Modern öykünün, Edgar Allan Poe ve Maupassant’la birlikte üç büyük kurucusundan biri olarak tanınan Anton Çehov, 29 Ocak 1860’ta Azak Denizi’nin kıyısındaki Taganrog kasabasında doğdu.
Katı bir Hristiyan babanın oğlu olan Çehov’un çocukluğu babasının baskısı altında geçer. Her sabah uyanırken ilk düşüncesi “Babamdan bugün dayak yiyecek miyim?” olur. Buna rağmen yıllar sonra bir yazar olduğunda “Yeteneklerimiz babamızdan, ruhumuz da anamızdan geçti bize” diyecektir. 19. yüzyılın son dönemlerini başarılı bir şekilde anlatması ve edebiyatın farklı alanlarında başarılı ürünler vermesiyle tanınan Çehov, eserlerinde en çok taşra-şehir hayatı çelişkisini, aristokrasinin çöküşünü, gelecek olan yeni düzene toplumun ve insanların bir türlü ayak uyduramayarak çırpınmalarını ele almıştır.
Taganrog Lisesi’ni 1879 yılında bitirdikten sonra Moskova’ya giderek Moskova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. 1884 yılında hekimlik unvanını alarak bir süre pratisyen hekim olarak çalışmaya başladı. Anton Çehov, sanat yaşamına üniversite eğitimi sürecinde para kazanmak amacıyla önceleri üniversitenin Dosug isimli dergisine, ardından da gülmece dergilerine kısa öyküler göndermekle başlar. Bir gazetenin sahibi olan, çok para ödemeden iyi yazılar yazabilecek yeni yetenekler arayan Suvorin’in gazetesinde yazmaya başlar. Mehmet Özgül’ün Türkçe’ye çevirdiği Doktor Çehov’dan Öyküler kitabına Celal Üster’in yazdığı önsözde, Çehov’un kendi yayıncısına yazdığı mektupta şöyle dediğini öğreniriz: “Tıp, nikahlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsin ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten, benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok.”
Çok geçmeden kısa öykü türünde kendi tarzını yakalayan sanatçı, kısa öykünün ustası olarak Rus ve Dünya Edebiyatı’nda yerini alır. İlk öykülerinden Memurun Ölümü müthiş bir ironi taşır. Hapşırdığı için kendini suçlayan ve bunun için defalarca özür dilemeye kalkan bir memurun öyküsüdür ve komiklikten drama dönüşür.
“Çerviakov evine giderken şöyle düşündü: “Bunda hiçbir alay yok. Bir türlü anlayamıyor, bir de general olacak. Öyle ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. Canı cehenneme! Ona bir mektup yazarım. Ama bir daha gitmem, vallahi gitmem.” Çerviakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale mektup yazmadı. Düşündü taşındı, ama bu mektubu bir türlü toparlayıp yazamadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması gerekti. General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
– Dün efendimizi, buyurduğunuz gibi, alay etmek için rahatsız etmeye gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Alay etmek benim ne haddime? Bizler alay etmeye kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı?
Mosmor kesilen, sapır sapır titreyen general, birdenbire:
– Defol! diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviakov, bir fısıltı halinde:
– Ne buyurdunuz? diye sordu.
General ayaklarını yere vurarak:
– Defol! diye tekrarladı.
Çerviakov’un karnında bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden, geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü. Bir makine gibi evine gelince, üniformasını çıkarmadan, kanepeye uzandı ve öldü.” (Memurun Ölümü, 1883)
Çehov’un ilk bakışta hiçbir anlam ifade etmeyen ufak ayrıntılara olan düşkünlüğü, kahramanlarının içsel yaşamlarını en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilme yeteneği, hafif mizah, keskin hiciv, iç karartıcı ve hüzünlü motifleriyle, yalnızca anavatanının değil, tüm dünya edebiyatının gelişimini etkilemiştir. Her öyküsünde başka bir hayatı kaleme alan Çehov, büyük romanlarda yaratılan devasa tabloları, öykülerinde kendi üslubunca minimalize ederek, daha az olay ve kişiye indirgeyerek farklı anlatım tarzı sergilemiştir. Eserlerinde Anton Çehov adını 1886 yılına kadar kullanmaz. Çehov ilk yazılarında Dalaksız Adam, Kardeşimin Kardeşi, Ulysee gibi takma adlar kullanır. En çok kullandığı ad ise lisedeki hocasının taktığı ad olacaktır: Antoşa Çehonte.
“Dilenci kapının tokmağını tuttu, yakalanmış bir hırsız gibi şaşkın şaşkın kapıdan içeri baktı:
– Ben… Ben yalan söylemiyorum efendim, diye mırıldandı. Belgelerimi gösterebilirim size.
İyice kızan Skvortsov:
– Kim inanır artık size? diye bağırdı. Toplumun köy öğretmenlerine, yüksek okul öğrencilerine beslediği iyi duyguları kötüye kullanmak! İşte asıl aşağılık, alçakça, iğrenç olan nokta da bu! Rezalet!
Skvortsov iyice kendini kaybetmiş, acımasızca azarlıyordu dilenciyi. Bu, üstü başı yırtık adam alçakça yalanlarıyla onda nefret ve iğrenme duygusu uyandırmıştı. Skvortsov’un kendi kendine sevdiği, değer verdiği iyilik, iyi kalplilik, mutsuz insanlara acıma gibi duygularını incitmişti. Yalanlarıyla, insanlara acıma duygusunu kötüye kullanmasıyla onun yoksullara, iyi kalpliliğinden vermeyi sevdiği sadakayı da kirletmişti bu adam. Dilenci önce kendini savundu, yeminler etti. Sonra da sustu ve utançla aşağı eğdi başını. Elini kalbinin üstüne bastırarak:
– Bayım, dedi. Gerçekten de yalan söyledim ben! Ne öğrenciyim, ne de köy öğretmeniyim. Bütün bunlar hep uydurma! Rus korosunda çalışıyordum. İçkiciliğim yüzünden kovdular beni. Ne yapabilirdim ki başka? Allah biliyor ya, yalansız bir şey olmuyor. Doğruyu söylediğim zaman kimse bir şey vermez bana. Doğru söylediğin zaman açlıktan ölecek, yatacak yer bulamayıp donacaksın soğuktan! Siz çok doğru konuşuyorsunuz, anlıyorum, ama ne gelir ki elimden?” (Dilenci, 1887)
Çehov, Bozkır’ı 1887-1888’de yazdı. Bununla, hayatında ilk kez kısa öyküden uzun öyküye yönelmişti. Bozkır’da, Rus kırsalında yoksulluklar ve sert doğa koşullarıyla mücadele eden küçük insanın başından geçen trajik olayları, gündelik hayatın sıradan bir parçasıymış gibi ele alır. Eser okurları tarafından çok beğenildi, ama tam da aynı günlerde ilk tiyatro oyunu İvanov, Moskova’da başarısızlığa uğradı. “Entrika, karmaşık, ama aptalca değil” diyecektir bu oyunu için Çehov. 1887’de gerçekleşen ilk temsilde, oyuncular repliklerini unutur, sahneye sarhoş çıkar, eleştirmenler oyunu anlamadıklarını söyler. Bir iki gösterimden sonra oyun kaldırılır. 1888’de Alaca Karanlıkta kitabı ile Puşkin Ödülü’nü kazanır.
“Yegoruşka çevresine bakındı, tuhaf şarkının hangi yönden geldiğini anlayamadı. Sonra iyice kulak kabartınca, bunu otların söylediği sanısına kapıldı. Pörsümüş, yarı ölmüş otlar, söyledikleri bu sözsüz fakat acıklı, içli şarkıyla kendilerinin hiçbir suçları olmadığını, güneşin onları boşu boşuna yaktığını anlatıyor gibiydiler. Daha yaşamak istediklerini, ölmek için çok genç olduklarını, kuraklık ile yakıcı sıcak onları kurutmaya çalışmasa, daha uzun süre güzel kalabileceklerini dile getiriyorlardı. Güzelliğinin görkeminde, doğanın bu coşkulu mutluluğunda bozkırın gene de bir şeylerin özlemini çektiğini, bir tedirginlik duyduğunu hissedersiniz. Bozkır, sanki zenginliği, ilham gücü kimsenin işine yaramadığı, kimse şarkılarda bu niteliklerini yüceltmediği için kendini boş yere harcadığına inanmaktadır. Böceklerin canlı curcunası arasında onun özlemle yana umutsuz çağrısını işitirsiniz, ‘Bir ozan, ne olur bir ozan!’ diye seslenir gibidir.” (Bozkır, 1887)
Maksim Gorki, Çehov
“Hanım, geceliğinin önünü iliklerken, “Al!” diyor. “Çok ağlıyor, herhalde göz değdi.” Varka bebeği alıyor, beşiğine koyuyor ve yeniden sallamaya başlıyor. Yeşil yuvarlakla gölgeler yavaş yavaş kayboluyorlar. Artık hiçbir şey kafasına girip aklını karıştırmıyor. Uyumak istiyor, hem çok istiyor. Uykusunu dağıtmak için başını beşiğin kenarına dayayıp kendisi de birlikte sallanıyor, ama boşuna, gözkapakları yine kapanıyor, başı dönüyor. Sessizlikte birden, öteki odadan beyin sesi gürlüyor: “Varka, sobayı yak!” Artık kalkıp işe girişme zamanının geldiğini anlıyor Varka. Beşiği bırakıp odun almak için odunluğa koşuyor. Varka daha rahattır şimdi. Koşarken, dolaşırken, oturduğu zamanki gibi başına vurmuyor uyku. Odunu getirip sobayı yakmaya koyuluyor. Odunlaşmış yüzünün yumuşadığını, düşüncelerinin aydınlığa kavuştuğunu seziyor. Hanım, “Varka, semaveri yak!” diye bağırıyor. Varka henüz çırayı yarmış, ateşlemiş, semaverin altına sokuyor ki, bir ses daha işitiliyor: “Varka, beyin çizmelerinin çamurunu temizle!” Döşemeye oturup çizmeleri temizlemeye koyuluyor.” (Besleme, 1888)
Pasifik’te bulunan Sahalin Adası’na gider, daha sonra 1891’de Avrupa gezisine çıkar ve Çehov dönüşünde 6 No’lu Koğuş, Üç Yıl, Kara Keşiş, Bilinmeyen Bir Adamın Hikayesi, Mujikler gibi ustalık dönemi öykülerini yazar. 6 No’lu Koğuş, Çehov’un toplumsal içerikli hikayelerindendir. Çarlık Rusyası’nın yaşadığı ekonomik sorunları, toplumsal duyarsızlığı ve iletişimsizliği anlatan ve aslında içten içe deliliği sorgulayan gerçekçi bir öyküdür.
“Onunla hangi konuda konuşulursa konuşulsun, döner dolaşır lafı kentteki hayatın sıkıcılığına, boğuculuğuna, kentte yaşayanların merak yoksunluğuna, boş ve anlamsız bir yaşam sürdürdüklerine getirirdi. Şiddet olayları, ahlaksızlık, ikiyüzlülük biraz renk katıyordu hayatlarına. Üçkağıtçılar iyi besleniyor, iyi giyiniyordu. Dürüst insanlarsa kıt kanaat yaşıyor, ama onlar da okullara, ilerici yerel gazetelere, tiyatroya, kütüphanelere, entellektüel unsurlarda koordinasyona ihtiyaç duyuyor, bu kültür hizmetlerini elde edemiyordu. Toplum kendi eksiklerini görmeli ve korkmalıydı. İnsanları eleştirirken İvan Dimitriç siyah beyazdan başka renk tanımaz, ara renk tonlarını görmezdi. İnsanlar onun gözünde ya dalavereci ya da dürüst kişilerdi, bunun ortası yoktu.” (6 Numaralı Koğuş, 1892)
Çehov’un tiyatro sevgisi, çocuk yaşlarında izleyici olarak başladı. Orman Cini adlı oyununun övgüyle karşılanmamasından ve Martı’nın ilk gösteriminin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, bir daha oyun yazmamaya karar verse de Orman Cini’nin yeni yazımı olan Vanya Dayı eserinin büyük övgüye layık görülmesi ve Martı’nın ikinci sahnelenişinde kazandığı başarı, onun Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi oyunlarını yazmasına sebep oldu. Anton Çehov, Martı adlı eserinde bir çiftlikte yaşayan orta aydın bir grup insanın, çıkara dayalı hayatını ve bu yaşantının sonuçlarını anlatmaktadır. Anton Çehov eserinde bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını savunmaktadır.
“Nina – Rahmetli annemin çiftliğidir. Orada doğdum. Tüm yaşamım bu gölün çevresinde geçti, her bir adasını bilirim onun.
Trigorin – Çok güzel bir yer gerçekten! (Martıyı görerek.) Bu nedir?
Nina – Bir martı. Konstantin Gavriliç vurmuş.
Trigorin – Güzel bir kuş. Doğrusu hiç gitmek istemiyor canım. İrina Nikolayevna’yı razı edin de kalsın.
Nina – Ne yazıyorsunuz?
Trigorin – Not alıyorum… Bir konu geldi de aklıma… Küçük bir hikaye konusu. Çocukluğundan beri göl kıyısında yaşayan bir genç kız var, sizin gibi biri, tıpkı bir martı gibi seviyor bu gölü ve bir martı gibi de mutlu ve özgür. Günün birinde bir adam geliyor oraya, kızı görüyor ve yapacak başka bir işi olmadığından yazık ediyor kıza, tıpkı bu martı gibi…” (Martı, 1896)
Anton Çehov’u, Rus Edebiyatı’nın olduğu kadar Dünya Edebiyatı’nın da unutulmazları arasına sokan en önemli unsur, oyunlarında konularından çok, o konuları işleyiş tarzıdır. Çünkü görünürde, seçtiği konular aynıdır ve çok çarpıcı, heyecan dolu ya da çok trajik, gülünç konular değildir. Onun oyunlarının, seyredilmesi kolay olan, akıcı olaylarla örülmüş oyunlar olduğu söylenemez. O, çağdaşı olan diğer yazarlardan, öykülerinde ve oyunlarında yepyeni bir tarz yaratmakla ayrılır. Bu tarzın en önemli özelliği durağanlıktır. Ancak durağanlıkla pasiflik arasında ince çizgiyi muhafaza etmesi, onu başarılı kılan en önemli faktördür. Çehov’un oyun karakterleri, hiçbir şeye, hiçbir zaman aşırı tepki vermezler. Tepkileri biraz sınırı aşsa, pişmanlıkla kendilerini açıklama gereği duyarlar.
Tolstoy, Maksim Gorki, Çehov
Çehov, Vanya Dayı’da, bir yanda namusu ile geçim derdi yaşayan Vanya ve yeğeni Sonya, diğer yanda hazıra konarak, üretmeden, hayatını gösteri ve şatafatla sürdüren profesör Serebryakov ile onun genç ve güzel karısı Yelena arasında yaşanan çatışmayı anlatır.
“Köylülerin birbirlerinden farkı yoktur, onlar hala gelişmemişlerdir, pislik içinde yaşarlar. Aydın kişilerle geçinebilmek ise çok zordur. Bizim bu köylü dostlarımız, düşünce fakiridir, duygudan yoksundurlar, burunlarının ötesini göremezler, ya da daha açık olarak ahmaktırlar. Onlardan bir gömlek üstün ve biraz daha akıllı olanlar isteriktirler, kendi düşünce ve duygularını araştırmak, bunları çözümlemek hastalığına tutulmuşlardır. Bunlar hep sızlanıp dururlar, kin ve iftiraya delicesine tutkundurlar, insana sinsice yandan yanaşırlar, yan gözle bakarlar.” (Vanya Dayı, 1897)
Çehov, bu oyunlarla yalnız adını duyurmakla kalmamış, söz konusu oyunlar aracılığıyla dönemin oyun yazarlığı ve sahneleme anlayışı üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Öyle ki dönemin tiyatro anlayışında belirleyici rol oynayan Moskova Sanat Tiyatrosu, Çehov oyunlarıyla özdeşleşmiş ve Moskova Sanat Tiyatrosu’nun etkisi tüm Rusya’da hissedilmiş, 1900’lü yılların başında topluluk yurt dışında da ün kazanmıştır.
Üç Kızkardeş oyununda, Kuzey Rusya’da bir taşra kentinde Olga, Maşa ve İrina adlı üç kız kardeş ve erkek kardeşleri Andrey ile yaşamaktadırlar. Artık hayatta olmayan babaları General Prozorov’un askeri birliklerin başına atanmasıyla, Moskova’dan on bir yıl önce kente gelen üç kız kardeş Moskova özlemiyle yaşamaktadırlar. En büyükleri Olga yirmi sekiz yaşında bekar bir lise öğretmenidir. İkinci kardeş Maşa yirmi bir yaşında ve öğretmen olan Kuligin’le evlidir. İrina henüz yirmi yaşında, bekar ve çalışma hevesiyle yanıp tutuşan üçüncü kız kardeştir.
“Tuzenbah: Hadi! Bizden sonra insanlar balonla uçacaklar, ceketlerin modası değişecek, belki altıncı bir duyu keşfedilecek ve geliştirilecek, ama o zorlu, o gizem ve mutluluk dolu yaşam hep aynı kalacak. Ve bin yıl sonra insanoğlu, tıpkı şimdiki gibi “Off, yaşam ne güç!” diye inleyecek ve bununla birlikte yine tıpkı şimdiki gibi ölümden korkacak ve ölmek istemeyecektir.
Verşinin: Bilmem nasıl anlatmalı? Bana öyle geliyor ki her şey yavaş yavaş değişmek zorundadır ve hatta gözlerimizin önünde değişmektedir de. Ve iki yüz, üç yüz yıl sonra, hadi bin yıl olsun, çünkü önemli olan yılların sayısı değil, yeni, mutlu bir yaşam başlayacak. Biz bu yaşamı göremeyeceğiz kuşkusuz. Ama şimdiden onun için yaşıyor, onun için acı çekiyor ve onu yaratıyoruz. Varoluşumuzun amacı, siz buna mutluluğumuzun deyin isterseniz, sadece bundadır.” (Üç Kızkardeş, 1901)
Eşi Olga
Vişne Bahçesi’nde aristokrat bir ailenin son fertleri tüm servetlerini tüketmişlerdir. Ellerinde kalan son şey olan vişne bahçesiyle çevrili çiftlikleri ise borçlarından ötürü satılmak üzeredir. Üretmeye ve çalışmaya alışık olmayan bu insanlar, kapılarını sıkıca kapadıkları evlerinde, servetlerinin son kırıntılarını tüketirken, dışarıda yaşanan büyük değişim, sadece o ünlü vişne bahçelerini değil, eskiden olduğu gibi sürdürebileceklerini sandıkları yaşamlarını da tehdit etmektedir. Çehov, değişim denilen süreci sorgularken, 19. yüzyıl sonu Rus aristokrasisinin çözülüşüne ve çöküşünü anlatıyor.
“Tüm Rusya bizim bahçemizdir. Dünya büyük ve çok güzel. Orada olağanüstü güzellikte pek çok yer var. Bir düşünün Anya, sizin dedeniz, dedenizin dedesi, tüm atalarınız köle sahibi derebeylerdi. Şimdi soruyorum size, bahçenizdeki her bir vişneden, her bir yapraktan, her bir ağaç gövdesinden size insan varlıklarının baktığını hissetmiyor musunuz, seslerini işitmiyor musunuz onların? Sizlerin tümünü, bugün yaşamakta olanlarınızı ve daha önce yaşamış olan atalarınızı, canlı insanların mülkiyetine sahip olmak çarpıklaştırdı ve böylece, anneniz, siz ve dayınız, başkalarının hesabına, borç karşılığında, kapınızın eşiğinden bile içeri sokmadığınız başka insanların sırtından yaşadığınızın farkında bile değilsiniz. En azından iki yüz yıl geri kaldık. Henüz hiçbir şeyimiz yok. Sadece felsefe yapıyor, tasadan yakınıyor ya da kafayı çekip duruyoruz. Çok açık bir şey ki, bugünü yaşamak için önce geçmişin kefaretini ödememiz, onun hesabını görmemiz gerekir. Bu kefaret de ancak acı çekerek, olağanüstü, sürekli bir emekle ödenir. Anlayın bunu Anya.” (Vişne Bahçesi, 1904)
Anton Çehov ile Lev Nikolayeviç Tolstoy, 1885 yılındaki ilk karşılaşmalarından Çehov’un 1904 yılındaki ölümüne kadar süren yakın bir dostluk kurdular. Çehov’un Tolstoy’un fikirlerinden epey etkilendiği bilinmekte. Tolstoy’un ise Çehov’un özellikle de oyun yazarlığını küçümsemesini, Peter Sekirin’in yazdığı Çehov’un ailesine, meslektaşlarına ve arkadaşlarına ait mektup, günlük ve makalelere dayanan Çehov Anıları adlı kitabı sayesinde öğreniyoruz. Tolstoy Çehov’a şöyle söylüyor: “Oyun yazarı, tiyatro seyircisinin elinden tutup, onu istediği yöne doğru götürmelidir. Senin karakterlerini takip etsem nereye varırım? Ancak oturma odasındaki koltuğa gidip geri dönerim. Çünkü karakterlerinin başka gidecek yeri yok…”
Bir öyküye başlarken diyelim duvarda bir tüfeğin asılı olduğunu söylediniz, o tüfek ya öykünün sonunda ya da daha önce kesinlikle ateş almalıdır. Çehov’un daha çok sahnelemede dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak tanımladığı bu teknik, öykü için de geçerlidir. Eğer birinci perde açıldığında duvarda bir tüfek asılıysa veya oyunculardan birisinin belinde tabanca görülüyorsa, o tüfek patlamalı, o tabanca kullanılmalıdır. Çehov’un öykülerinde de her öğe kurguya titizlikle yerleştirilmiştir. Gereksiz bir sözün, tasvirin, kişinin öyküde yeri yoktur.
Ona niçin evlenmediği sorulduğunda “Tabii ki ben de evlenmek isterim. Ama ay gibi sürekli ufkumda durmayacak bir kadın bulun. O Moskova’da otursun, ben köyde…” der. Tiyatro oyuncusu olan Olga Knipper ile aynen böyle bir evlilik yaptı. Eşi mesleği gereği Moskova’da oturmak zorundaydı, bu durum onu üzüyordu ama buna rağmen, eşine olan sevgisinden dolayı acı çekmek pahasına da olsa, “Yanımda kal” diyemedi. Ciğerlerinden rahatsızdı, bir de koleraya yakalanmıştı. Kendisi için “Suda boğulan bir insana benziyorum” diyordu. Çehov’un son anını eşi şöyle anlatır: “O son gün, ‘Ölüyorum!’ dedi. Sonra kadehi tuttu, yüzünü bana çevirdi, en güzel gülümsemesiyle güldü ve ‘Çoktandır şampanya içmemiştim’ dedi. Sessizce dibine kadar içti, yavaşça sol yanına uzandı.” (1904)
Kaynak
Çehov’un Öykücülüğü Üzerine, Anton Çehov, Sevda Dıraga Canbaz, Hece Öykü, Sayı: 18, Aralık 2006 – Ocak 2007
Yorum Yap