Menu

Önemli Yabancı Ressamlar ve Tabloları



Jan van Eyck, Amedeo Modigliani, Johannes Vermeer, Salvador Dali başta olmak üzere önemli yabancı ressamların resimlerini ve bu resimlerin analizlerini derledik.

Bilinmesi Gereken 20 Yabancı Ressam ve Tabloları isimli yazımıza da göz atmanızı öneriyoruz.

1. Maximilian Kurzweil (1867 – 1916)

Erken ve beklenmedik ölümü nedeniyle kısa süren sanat yaşamında, izlenimciliğin etkisindeki manzara resimlerinin yanı sıra, her ne kadar farklı üslupta da çalışmış olsalar da secession akımının diğer sanatçıları Gustav Klimt ve Egon Schiele gibi kadını konu edinmiş, sanatının nesnesi yapmıştır.

Kurzweil, Sarı Elbiseli Kadın isimli tablosunda karısı Martha’yı resmeder. Martha’yı ressamın karısı olarak düşündüğümüzde, aralarındaki ilişkiyi gözardı etmek pek kolay değilse de ifadesi ve duruşuyla sadeliğin, zerafetin, kadınsal bir erkin genel bir temsilini sunar bizlere. Zaten isminden de anlaşılacağı gibi, Martha’nın portresi değil, sarı elbiseli bir kadının resmidir bu. Sahip olduğu zarafet ve olgunluk resmin her köşesine yayılmıştır. Hafif yana eğilmiş boynu, ardından usulca dağılmış bir tutam saçı ve göz alıcı elbisesinin düşmüş kol askısı bir yandan kadına dair samimi incelikler sunar, bir yandan da simetrinin hakim olduğu kompozisyona hareket katan küçük ayrıntılar olarak göze çarpar. Bu ayrıntılar, aynı zamanda kadın davetkarlığının savruk izleridir de. İki yana açılan kollar, bu kolların devamı boyunca gözü aşağıya çeken kanepenin formu ve sarı elbisenin bir çiçeğin taç yaprağı gibi açılmış eteği, kompozisyonun bütünündeki denge ve simetriyi sağlayan biçimsel unsurlardır. Bu denge, rengin kullanımında da gözetilmiştir. Sarı renk, sahip olduğu parlaklık değeri ile figürü ön plana çıkarırken, onun bu baskın etkisini dengeleyecek alanlara da ihtiyaç duyar ki, bunu kanepenin yeşili sağlar.

Max Kurzweil, Woman In Yellow, 1899

Max Kurzweil, Woman In Yellow, 1899

2. Jan van Eyck (1390 – 1441)

Arnolfini ve karısının portresi, değişen dünyanın yeni erkinin güç gösterisi olarak okunabilir, ama kelimenin tam anlamıyla olayın arka planında değişen dünyanın yeni sanatçısının kendi gücünü kimliğiyle ortaya koyma çabası da yer alır. Sanatçı kendisini sanatının objesi yapmıştır aslında.

Arnolfini’nin Düğünü olarak da bilinen portrede, evlenmekte olan, yeni yeni palazlanan burjuvazi sınıfından Arnolfini ve müstakbel eşi vardır. Giysileri ile de dönemin tipik tarzını yansıtırlar. Başında saflıkla özdeşleştirilen beyaz örtüsü bulunan yeni gelinin karnı dikkati çeker. Kadın hamile olabilir mi? Yoksa şişmanlığı saygının bir belirtisi olarak gören dönemin anlayışının bir ürünü müdür? İlk bakışta gözü cezbedecek bir aykırılık, bakışı şaşırtacak bir tuhaflık görülmez. Resmin hikayesini ayrıntılarda aramak gerekir.

Resmin sol kısmı kasvetlidir, karanlıktır. Van Eyck’ın resminde soldaki pencereden gelen ışık her ne kadar adamın tarafında olsa da, adam pencereye, yani ışığa arkasını dönmüştür, koyu renk pelerini ve kocaman şapkasıyla ışığı engeller ve fakat ışık kadının yüzüne yansır. Kompozisyonda yerde duran terlikler evliliğin kutsallığını imlerken, köpek evlilikte olması gereken sadakate gönderme yapar. Bakana göre sol tarafta duran portakallar ise bereketin temsilcisi sayılır. Resmin belge niteliği, arkada duvarda yer alan Johannes de Eyck fuit hic 1434 (Jan van Eyck buradaydı) yazısıyla pekiştirilir. Ressam, bizzat törene şahitlik etmiştir. Peki yazının tek anlamı bu olabilir mi? Çünkü duvardaki dışbükey aynada Arnolfini, karısı, nikahı kıyan görevli ve elbette ressamın kendisi de vardır. İki farklı biçimde Van Eyck olay sırasında orada olduğunu kanıtlama çabasındadır. Evet, sanatçı kilise ve saray erkinden kurtulmaya başlamıştır, hamisi kendisine daha yakında duran tüccarlardır belki, ama yine de bağımsız değildir, olamamıştır. Van Eyck, belki de her ayrıntısına kadar sahnenin nasıl olması gerektiğini tasarlayarak siparişi veren müşkülpesent Arnolfini’nin inadına kendini resmeder.

Jan van Eyck, El Matrimonio Arnolfini, 1434

Jan van Eyck, El Matrimonio Arnolfini, 1434

3. Amedeo Clemente Modigliani (1884 -1920)

1895 yılında geçirdiği veremin ardından tifoya yakalanması ve uzun süren tedavi süreci, lise eğitimini yarıda bırakıp resme yönlendirir onu. Üstelik ders aldığı hocası, yeteneğinin çok daha fazlasını yapmaya yettiğine karar verince, Venedik’te Güzel Sanatlar Akademisi’nde alır soluğu. Ardından Paris’e yerleşir ve son hızla Paris’in bohem hayatına dahil olur. Ressam olmaya geldiği bu kentte onu alkol bağımlılığı beklemektedir. Ama bedeni kaldırmaz böyle yaşamı, yeniden arınmak için ailesinin yanına, arındıktan sonra yeniden başlamak için Paris’e döner.

Jeanne Hébuterne, 19 yaşında bir akademi öğrencisiyken kesişir yolu Modigliani ile. Bir tanıdıkları aracılığıyla ressama modellik yapmaya başlar. Birlikte çalışmaları bittiğinde beraberlikleri çoktan başlamıştır. Jeanne, bir daha ayrılmaz Modigliani’nin yanından, koyu Katolik ailesinin Yahudi bir sanatçıyla ilişkisine karşı çıkmasına rağmen. O, seçimini yapmıştır, evlenirler. Jeanne Hébuterne’in durumu vazgeçiştir. Resimden vazgeçer, sonra da yaşamdan. Modigliani’nin ölümünden iki gün sonra ikinci çocuğuna hamileyken pencereden atlayarak intihar eder. Ardında tablolardaki izi kalır. Ünlü bir ressamın esin kaynağı olmuştur. Bu uzun ince güzel kadın, Modigliani’nın tablolarında renkler içinde çıkar karşımıza.

Amedeo Modigliani, Jeanne Hebuterne With Yellow Sweater, 1919

Amedeo Modigliani, Jeanne Hébuterne With Yellow Sweater, 1919

4. Gerrit van Honthorst (1592 – 1656)

İşinde zengin, ünden fakir, Hollandalı bir ressam Gherardo della Notte, gecenin karanlığını en başarılı resmeden sanatçılardan. Yapay ışığın gölgesinde ne varsa olup biten, en iyi tasvirleriyle onun resimlerinde yer alır. Dişçi resminde, tepe ışığı kullanmış. Dişçi garip bir sakinlikle ve yüzünde manasız bir tebessümle elinde kerpeteniyle çalışıyor. Hastanın belki korku belki acıdan gözbebekleri misket kadar, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi. Etraftaki insanlar ise diş çekildiğini duyunca elindeki işi gücü bırakıp, hatta bazıları işini gücünü elinde unutup dişçinin yanına gelmişler. Arada daha karanlıkta kalan çocuğun varlığı dikkat çekici, yapay ışıkta en çok onun varlığı tamamlayıcı sanki.

Gerrit van Honthorst, The Tooth Puller, 1628

Gerrit van Honthorst, The Tooth Puller, 1628

5. Johannes Vermeer (1632 – 1675)

“Swann’ın, yaşayan insanlarla müzelerdeki portreler arasında benzerlikler bulma merakı hala sürüyordu, ama daha sabit ve genel bir eğilime dönüşmüştü…” (Swann’ların Tarafı, Marcel Proust)

Marcel Proust, 1908’de geçmişin resmini yapar gibi yazmaya koyulduğu Kayıp Zamanın İzinde adlı büyük yapıtında birçok defa Johannes Vermeer’i roman karakterlerine konu eder. Birincisi, belki de en vurucu olanı, Bergotte adlı yaşlı bir yazar karakterin Flemenk Resimleri sergisinde Vermeer’in Delft Manzarası adlı tablosu ile karşılaştığı, bu tablodaki sarı duvarın küçük aralık yüzeyi ayrıntısını incelerken hastalanıp öldüğü bölümdür. Vermeer’in neredeyse kaligrafik olarak adlandırılabilecek fırça tekniği, ayrıntılardaki tonal çeşitlilik ve konturlardaki yumuşak geçişlilik onun camera obscura (günümüz fotoğraf makinelerinin atasıdır. En basit şekliyle bir duvarında küçük bir delik bulunan karartılmış bir odadır) kullandığıyla ilgili efsaneleri bize anımsatır.

Vermeer’in sadece Sütçü Kadın adlı eserinde değil, aynı zamanda Coğrafya Bilgini ve Astronomi Bilgini adlı resimlerinde de ışığın içeriye tek bir pencereden süzüldüğü karanlık bir oda resmedilmektedir. Vermeer odanın içindeki kesin ve belirgin temsilin akıl ve anlama yetimiz tarafından incelenmesiyle olanaklı olacağını bize göstermektedir. Camera obscura, bize içeride yalıtılmış olan bizlerin dışarıdaki dünyanın anlaşılmasında bir engel olmayacağını aksine dışarısı hakkında bilgi edinmenin ön koşulunun öznenin içeride olması ve dünyanın dışarıda kalması olduğunu söyler. Marcel Proust ve Vermeer’in çekildikleri karanlık oda, geçmişi ve dışarıda olan yitik anı barındıran nesneleri tarayarak geçen ışığın içeri süzüldüğü tek kişilik, tek bakışlık bir odadır. Burada yazar, ressam ters görüntüleri düzeltir, bizlere ve etrafımızdaki nesnelere yeni mesafeler kazandırır. Vermeer’in kurgu odasında, süt döken kadının akan sütüyle, önündeki işten de öte hayali ile dondurulduğu, ısrarla elden kaçan ışığın ve anın hapsedildiği bir yüzeyin tek kişilik, tek bakışlık temsili asılıdır.

Johannes Vermeer, The Milkmaid, 1660

Johannes Vermeer, The Milkmaid, 1660

6. Egon Schiele (1890 – 1918)

Schiele’nin Oturan Kadın olarak resimlediği 1917 tarihli çalışmasında, bir dizinin üzerine çenesini dayamış genç bir kadın figürü izleyicinin karşısında durmakta. Kızıl tonlarındaki saçları, üzerindeki canlı yeşil renkteki bol üstlüğü ile bir kontrast oluştururken, öte yandan cüretkar ve yoğun bakışlarının varlığını da buna eklerseniz, figürün izleyici üzerinde nasıl doğrudan bir etki yarattığı üzerine düşünebilirsiniz. Egon Schiele’nin muhalif duruşu her daim başını kanunlarla belaya sokmuştur. Resimlerindeki erotizmden dolayı çokça sıkıntılar çeken Schiele, 28 yıllık yaşamı İspanyol giribinden sonlanana dek, yaklaşık 300 resim ve 3000’den fazla kağıt üzerine çalışma üretmişti. Schiele’nin fazlasıyla cesur ve cüretkar duruşlu karısı Edith Harms, kocasının çektiği hastalığın aynısından mustarip olarak, üç ay kadar sonra sevgilisine kavuşur.

Egon Schiele, Seated Woman With Bent Knee, 1917

Egon Schiele, Seated Woman With Bent Knee, 1917

7. Salvador Dali (1904 – 1989)

Dali, bugün bile temsil ettikleriyle marjinalin figürüdür. Her ne kadar ailesi sonradan itiraz edip onu çok kızdırsa da kişisel tarihini yeniden yazacak kadar kendi dünyasına dönük, kendi gerçekliğini yaratan, resimleriyle birlikte kendini de forme eden alışılmadık figürlerdendir. O doğmadan önce ölen ağabeyi Salvador’un adını almanın rahatsızlığını yaşar. Erken yaşta kaybettiği annesinin yerine kız kardeşi Ana Maria’yı koyar. Ana Maria, onun sadece kız kardeşi ve anne figürü değil, aynı zamanda resimlerinin modelidir. 1923 tarihli Kızkardeşimin Portresi adlı çalışmasında Ana Maria’yı bir iskambil kâğıdındaki figürlere gönderme yaparak resmetmiştir.

Salvador Dali, Portrait of My Sister, 1923

Salvador Dali, Portrait of My Sister, 1923

8. André Derain (1880 – 1954)

“Fovizm her şey değildir; yalnızca her şeyin başlangıcıdır” diyen Henri Matisse ve arkadaşı André Derain’in fovizm serüveni 1905 yazında, Fransa’nın Akdeniz’e dokunan kıyı kasabası olan Collioure’de başlamıştı. Baharda Collioure’ye gelen Matisse’ye, yazın ortalarına doğru Derain de katılmış; iki ressam, yaz boyunca birlikte çalışarak 90’a yakın resme imza atmıştı. İlerleyen dönemde, özellikle Alman dışavurumculuğu üzerinden, modern sanatın gidişatında kalıcı bir etki yaratacak olan bu çalışmalar fovizm adı altında ele alınacaktı. Kendilerini fovist (fauvist) olarak adlandıran Matisse ve Derain’in kendileri değildi. Dönemin eleştirmenlerinden Louis Vauxcelles, resim sanatının teamüllerini görmezden gelen, olabildiğince koyu, canlı ve göz alıcı renk kullanımını eleştirmek üzere Matisse, Derain ve arkadaşlarını les Fauves (vahşi yırtıcılar) olarak çağırmış ve bu ad sanatçıların üzerine yapışıp kalmıştı.

Tuvalin yüzeyine yayılan canlı ve koyu renkler dış dünyanın salt birer izlenimi olmakla yetinmiyor, ressamın duygularını da haykırıyorlardı. Derain, renkleri dinamit çubuklarına benzetmişti. İşte fovist bir portre olan Dansçı adlı resim, ışık ve gölge arasındaki sınırları yıkan kalın fırça darbeleriyle, renkleri birer dinamit gibi kullanan André Derain’in çalışmalarından biridir. Fovist bir resmin en temel öğesi olan güçlü ve canlı renk kullanımı kadraja, dansçının bacaklarına ve saçlarına denk gelen mavi ve turuncu renkleriyle yansıtılmıştır. Nitekim aynı renkler ve kullanıldığı alanlar, resmin içinde de en çarpıcı öğeler olarak öne çıkmaktadır. Öyle ki figürün durgun haline ve ifadesiz yüzüne karşılık, resimdeki duygusal yoğunluk, özellikle mavi ve turuncunun koyu tonlarında kullanımıyla verilmiştir.

Andre Derain, The Dancer, 1906

André Derain, The Dancer, 1906

9. Max Beckmann (1884 – 1950)

Her zamanki karamsar dünya görüşü ve egosantrik görünümüyle Max Beckmann’ın ta kendisi karşımızda. Cüretkar, güçlü ve şık… İzleyicisine direkt bakan bir bakışa sahip. 1927 yılında Max Beckmann bu otoportreyi resimlediğinde gücünün doruğundaydı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında daha ifadesel bir üslup edinen sanatçı, önemli bir ressam olarak yüksek basamaklara böyle uzanacaktı. Entelektüel bir ressam ve felsefe konusunda eğitimli bir isim olarak figüratif resmin gücüne inandı. Sıklıkla koyu renkleri ve deforme edilmiş biçimleri kullanarak, bu karamsar ifade ve ifadeselliği yakalamıştı. Bu resimde, sanatçıların da sosyal elitin bir parçası olmaları gerektiklerine olan inancını yansıtmakta.

Max Beckmann, Self-Portrait, 1927

Max Beckmann, Self-Portrait, 1927

10. El Greco (1541 – 1614)

Sanat yaşamına Bizans usulü dini resimlerle başlayan El Greco, gençlik yıllarında maniyerizmle özdeşleşen eserler üretmiştir. Maniyerizm yaklaşık 1520-1580 tarihleri arasında ortaya çıkmış olan bir sanat üslubudur. Rönesans’ın getirmiş olduğu yetkinliğe bir karşı çıkıştır. 1585-1590 yıllarında tamamlanan Maria Magdalena’nın Kefareti tablosunda, ressam maniyerizm akımının düzensiz ışık, uzun figürler, yapay görünüm ve derinlik eksikliği gibi özelliklerini açıkça yansıtmıştır. Bugün ekspresyonizm ve kübizmin öncellerinden sayılan El Greco, 1595’ten itibaren tarzını değiştirmiş ve figürü gerçekçi çizmeyi reddetmiştir. Zaman içerisinde güzellik onun için farklı bir anlam ifade eder olmuştur.

Modellerinin karakter özelliklerini kuvvetlendirip abartarak, onlara olağanüstü güçler ve ifadeler kazandırmıştır. Çoğu zaman kadınların güzelliğini, kuvvet ve gizemle, hatta abartarak ürkütücü bir duruşla bütünleştirmiştir. Bu tutumunu “Hangi bakış açısından olursa olsun, iyi orantılanmış, güzel bir kadın görmekten mutlu olamayacağım, söylemek istediğim, amaç sadece onun güzelliğini bozmak değil, ne kadar abartılı, görselliğin kurallarına göre ölçüde yükseltilmiş, ama daha fazla güzelliğiyle var olmadan ve aslında, canavarsı hale gelmesi” ifadesinde de belirtmektedir. Maria Magdalena’nın, ölüme bakan gözleri, üzgün bir şekilde yana düşen başı, pürüzsüz cildi ve gençliği ile oluşturduğu figür, El Greco’nun yıllar sonrasında çizmeyi bıraktığı bir kadın figürü olmuştur. Tabloda umudu simgeleyen sarmaşık, İsa heykeliyle anlatılan savaşçının kuvveti ve kafatasıyla sembolize edilen ölümdür. El Greco da zaman içerisinde bu sembolleri, portresini çizdiği modelin bakışlarına taşımıştır.

El Greco, Magdalena Penitente, 1585-1590

El Greco, Magdalena Penitente, 1585-1590

Kaynak
Sanat Objesi Olarak Sanatçı, Yapı Kredi Yayınları, Proje Küratör Nilgün Yüksel


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir