü yanıyor, o kadar yanıyor ki, biraz sonra kül olup dağılmasından korkuyorum. Sonra ince bir ıslaklık. Hafif bir titreme. Gözlerinin içine bakıyorum. Karanlık ve soruyorum:
— Ağlıyor musun?
Gözlerini yumuyor.” (Yalnızız)

 

Biz İnsanlar, kozmopolitlikle milliliğin, materyalizm ile maneviyatçılığın titiz bir kıyaslamasıdır. Kitap, harp yıllarında yaşanan ahlaki çöküntünün içerisinde dürüstlüğün ve idealizmin bayraklaşan savunmasını yapıyor. Romanda, Peyami Safa kahramanlarının yaşadığı gelgitler ve kararsız ilişkiler ile toplumun içerisinde bulunduğu durum arasındaki bağlantıyı şaşırtıcı bir ustalıkla işliyor. Roman’daki Süleyman karakterinin Nazım Hikmet’i anlattığı söylenir. Malum Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşunu’nu Nazım Hikmet’e ithaf etmiş, ama gerek edebiyata bakış açısı gerekse dünya görüşlerinin farklılığı yüzünden birbirlerine düşman olmuşlar ve daha sonra birbirlerine çok ağır hicivler yazmışlardır.

“Haykır, niçin olursa olsun, haykır, etrafına daima birkaç kişi toplanacaktır; haykır, seni anlar gibi olacaklardır, haykır, anlamasalar da haklı bulacaklardır; haykır, büyük ses büyük ruh ifadesidir, haykır, haykır, ne söylemek için olursa olsun, haykır, ah haykır…”

“Bütün büyük kadın meseleleri, bizi içine almak için, mukavemetimizin en az olduğu günü beklerler. O anlarda ruhumuzun topuzları gevşeyen kapıları en hafif rüzgârla açılır ve içeriye, bir gün her şeyimiz olmaya namzet kadın giriverir.” (Biz İnsanlar)

Kaynak
Romancı Yönüyle Peyami Safa


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir