Menu

10 Alıntıyla İçinden Edebiyat Geçen Şehir İstanbul



Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan başta olmak üzere içinde İstanbul geçen roman ve öyküleri, Ara Güler’in fotoğraflarıyla derledik.

1. Ahmet Hamdi Tanpınar (1902 – 1962) – Beş Şehir

İstanbul’da doğan yazar, hayatının değişik zamanlarında farklı şehirlerde ikamet etmiş olsa da, hayatının uzun yıllarını bu kentte geçirmiş. Beş Şehir adlı kitabında bu yüzden yaşadığı beş ayrı şehirle ilgili yazılarına yer vermiş olsa da İstanbul’a uzun yer ayırmış, kentin tarihinde ve kendi geçmişinde gezinerek, şehir, toplum, tarih ve kendisi üzerine düşünmüştür. Tanpınar, kitabın sonunda, geçmişe yaptığı bu yolculukların nedenleri üzerinde düşünürken, eskiye geri dönmek gibi bir arzu beslemediğini söyler. Ona göre bu yolculuğun sebebi, şimdide bulamadığı, ancak özlemini duyduğu, fakat ne olduğunu da tam belirleyemediği bir şeyin arayışıdır.

istanbul roman ve öyküleri

1962

“İstanbul, büyük mimari eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hal ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir. Şüphesiz bunlarda da asıl öz gene mimarlığındır. Fakat bu mimarlık Bayezit, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultanselim yahut Yeni Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren bir saltanat değildi: Bunlar şehrin mahremiyetinde adeta eriyip ona karışmış hissini veren küçük camiler, medreseler, büyüklerin yanında en mütevazı nisbetlerine indirilmiş çeşmelerdir; ve zaten kendileriyle değil içlerine girdikleri terkipler güzeldirler. Birdenbire hiç beklemediğimiz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslupsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar. İlk bakışta tanzimi büyük bir gayrete muhtaç olmayan bir tiyatro veya opera dekoruna benzeteceğiniz bu köşe, biraz derinleştirilse, şehrin tarihinden bir parçadır. Türbede fetih günü şehit düşen bir veli yatar. Camii III. Mehmed zamanının bir defterdarı yaptırmıştır, çeşme I. Abdülhamid sarayının kadınlarından birinin hayratıdır. Yanı başındaki mezarlıkta, herkesin malı olan bir Hüvelbâki’nin altında büyük bir hattat veya musiki ustası gömülüdür.”

2. Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954) – Dolapdere

Mahmut Alptekin Sait Faik adlı kitabında şöyle diyor: “Hiçbir yazarımız İstanbul’u Sait Faik gibi anlatmamıştır. Çünkü Sait Faik İstanbul’u kanında, damarında, canında duymuştur.” Sait Faik’in birçok öyküsünde İstanbul var, biz bunlar arasından Dolapdere’yi seçtik. Dolapdere öyküsü, daha çok bir deneme, gezi yazısı gibi adeta İstanbul’un bir semtini dolaşmaya çıkmış birisinin izlenimlerini, gördüklerini sözcüklere dökmesi. Öykünün genel anlatımı karamsar, olumsuz değil. Her yanı günlük güneşlik, pırıl pırıl bir dünya olarak görmeyip, insanların dost canlısı, tertemiz, iyi olduklarına eskisi kadar inanmasa da, kötümser de olmayan bir Sait Faik var karşımızda.

istanbul roman ve öyküleri

Kız Kulesi, 1956

“İstanbul’un semt adları yok mu? Bayılırım onlara. Ne güzelleri vardır. Yalan da olsa, yanlış da olsa, bu semt adlarından insanın muhayyelesine bir şeyler üşüşür. Başka yönlerden gelmiş anılar kaynaşıverir içimizde. Bir filmdir başlar dönmeye beynimizin karanlığında. Dolapdere’de bostanları sulayan dolabı gözümüzü kapamadan da görüyoruz: Sıra sıra bostanların kuyuları, kocaman kovalar, gözlerine mendil bağlanmış bir emektar beygir, bir gıcırtı, kovaların deliklerinden durmadan düşen su, zincir şıkırtıları, dolap beygirinin adaleleri, tahtadan olukların arklara gönderdiği sularda ışık ve güneş oyunları, atın duraklayışı, hızlanışı, bahçıvanın hooo sesi, çıplak ayaklı bir Arnavut kızının pespembe topukları, burma kırmızı bıyıklarında hıyar çekirdekleri, Sigara dumanları, tütün ve hiddet tutuşan bir ellilik bahçıvan, kuyruğu havada düşmanca dönüvermiş, sırtının tüyleri diken diken, burnu ağzı kapkara, ıpıslak, dili bir eski zaman pembesi ile pembe bir acar, edepsiz dişi köpek… Bu semtlere Beyoğlu’nun ta garaja kadar her sokağından inebilirsiniz. Ben en şairanesini seçtim. Elmadağı’ndan indim.”

3. Abdülhak Şinasi Hisar (1887 – 1963) – Çamlıca’daki Eniştemiz

Abdülhak Şinasi’nin çocukluğu ise Bo­ğaziçi, Büyükada ve Çamlıca gibi İstanbul’un en güzel yerlerinde geçmiştir. Hisar, eserlerini, artık çok gerilerde bıraktığı o güzel günlerini yeniden ya­şamak arzusunun dayanılmaz sonuçları olarak yarattığından onlarda, eski İstanbul ruhu okşayan özellik ve güzellikleriyle gözlerimizin önüne serilir. Abdülhak Şinasi, 1944 yılında yayınlanan Çamlıca’daki Eniş­temiz adlı romanında, uzak bir akrabasının hazin macerasını anlatırken, yer yer de Çamlıca’nın o eşsiz güzelliğini dile getirir. Eser, zaman zaman, romanla ilgisi az, bağımsız güzel parçalar olarak devam eder.

istanbul roman ve öyküleri

Galata Köprüsü, 1954

“O zamanlar Beyoğlu geceleri Tünel’den Halep çarşı­ sına kadar canlı ve eğlenceliydi. Elektrik yok, havagazı vardı. Barlar, sinemalar yok, lokantalar ve çalgılı gazinolar vardı. Otomobiller yok, ucuz faytonlar, kupalar vardı. Elhamra sinemasının yerinde, üst katta -merdiven başında şekilleri değiştirici ve güldürücü aynalarıyla Palais de Cristal kafeşantanı ve kar­şısında, şimdi kırmızı Saint-Antoine kilisesinin olduğu yerde, Konkordia tiyatrosu vardı. Halep çarşısından itibaren Taksim’e kadar nisbeten daha tenha ve karanlık bir mıntaka başlar ve ortasında büyük ağacı, bunun yanındaki Hamidiye çeşmesiyle küçücük Taksim meydanı geçildikten sonra, seyrek ve hafif ışıkların yarı gösterdiği babayani ve karanlıkça bir yol Şişli’ye kadar uzardı.”

4. Füruzan (1932 – ) – Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent

Gecenin Öteki Yüzü, Füruzan’ın dördüncü hikaye kitabıdır. 1982’de yayımlanan kitapta Kanı Unutma, Çocuk, Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent ve kitapla aynı adı taşıyan toplam dört hikaye yer almaktadır. Füruzan, Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent’te başlı başına İstanbul’da yaşayan sokak çocukları anlatılmıştır. Bu hikayedeki çocukların çoğu Anadolu’dan gelmiştir; anne-babası belli olmayanlar da vardır. Bünyamin’i yakınları getirip bir bekçiye emanet ederler; Cansu’yu da henüz kundaktayken sokağa atmışlardır. Çocuklar sokakta sigara satıp aş evinde ısınarak, bekar odalarında yatarak yaşamlarını sürdürürler. Toplumdan dışlanmış olduklarının farkındadırlar. Kimsenin kendilerini önemsememesi onların da kimseyi önemsememelerine neden olur. Öykü, 8 yaşında olduğu halde nüfus kağıdında 13 yaşında çıkan Bünyamin’in geçmişiyle ilgili geri dönüşlerle birlikte, sokak çocuklarını karakola götüren bir arabanın içinde geçiyor.

istanbul roman ve öyküleri

Kumkapı, 1950

“Yaşını doğru dürüst bilmeyen, polise ilk kez yakalanan Bünyamin Doksan araba sapağa girmeden önce ardına dönüp baktı. Her yanı allı pullu bayraklarla bezenmiş bir geminin sokağa yanaştığını gördü. “Ne İstanbul bura, hey anam” dedi gülümseyerek. “Sokağından gemiler geçer, balıkları toprağa oturmuş, uğultusu dinmez. Güzel ki bir masal, masal.” Bünyamin bunları düşünür düşünmez gözleri yandı. Sirkeci’nin denizden bir sokak olduğunu öğrenmek onu yeniden ağlatacaktı. Yanına oturan kafası sıfır numara tıraşlı, saçkıran yerleri ekilmemiş tarla boşlukları gibi duran Cansu’ya baktı. Adını kimin akıl edip koyduğunu bile düşünmeyen Cansu, polislerce bir kış gecesi bulunmuştu. Fırınlardan herkesin sıcak ekmekleri bağırlarına basarak “Tanrı ne verdiyse” deyip evlerine sığındıkları, sonra da deden oğula geçmiş eski bir kuşkuyu dile getirdikleri “Bu kar on gün daha sürerse ne olur bilmem” dedikleri günlerde… Oysa karın en geç beş altı gün sonra eriyiverdiği İstanbul lodoslarını unutturuveren kışlardandı.”

5. Ziya Osman Saba (1910 – 1957) – Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

Ziya Osman Saba şairliği ile bilinse de, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Değişen İstanbul adlarını taşıyan iki öykü kitabı vardır. Hikayelerinde ve şiirlerinde en çok işlediği temalardan biri çocukluk anılarıdır. Bunun yanı sıra İstanbul sevgisi, okuduğu okul olan Galatasaray sevgisi, sakin ve huzur dolu bir yaşayış özlemi, sürekli olarak barış içinde yaşayan ya da öyle yaşaması istenen insanlar hikayelerinin konularını oluşturur.

istanbul roman ve öyküleri

“O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğ­lu’na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis havayla dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayaraktan geçtim. Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak altı vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak altı buçuk… Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kah kusurlu kah kusursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur, demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götü­rebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım’dan istediğim kadar yavaş, eski kitap satan dükkanların camekanları önünde istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray’a, Taksim’e kadar yürüyebilirim.”

6. Yaşar Kemal (1923 – 2015) – Deniz Küstü

Deniz Küstü romanı, 1978’de Milliyet Gazetesi’nde Abidin Dino’nun desenleriyle birlikte tefrika edildikten sonra, Kasım ayında Milliyet Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanmıştır. Roman, 25 bölümden oluşmaktadır. Romanın olay örgüsü, genel olarak İstanbul’un Menekşe semtinde geçimini balıkçılıkla sağlayan insanların yaşamına odaklanmaktadır. Olayların geçtiği belli başlı mekanlar, İstanbul’un Avrupa yakasındaki en eski yerleşim yerleri olan Haliç kıyıları, Topkapı, Eminönü, Galata, Beyoğlu semtleri ile kent merkezinin batısındaki Menekşe varoşu ve civarıdır. Anlatı zamanının 1970’lerin ortalarında birkaç yıllık bir süreyi kapsadığı anlaşılmaktadır.

istanbul roman ve öyküleri

Sirkeci, 1964

“Eminönü’nde, Mısır Çarşısı’nın önünde sabah oldu. Güneş vardı, tüyleri domur domur olmuş, ıslak güvercinler Yeni Cami’nin merdivenlerine birikmişler, üst üste uyuşmuş, sessiz kurunuyorlardı. Zeynel’in aklına büyük petekli, peteği belki beş el büyüklüğünde bir sarıca arı yumağı geldi. Neredeydi anımsamıyor Zeynel, belki köyünde belki de Menekşe’de, belki de bir keresinde Nuri Reis’le balığa Çanakkale’ye inmişlerdi, belki de orada, Çanakkale’deydi. Böyle yağmur sonu, koyu sıcakta arılar kanatlarını peteğin üstüne, güneşe sermişler kurunuyorlardı. Bu güvercinler de öyle, arılara benziyorlar. Minarelerin gölgeleri ta sebze haline, Rüstem Paşa Camisi’nin önüne kadar uzanmıştı. Zeynel susuzluktan ölüyordu ya, yerinden kalkamıyordu, o kadar bitkindi. Dizleri de kopacakmış gibi sızlıyor, ayaklarının altı yanıyordu. İçi de öylesine yanıyordu ki, edemedi, bütün kemikleri çatırdayarak aya­ğa kalktı, sarsak sarsak merdivenlerden yürüyerek caminin denizden yanına geçti, geçidin merdivenlerini tırmanıp karşıya indi, dört numaralı vapur iskelesine dayalı büfeye geldi, bir gazoz istedi, buz gibi gazozu bir dikişte içti bitirdi. Yanı yönü, bağıran çağıran sigara kaçakçılarıyla dolup taşıyordu. Bunların çoğunu da tanıyordu. Sirkeci’deki serseri çocuklardı, bir de madensuyu sodası istedi, onu da bir dikişte içti. İçtikçe de içi yanıyordu. Hemen buradan, bu çocuklardan birisi onu görmeden uzaklaşmalıydı. Bir de su istedi, suyu ağır ağır, yöresini kollayarak içti, iskele yapısının içine kaydı, öteki uçtan çıktı. İki tombalacı çocuk ardına takılmışlardı, sel gibi akan kalabalığa karıştı, caddeye çıktı bir otomobil durdurdu, “Beyoğlu’na,” dedi. Kuşluk vaktiydi, bu vakitler yollar açık olur, tıkanmaz. Taksi onu Galatasaray’a götürdü.”

7. Mario Levi (1957 – ) – İstanbul Bir Masaldı

İstanbul Bir Masaldı, İstanbul doğumlu Mario Levi’nin ilk romanı. Üniversite bitirme tezinden hareketle yazdığı bu kitap, hem roman hem biyografi özellikleri taşıyor. Yazarın, dedesine ithaf ettiği bu uzun roman tıpkı bir masal gibi, bir şiir gibi. Masal 1920’li yılların İstanbul’unda başlayıp, 60’lı yılların İstanbul’unda bitiyor. Mario Levi, bir Yahudi ailesinin, 1920-1980 yılları arasında İstanbul’da yaşadıklarını kaleme alıyor. Ailede yaşanan göçler, aileyi başka ülkelerden katılanlar, başka ülkelere göç edenler… İstanbul Bir Masaldı, göçlerle birlikte başka bir ülkeyi, daha önemlisi kendi ülkesini arama çabasındaki insanların öyküsü. Aslında baş rolde İstanbul var. Levi, “İstanbul en iyi bildiğim şehir. O nedenle romanlarımı İstanbul üzerine yazıyorum. Tarihi dokusundan tutun, günlük yaşantımıza kadar içimize işlemiş. Karadeniz’i de bütün sosyal yaşamıyla anlatmak isterdim fakat romanı yazmak için oraları tanımak gerekir.” diyor.

istanbul roman ve öyküleri

Beylerbeyi, 1960

“Köprüaltı akşamları, sessizliğin, suskunlukların yeğlendiği akşamlarmış. O insanların çok büyük bir olasılıkla, çok farklı bir yerde yaşatıldığı, yaşatılmak istendiği akşamlar… Bazı evleri bazı akşamlara hazırlayan bir balık kokusundan ya da Haliç’e doğru yavaş yavaş yol alan bir yolcu motorunun sesinden, unutulmuş gibi görünen, birçoğu istenildiğince yaşanmamış sahnelere gidilebilir miydi? Mösyö Jac’a yıllar, çok uzun yıllar boyunca, tüm yasakların kışkırtıcılığı, dahası hayata bağlayıcılığıyla, bir sığınak ya da bir kaçak yaşama ülkesi gibi gelen o küçük dairede, Olga’nın Şişli’deki o küçük dairesinde mi başlamıştı bu hikaye? Zamanın akışında yavaş yavaş öğrenecektim: Fransız Kültür Merkezi’nden alınan romanlarla, hiçbir zaman eskitilemeyen şarkılarla, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürdürülen konuşmalarla, mum ışıklarıyla, parfüm kokularıyla, sığınmalarla yaşanan, yaşatılan, farklı günlerde, farklı şekillerde, farklı umutlar ve umutsuzluklarla çoğaltılmış bir hikayeydi bu. Birçok insanın kendi görüntüleriyle, oralarda hep bulmak istedikleri görüntülerle yaşadığı ya da yaşamayı hayal ettiği bir hikaye… Notre Dame de Sion’daki o umut günleri’nden, Kuledibi’ndeki o evin büyük salonlarından, uzun koridorlarıyla sabaha karşı buz kesen yatak odalarından, soba kokularından kurtarılmış birkaç nesneyle de anlam kazanan bir hikaye…”

8. Attila İlhan (1925 – 2005) – Bıçağın Ucu

Şiirleri, romanları ve denemeleriyle Türk Edebiyatı’nda çok yönlü bir edebi kişiliğe sahip Attila İlhan, bu çizgide de çok önemli eserler vermiştir. Attila İlhan’ın romanlarında olayların en çok geçtiği mekan İstanbul’dur. Zaman zaman Dersaadet olarak da anılan İstanbul, Attila İlhan’ın romanlarında çoğu zaman şahısların psikolojik durumlarına bağlı olarak ön plana çıkmıştır. Bıçağın Ucu 1960 yılının Ocak ayından, 27 Mayıs’a kadar geçen süreyi anlatan Aynanın İçindekiler serisinin ilk romanıdır. Bıçağın Ucu romanında, İstanbul’un zengin tarihi dekorunu gözler önüne sermeye çalışmıştır. Tarihi bir roman değildir; ancak tarihi yaşayan ve yaşatan bir şehri anlatan romandır. Attila İlhan’ın diğer romanlarında olduğu gibi bunda da, İstanbul üzerine yapılan geniş mekan betimlemelerinde genellikle İslami unsurlara da yer verilmiştir. Camilerle süslenmiş şehrin kubbeli ve minareli profilinden ve şehirde yankılanan ezan seslerinden kesitler sunulmuştur.

istanbul roman ve öyküleri

Galata Köprüsü, 1956

“Minareler, iyice bilenmişler mi nedir, daha sivri ve ince; kubbeler, daha oturaklı ve ağır; ezan sesleri, belki daha hafif, ama çok daha dokunaklı ve içten. Aşağı Haliç’te yarı yıkık bir şadırvan, büyük sırrını, çevresinde fır dönen güvercinlere fısıldamış; onlara hu çekerek, gelip geçenlere binlerce defa tekrarlıyorlar. (…) Kimler geçti, kimler! İnce, anasının gözü Bizanslılar, patırtıcı Araplar, gezgin ve işini bilir Cenevizliler! Türkler, 1453 yılının o müthiş mayıs sabahında paldır küldür ortaya çıkıverdiler. Göz kamaştırıcı Allah nağralarıyla, ateşten bir sel gibi, nasıl yayılmışlardır? Şehrin düştüğü akşam, II. Mehmet’in kartal profili, yepyeni bir hilal gibi gökyüzüne nasıl çizilmiştir?”

9. Selim İleri (1949 – ) – İstanbul Mayıs’ta Bir Akşamdı

Usta yazar Selim İleri’nin yazdıkları, anlattıkları İstanbullu anılarsa şehre duyduğu aşkı ve bağlılığı her cümlesinde hissediliyor. İstanbul’u daha önce çok okuduk onun kaleminden. İstanbul yazarı olarak kaleme aldığı romanlarında şehri, bir roman kahramanı gibi hikayenin içine alır sanki Selim İleri. Romanlarının dışında şehre dair anlattıkları ise kendisiyle iç içedir çünkü kendini, bildiği, yaşadığı, aşığı olduğu kentinden ayrı düşünmez. Anılarında hep İstanbul; İstanbul paralelinde de hayat. Hayat ise hep edebiyat, hep sanat. İstanbul Sonsuz Şehir, İstanbul’da Edebiyat, Gelmez Günler, Unutulmayanlar ve Mutfaktan adını verdiği beş ana başlıktan oluşan kitabında Selim İleri, bir kitaba sığması imkansız olan şehri, kendi hafızasıyla kuşatmaya çalışıyor. Selim İleri, İstanbul’un varlıklarının oldukları kadar, yokluklarının, unutulanlarının da yazarı. İstanbul’un, belki kendisinin bile aklından çıkardığı birçok ayrıntıyı tekrar önümüze sunuyor.

istanbul roman ve öyküleri

Karaköy, 1954

İnci Engi­nün, “Kubbede Kalan Hoş Sada’nın ilk kez 1938 yılında, Yedi­gün Dergisi’nin 5 Temmuz tarihli 278. sayısında yayımlandığını belirtmişti. O 1955, 1956 hep gelecekteki tarihler! Halide Edib bir bakıma bilim kurgu esinli bir hikaye yazmış… Kalakalmışım. Kalakalmıştım ama, Kubbede Kalan Hoş Sada beni yine etkileyecekti. İşte yarım yüzyıl sonra da etkiliyor; bu hikayenin eşsiz bir İstanbul hikayesi olduğunu yeniden vurgulamak istiyorum. İstanbul’a dair en güzel hikayelerden biri!”

“Bir şehir seslerle dile getirilebilir mi? Hatıralar, izlenimler, gö­rüntüler elene elene, bir şehir seslerden ibaret olabilir mi? Öy­küyü okudukça hissediyordum ki, İstanbul seslerle örülmüştür… Halide Edib o 5 Temmuz 1938 tarihinde İstanbul’a henüz dönmemiştir. 1924’teki büyük yol ayrımından sonra İngiltere’de, Paris’te, Amerika’da, Hindistan’da geçen yıllar. Dönüş 1939’da. Üstü örtük anlatılsa da yan sürgün yılları, Halide Edib belki gö­nüllü bir sürgün ama, eşi Adnan Adıvar zorunlu sürgün. Kubbede Kalan Hoş Sada İstanbul’dan çok uzaktaki dö­nemde kaleme getiriliyor. Yaşanan değil, sadece hatırlanan bir İstanbul söz konusu. Mayıs 1956 tarihi gelip çatınca, daha çok donanma gece­lerini, zafer günlerini çağrıştıran kısa bir tasvirle yol alıyor öyküsünde Halide Edib: “Gök ve deniz İstanbul mavisi, güneşin ışığı meçhul zenginin altınları gibi parlak ve bol, Gülhane Parkı mahşer gibi, o kadar ki, içeriye sığamayan halk kayıklarda, vapurlarda, ellerinde dür­bün, kulakları tetikte, müsabaka konserini görmeye ve işitmeye çalışıyor.”

10. Refik Halit Karay (1888 – 1965) – İstanbul’un Bir Yüzü

İstanbul’da doğup orada büyüyen Refik Halit Karay, yazdığı ilk romanı İstanbul’un Bir Yüzü ya da diğer adıyla İstanbul’un İç Yüzü ile roman aynasını İstanbul’a tutmuş, gördüklerini, duyduklarını ve hatırladıklarını roman kahramanı İsmet’in diliyle anlatmaya çalışmıştır. Karay, İstanbul’u, o zamanki imparatorluk başkentini, II. Abdülhamid döneminden Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar anlatır. Eserde, o devirde devleti yöneten kişilerin menfaatçi, hilebaz, sahtekar ve sefih oldukları vurgulanır. İstanbul’un değişim sürecindeki eski ve yeni dönemdeki devlet adamlarını, sonradan görme harp ve politika zenginlerini, din adamlarını ve harp devrinin genç kız ve kadınlarını anlatır.

istanbul roman ve öyküleri

Kalafat Yerinde Müşteri Bekleyen Sandalcılar, 1956

“Pencereyi açtım, balkona çıktım. Örtülü bir kış sabahı, gökte değişiksiz sedef bir aydınlık, ne pembe bir çizgi, ne mavi bir yırtık, ne manzaralar, ne medrese damları, ne de kale duvarları veya su bidonları. Şişli’nin çırçıplak, yarı ikmal edilmiş, araları arsalarla fasılaya uğrayan zevksiz bir mahallesi. Şimdi kulağıma bu alaca karanlığın içinden bir temcit veya ezan sesi gelse ve gözüme şöyle, uzaktan eski İstanbul’un bir parçası görünse ne kadar memnun olacağım. Gurbette, yabancı diyarlarda kalmış gibiyim. Yerime, evime, membağıma dönmek arzusunun bir açlık gibi içimi bayılttığını duyuyorum. Aynı İstanbul’un içinde İstanbul’u arayarak ve artık bulamayacağımı pekiyi anlayarak hıçkıra, hıçkıra ağlamak istiyorum. Ben İstanbul’un, eski İstanbul’un, o şahsiyetli ve güzel İstanbul’un iç yüzünü afacancasına tanıyan bir evladıyım. Onu ben ne iyi anladım. Sanki o da bana ayrıca, herkese yaptığından fazla yüreğini açardı. İşte ben bu pekiyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim. Ona yanıyorum. Onun hasretini çekiyorum.”

Kaynak
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Eserlerinde İstanbulZiya Osman Saba’nın Küçük HikayeleriYaşar Kemal’in İstanbul’una Çevreci Bir Yolculuk


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir