Halide Edib, yılından tam emin olunmamakla birlikte 1884’te İstanbul’da dünyaya gelir. Annesi Fatma Bedrifem Hanım’ı veremden çok küçük yaşta kaybeder. Halide Edib, çocukluğunu Beşiktaş’ta anneannesi Nakiye Hanım ve dedesi Ali Bey’in yaşadığı bir evde geçirir. Bu ev, otobiyografik kitabı Mor Salkımlı Ev olarak ortaya çıkacaktır.
Halide Edip Adıvar’ın 10 Romanından İz Bırakan Alıntılar isimli yazımıza da göz atmanızı öneriyoruz.
Babası Mehmed Edib, 1492’de engizisyondan kaçarak Bursa’ya yerleşmiş bir Yahudi ailesine mensuptur. Osmanlı Sarayı’nda Ceyb-i Hümayun Dairesi’nde görevli olan Mehmet Edib her ne kadar Müslüman olsa da, Halide Edib, Yahudi kökeni nedeniyle her zaman saldırıya uğrar, ırkçı saldırılara uğrar.
“Arka taraftaki bahçeye bakan pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklardaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar ateşten birer levha gibi parlar. Bahçe, geniş iki dörtgen terastır. Aslında yokuştaki bütün evlerin bahçeleri ta caddeye kadar birbirine bakan birer yeşil terastır. Küçük kızın bahçesinin üst terasında, başlan göğe değer gibi görünen uzun fıstıklar, akasyalar, aralarında iki tane, rüzgâr estikçe kırıtır gibi ipek tüyleri hareket eden, pembe-beyaz bir gül ibrişimi, çiçek açmış yemiş ağaçları, ortalarında bir tane, alev çiçekli nar ağacı vardır. Bunların ortasında yuvarlak küçük bir havuz, karşı karşıya iki beyaz mermer aslanın ağzından durmadan bu havuza billur sular akar ve güvercin, kumru sesleriyle karışır.” (Mor Salkımlı Ev)
Halide Edib’in çocukluğu
Dört yaşındayken babası tekrar evlenir. Halide Edib, bir taraftan Mevleviliğe bağlılığıyla bilinen anneannesinin din eksenli eğitimini, diğer yandan babasının Batı’ya dönük eğitimini alarak yetişir. 1894 yılında babasının teşvikiyle Üsküdar Amerikan Koleji’ne gider, ancak o dönemde Türk öğrencilerin yabancı okullarda okuması hoş karşılanmadığı için birinci yılın sonunda, padişah emri ile kolejden alınır. Günlerini babasının evinde Kuran, Arapça, Farsça ve musiki dersleri alarak geçirir. Ancak gizlice kolejdeki derslere katılmayı da sürdürür. Babası devlet memuru olduğu halde padişaha karşı çıkarak 1899’da onu tekrar koleje göndermeyi göze alır. Amerikalı misyonerlerin desteğiyle kurulmuş olan bu kolej, dönemin çok ilerisinde eğitim veren, feminist ve hümanist eğilimli bir okuldur. Kendi deyimiyle okul, yakın Şark milletlerinin bir fikir merkezi gibidir.
Halide, evdeki özel öğretimini de sürdürür. Türkçe, Edebiyat ve Fransızca derslerine gelen Rıza Tevfik, öğrencisine doğunun mistik felsefesini, sanat ve şiirini anlatır; bir yandan da Halk Edebiyatı’na, özel bir ilgi duymasını sağlar. Rivayete göre Halide Edib hocasına hayrandır. “Uzun saçları, yakışıklı başı ve kitapları nedeniyle herkes tarafından filozof diye anılıyordu… Benim önümde emsalsiz güzellikler ve düşünceler açtı.”
Halide Edib ve babası Üsküdar’da bahçelerinde. Babası erkek çocuk beklerken kızı olunca Halid diye düşündüğü ismi Halide yapar. Ancak e harfini hiç kullanmayacak, ömrünün sonuna kadar kızına Halid diye seslenecektir.
Okulda matematik derslerinde zayıf olması nedeniyle Salih Zeki Bey’den ders almaya başlar. “Senenin sonlarına doğru, benimle evlenmek için bir teklif yaptığı zaman, düşünmeden kabul ettim. Babam, bilhassa yaş farkımızdan dolayı itiraz etmişti. Aynı zamanda birinci hanımından tamamen ayrılmış ve o hanımın evlenmek üzere olduğunu söyleyince, o da benim ısrarımla muvafakat etti. Mektepten çıkar çıkmaz Salih Zeki Hoca ile evlenmeye karar vermiştim bile.”
1901’de 17 yaşında evlendiği Salih Zeki ile geçirdiği yılları “Beraber yaşamaya başladığımızda köle pazarından en ucuz fiyata alınan bir köle bile, bendeki itaatkar ruha sahip olamazdı, onun kölesiydim, beyninin kölesi” diye tanımlar.
“İki sene müddetle tek derdim ana olamamaktı, yirmiden evvel bünyemin ana olmaya müsait olmadığını söyledikleri zaman, iki yıl ayları ve günleri saydım durdum” diye yazacaktı anılarına. Bu dönemde bol bol okur, Fransız Edebiyatı’nın derinliklerinde dolaşır. 1902’de hastalanır, büyük bir bunalıma girer, nevrasteni teşhisi konulur. Hiçbir şeyden tat almaz, uykularını yitirir. 1903 yılında ilk oğlu Ali Ayetullah’ın dünyaya gelmesiyle bu durumdan kurtulur. 1905’te ikinci oğlu Togo Hasan Zeki Hikmetullah dünyaya gelir. Togo, Ruslara karşı büyük zaferler kazanan Japon amiralin ismidir ve o dönem çok popülerdir.
Halide Edib ve oğlu
Halide Edib hatıralarında, 1897’de ilk yayınının John Abbot’tan çevirdiği Madek’ten, 1908 yılına kadar geçen on bir yıllık sürede herhangi bir yazı faaliyetinden söz etmez. “Benim yazı âlemine resmen girişim bu günlerde başlar.” sözleriyle 1908 yılma işaret eden Halide Edib, ilk yazılarını Tevfik Fikret’in başında olduğu Tanin Gazetesi’nde yazdığını söyler. Ancak, 1901 yılında henüz on yedi yaşındayken Öksüz başlığıyla Malumat Mecmuası’nda yayınladığı bir yazısı bulunuyor:
“Ölmek isterim, ne yeşil esvaplı bahar, ne soluk yüzlü hazan bana lütufkâr! Maddî şeylerde bir hiss-i iştirak arayacak kadar yalnız kalan çocukluğumda bile okşadığım güzel siyah böcekler ellerimi ısırır, göğsümün üstüne bastığım müşfik gözlü köpek yüzümü kanatırdı. Şekilsiz hüzünlerimi, başımı daima ihata eden o ateş çemberini izale için, rüzgârın arasında varlığımı duymak istedikçe o da müthiş gürültüleriyle beni korkuturdu.”
Halide Edib, 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra artık yazın dünyasına katılır. Salih Zeki onu yazı alanında sonuna kadar destekler ve teşvik eder, İttihat ve Terakki’nin gazetesi olan Tanin’de her gün yazmaya başlar. “Ruhlarımız yeniden doğmuştu. Tevfik Fikret’ in başında olduğu Tanin Gazetesi o zaman çıkmaya başladı. Salih Zeki de oraya ilmi şeyler ve makaleler yazıyordu. Ben de o gazetenin edebiyat kısmında yazı yazmaktan büyük bir haz, hatta gurur duyuyordum.”
Halide Edib’in ilk eşi Salih Zeki Bey
Halide Edib, 1908’de (kimi kaynakta 1909) Teali-i Nisvan Cemiyeti’ni kurar. Kadın hakları ve kadının statüsü ile meşgul olan ilk gönüllü kuruluştur. Derneğin amacı, milli geleneklerden vazgeçmeden kadınların kültür düzeylerinin yükseltilmesidir. Adı da o anlama gelmektedir zaten. Halide Edib, daha sonra 1912’de Balkan Savaşı sırasında bu cemiyetin hastabakıcı kolunu örgütleyerek küçük bir hastane kurar ve muhacirlere sağlık hizmetleri verir.
Halide Edib, o yıllarda çok yaygın olarak okunan kadın dergilerine de sürekli yazar, ancak tehdit mektupları da alır. 31 Mart olaylarından sonra öldürüleceği yolunda söylentiler çıkması üzerine, Özbekler Tekkesi’nde bir süre kolej öğretmenlerinden Hester Jenkins’in desteğiyle saklanmak zorunda kalan Halide Edib, tanınmamak için çocuklarına bahçıvan çocuklarının kıyafetini giydirir, kendisi de bir kalın çarşafıyla yüzünü örterek linç edilmekten kurtulur. Sürgündeki bir kadının uzun saçlarına bakmaya fırsatı bulamayacağı düşüncesiyle, saçlarını dibinden kestirir. İstanbul’dan ayrılmak zorundadır. İki çocuğuyla beraber gemiyle Mısır’a gider. Mısır’da kızıl hastalığına yakalanan büyük oğlunun başında beklerken yalnızca oğlunun ölmesinden değil, kocası tarafından sorumsuz bir anne olarak suçlanmaktan da korkar.
Dostu Isabel Fry’ın davetiyle, Mısır’dan İngiltere’ye geçme kararı aldığı günlerde Salih Zeki, Mısır’a giderek iki çocuğunu Türkiye’ye geri getirir. İngiltere yolculuğu, bağımsızlık savaşında anneliğini ikinci plana itme zorunluluğu yaşayan Halide Edib’in yalnız günlerinin başlangıcıdır. İçinde bulunduğu ağır ekonomik koşullara rağmen, o dönem evinde misafir olarak kaldığı Bertrand Russell’dan ve eşinden para istemeyecek kadar gururludur. 1909 Ekim’inde İstanbul’a döner.
Eşini ziyaret etmek için gittiği Galatasaray Lisesi’nde, onun başka bir kadınla ilişkisine tanık olur, eşini uyarmak amacıyla Raik’in Annesi adlı bir roman yazar. Ona yüz yüze anlatamadıklarını yazmayı denemiştir. Kısaca, bir metres öyküsü olarak özetlenebilecek olan romanda, eşinin ihanetine oğlu için katlanan bir kadının hikayesi anlatılır. Raik’in Annesi, 1909 yılında Musavver Muhit Dergisi’nde tefrika edilir, ancak yarım kalır.
“Öyleyse azizim bu kadın eşinizin bu kadar üstünde mi ki otellerde sürtüyorsunuz? Hayır, hayır, bu zayıflığımı anlamayacak kadar erkek değil misiniz? Erkekler hayvansa anlarım; fakat insansa hayır, bin kere hayır.” (Raik’in Annesi)
Salih Zeki’ye, 1910 yılında yine bir otobiyografik romanla, bu kez Seviye Talip ile seslenmeye çalışır, ancak bu roman yayınlanmadan boşanma kararı verir.
“Şimdi anlıyorum ki ne kalple, ne de fikirle ilgisi olmayan, sırf hayvaniliği okşayan ilişkiler olabiliyor; hatta, fikri vücuduna hükmeden ve kalbi başka bir yüze esir olduğu halde bile, bu gibi etkiler içinde, insan bütün varlığını kaybedebiliyor.” (Seviye Talip)
Halide Edib
“1910’da benim aile hayatımda büyük bir değişme olmuştu. Salih Zeki Bey, ikinci defa evlenmeye karar vermişti. Taaddüdi zevcât aleyhine hiçbir zaman değişmeyen ve taassup derecesini bulan bir kanaatim vardı. O zaman Yanya’da bulunan babamı çocuklarımla beraber ziyarete gittim. Salih Zeki Bey’e karar vermeden düşünebilmesi için zaman vermek istedim. Döndüğüm zaman bu meselenin kapanmasının mümkün olmadığını görerek ayrıldım. Yani dokuz senelik hayat arkadaşlığımız sona erdi.”
Salih Zeki’den ayrıldıktan sonra büyük bir bunalım geçiren Halide Edib, üçüncü ayın sonunda yataktan kalkabilir. Yıllar sonra asistanı Mina Urgan’a “Halide Edip, şu adamla sevişti, bu adamla sevişti diye birtakım lâflar duyacaksın. Bunların hepsi yalan. Ben bir tek erkeği sevdim ömrüm boyunca. O tek erkek de altı ay sonra benden bıktı. Beni aldatmaya başladı. Her şeyi biliyordum. Her şeye razıydım. Yeter ki onu görebileyim, ona dokunabileyim. (Bunu söylerken, elini bana doğru uzatmış, bana dokunmuştu. Tutkusunun çıplaklığı karşısında fena sarsılmıştım.) Ancak ikinci bir kadınla nikâh kıymaya kalkınca, boşanmaya karar verdim. Bunu gururumdan yaptığımı sanma. Ama iki oğlum vardı. Analığım ağır bastı. İki küçük erkek çocuğun bu kadar çirkin bir durumu, babalarının aynı evde iki kadınla birden yaşadığını görmelerine katlanamadım; boşandım. Öleceğimi sandım. Ama insan kolay kolay ölemiyor.” diyecektir.
1911’de yayımlanan ilk öykü kitabı Harap Mabetler’deki metinlerin çoğu, 1908’de yayımlanmaya başlanan Tanin Gazetesi’nde çıkmıştır. Üslup itibarıyla etkileri henüz silinmemiş olan Edebiyat-ı Cedide yazarlarının izlerini taşır. İlginçtir, hocası Rıza Tevfik de Harap Mabetler adlı bir şiir yazar ve “Harap Mabetler Muharriri Halide Edib Hanım’a” ithafıyla yayınlar.
“Sarışın, kumral, esmer aşk hayalleri! Bu fani tanrılar için hepimizin yaptığı fâni mabet… Hiçbir şey gelmeyecek olan ruhunun eşini bekleyen budala kız… Onun eşini mabedin kapısında çamurlara gömülü bıraktım.” (Harap Mabetler)
Harap Mabetler, Rıza Tevfik
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış.
Ulu mihrabında yazılar gördüm
Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış
Halide Edib
Halide Edib Adıvar, 1909’da Kız Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik yaparken, meslek dersleri ile ilgili olarak uygun bir ders kitabı olmadığını görür ve bu nedenle 1911’de Horn’un İlm-i Tâlimin Psikolojik Esasları kitabını kendisinden de eklemeler yaparak Usul-i Tâlim ve Terbiye adıyla Türkçe’ye çevirir. Bu eserini pedagoji ve tarih derslerine girdiği Kız Öğretmen Okulu’nda meslek dersi kitabı olarak okutur.
1912’de yazdığı Handan romanında çağının ötesinde bir anlayışla bir kadının yalnızlığını ve cinselliğini açıkça anlatır. Roman, kocası Salih Zeki’den alınmış bir edebi intikamdı adeta. Romanın baş kahramanı Handan’ın adının ilk iki harfi (Ha) ve davranışları fazlasıyla Halide Edib’i çağrıştırır. Romanın yayınlanmasıyla beraber, Yakup Kadri gibi isimler bu otobiyografik özelliğe dikkat çekerler.
“Çünkü Handan’ın kalbi son sözünü söylemiştir, buna eminim. Ve o kadın mutlak sevecektir. Zaten böyle kadınlar uzun seneler tecrübelerden, ruhları kalpleri zengin, nihayetsiz bir his ve fikir kabiliyetini aldıktan sonra severler. Onlar sevecekleri adam için senelerce hazırlanırlar. Sonra sevecekleri adamla karşı karşıya gelince hayatlarında, ruhlarında, bütün kâinatlarında ne varsa hepsini bırakıp o adamın arkasına düşerler.” (Handan)
Halide Edib
1912’de Türk milliyetçiliği fikirleri üzerine kurulan Türk Ocağı’na devam eder, Türk Yurdu Dergisi’nde yazmaya başlar. Burada Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi ile tanışır. Bu yıllarda, Türk Yurdu Dergisi’nin yayıncısı da olan yakışıklı bir erkek olan Yusuf Akçura ile bir gönül hikayesi söz konusudur. Akçura, aslında evlenmeyi düşündüğünü, ancak Halide Edib’in babasının soyu yüzünden evlenmediğini söyleyecektir yıllar sonra. 1913’te yayımlanan Yeni Turan adlı kitabı bu yıllardaki görüşünü yansıtır niteliktedir. Romanında, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını yavaşlatmak için yeni düşünce ortaya koyduğu gibi, Türk milletinin yeniden kuruluş ve kurtuluşu için çareler arar. Bu nedenle, bireysel duygu ve fikirlerin yanında, memleketin sorunlarını işler.
“Ey Yeni Turan, sevgili ülke, söyle, sana yol nerde? Altı yüz yıl var, yabancı illerde, ırak yollarda, susuz yaylalar, gölgesiz dağlarda gezdin, kurak çorak ülkelerde kurak çorak ağaçlar gibi kurudun. Söyle, senin can veren bir berrak ırmağın, yeşil yurdun nerde?” (Yeni Turan)
Cemal Paşa, Ali Münif Bey, Halide Edib, Beyrut’ta bulunan Ayn Tura Ermeni Yetimhanesi önü, 1916 (Cizvitlerin yaptığı taş binalardan oluşan yapı, Türk, Ermeni ve Kürt kimsesiz çocukların barındığı bir yetimhanedir.)
Halide Edib, 1913’te ani bir apandisit ameliyatı sonrası Viyana’ya gider. Salih Zeki ile evli olduğu dönemden tanıdığı, Tanin Gazetesi’ni çıkaran Hüseyin Cahit Yalçın da Viyana’ya gidince dedikodu kazanı kaynar. Yakışıklı, evli ve çocukları olan Hüseyin Cahit’in elinde büyüyen Şiar Yalçın, Hüseyin Cahit’in çok çapkın olduğunu ve Halide Edip ile gönül ilişkisinden söz edildiğini doğrular. Halide Edib, iki eşliliğe karşı olsa da, aşkın yerini ayrı tutar, Seviye Talip’te ilk kadın kahramanlarından Seviye “Aşk en yüksek nikahtır” diyecektir.
1916 yılı başında Cemal Paşa, Halide’ye yazdığı mektupta, Suriye’ye gelmesini, Şam, Beyrut ve Lübnan’da okul açmak için bir plan hazırlamasını rica eder. Halide Edib ve beraberindekiler Suriye ve Lübnan’da bir dizi okul açar. Beyrut’taki Darü’l Nasırat adlı yatılı kız mektebi ve muallim mektebi, Beyrut, Şam ve Lübnan’ın değişik yerlerindeki yatılı ve normal kız ilkokulları, Beyrut’ta üç-dört bin kız öğrencinin devam ettiği sanayi mektepleri ile Suriye’deki Tanail Ziraat Mektebi ilk akla gelenlerdir.
Mor Salkımlı Ev’de şunları yazar o yıllara dair: “Bu yetimhane üzerine merhum Cemal Paşa ile aramızda hayli çetin ve uzun münakaşalar oldu. Ben Ermeni çocuklarının Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itiraz ettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu surette izah etti. Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen birtakım yetimhaneler vardı. Bunlar yalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiçbirinde yeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yeni bir yetimhane açmak için maddi imkan kalmamıştı. Ayin Tura sadece Müslüman çocuklar için olup, orada henüz yer vardı. Ermeni yetimhanesinin almadığı kimsesiz avare Ermeni çocuklarını Ayin Tura’ya alırken onlara Türk ve Müslüman adı vermek zaruri idi. Esasen din dersi verilmiyordu. Yani Ermeni çocukları zorla Müslüman yapmak gibi bir gaye yoktu.”
Mina Urgan ise “Falih Rıfkı’nın anlattığına göre de, aralarında hiçbir şey geçmediği halde Cemal Paşa’yı, öyle sultası altına almış ki, adamcağız ona danışmadan, onayını almadan, basit bir evrakı bile imzalayamayacak hale gelmiş” diyecektir.
Ayn Tura Yetimhanesi (Siyah giysili Halide Edib), 1916
Halide’nin bu seyahatlerinde çocukların bakımı ile ablası Mahmure ilgilenir. Dr. Adnan Adıvar uzun zamandır Halide’ye aşıktır, öyle ki boynunda Halide Edip’in resminin olduğu bir madalyon taşıdığı söylenir. Tanışmaları haminnesinin hastalığı sebebiyledir.
Halide Edib’in asistanı olan Mina Urgan şöyle anlatıyor: “İlk eşinden doğan iki oğlundan birine hekim olarak bakan Adnan Bey ona öyle aşık olmuş ki, ya benimle evlenmezse diyerek başını duvarlara küt küt vururmuş. Melek huylu Adnan Adıvar, bir İstanbul efendisiyle Avrupalı bir aydının niteliklerini benliğinde uyumla birleştiren nefis bir adamdı.”
Halide Edib, Ayn Tura Yetimhanesinin düzenlenmesi sırasında çok ağır bir hastalık geçirir. Adnan Adıvar evlenme teklifini ne zaman yaptı bilinmiyor, ama Halide işte o hastalık sırasında evlenmeye karar verir. Ancak, gelin Suriye’de damat İstanbul’da olduğu için, 1917’de babası kızından aldığı vekalet ile nikahlarını gıyabında kıydırır.
Halide Edib ve oğulları
Halide Edib, Lübnan’dan dönerken yeni romanı da hazırdır. 1917’de tefrika edilen, 1919’da basılan Mev’ud Hüküm adlı romanını Émile Zola’ya ithaf eder. Otobiyografik öğelerin bulunduğu kitabın konusu, o dönemin vebası olan frengi etrafında bir aşk öyküsüdür.
“Her alanda olduğu gibi, memlekette de, doktorlar doktorluğu memurluk anlayışı ile kabul etmişler, hastasını muayene edip ilacını verdikten sonra kendini mesleğiyle ilgili her şeyi yapmış saymışlar ve bütün hayatlarında basit ve pratik birer tıp memuru olarak kalmışlardı.” (Mev’ud Hüküm)
Osmanlı İmparatorluğu, Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile yenik düştüğünü resmen kabul eder. Osmanlı İmparatorluğu, o dönem Amerikan başkanlığı yapan Woodrow Wilson’un 14 ilkesi doğrultusunda barış ister. Bu maddede Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerde, istiklallerine dokunulmayacağı söylenir. Halide Edib, Celaleddin Muhtar, Ali Kemal, Hüseyin Hulusi, Refik Halid ile beraber aynı yıl kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’nde örgütlenir. Derneğin etkin üyeleri arasında Yunus Nadi, Ahmet Emin gibi yazarlar da vardır.
Atatürk’e yazdığı 10 Ağustos 1919 tarihli mektupta şöyle der: “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine… süratle istememiz lazım gelen Amerika da, tabii mahzursuz (sakıncasız) değildir. İzzeti nefsimizden epeyce fedakârlık etmek mecburiyetinde bulunuyoruz…. ….Amerika’nın fikri, hafi (gizli) olarak şudur: Umumi ve tek bir manda almak istiyorlar… Kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz. (…) sergüzeşt ve cidal (kavga/savaş) devri artık geçmiştir….”
Halide Edib’in belki de geçici bir çözüm olarak istediği bu fikir yüzünden adı hep mandacılıkla anılacaktır.
Halide Edib Sultan Ahmet Mitingi’nde
Dönüşünden çok kısa bir süre sonra İstanbul’un, ardından 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesi üzerine, toplumsal hareketler başlar. Halide Edib, ilk mitingin organize edilmesinde faal olarak yer alır, bildiri dağıtır ve o dönemin muhalif dergilerinden Büyük Mecmua için yazılar yazar. Halide, 23 Mayıs 1919’da da Sultanahmet Meydanı’nda büyük bir kalabalığa hitap eder. Miting, aynı zamanda İngiltere’nin itirazına rağmen gizlice filme çekilir. Halide Edib, siyah çarşafının içinden ünlü konuşmasını yapar. Coşkulu kitle içinde Nazım Hikmet de vardır.
Anınca hala görüyor vicdanım
Hatipler kürsüye çıkıp çağlardı
Mitingin reisi Halide Hanım
Söylerken, halkı hüngür hüngür ağlardı.
Ziya Gökalp
Polatlı Cephesi’nde askerlerle Halide Edib
Halide Edib emre ve hiyerarşiye itaat etmez, savaşın farklı süreçlerinde kendi doğrularını uygulamak ister. 1920’de Mustafa Kemal ile sürtüşmesinin ardından, hemen ertesi gün anılarını İngilizce olarak yazmaya başlar. 1928’de yurt dışındayken anılarını The Turkish Ordeal adıyla bastıracaktır. Bu çatışma nedeniyle, 1920 yılının Eylül ayında Ankara’dan ayrılarak bir süreliğine Eskişehir’e gider, ağır bir sıtma hastalığına yakalanır, bu hastalığı atlattıktan sonra Eskişehir’de hastanede çalışmaya başlar. Miralay İsmet Bey’in isteği ile cepheye döner. Cepheye döndüğü gün ise Mustafa Kemal’in elini öperek, tüm kırgınlıkların unutulmasını diler. Cepheye döndüğü zaman her ne kadar duygularını “Mustafa Kemal Paşa’ya doğru kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazı odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu” olarak anlatsa da, 1920 yılında cephede aralarında büyük bir güç çatışması yaşanmıştır.
Sakarya Savaşı’nın ardından onbaşı, 1922’de başçavuş olur. O dönemde Yunan Ordusu’nun sivil halka uyguladığı şiddetini araştırmak üzere Tetkik-i Mezalim Heyeti’nin başkanlığını da yapar. 16 Aralık 1922’de eşi Adnan Adıvar’ın Hariciye Vekâleti İstanbul Mümessili olarak görevlendirilmesi üzerine İstanbul’a döner.
“Yanındaki sırtlardan ve arkasındaki Kartaltepe’nin dargın ve siyah zirvelerinden topraklar, dumanlar fışkırıyor. Coşkun ve sonsuz bir gümbürtü ortasından renk renk dumanlar, beyaz kandiller gibi uçuşan şarapneller, bu semavi teranenin sahnesidir. Bu bir dev dünyasına benziyor. Dağdan dağa devler birbirine eski günlerde böyle haykırmışlar, eski Türk hikayelerinde dört yüz düşmanın ödünü patlatıp canını cehenneme gönderen nara işte buymuş.” (Dağa Çıkan Kurt – Duatepe)
Halide Edib, Adnan Adıvar, Kocaeli, 10 Ocak 1921
1923’te yayımlanan Kurtuluş Savaşı romanlarının ilki olan Ateşten Gömlek’te, İzmirli Ayşe etrafında, Anadolu’da önce çetelerle başlayan, sonra düzenli ordu ile devam eden ve zaferle sonuçlanan Türk Kurtuluş Savaşı’nın öyküsü anlatır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gidince (1921) bir süre Halide Edib Adıvar’da misafir kalır. Adıvar o günlerde Yakup Kadri’nin Ateşten Gömlek adında bir Anadolu romanı yazmakta olduğunu öğrenince bu adı çok beğenir. Yakup Kadri’den daha önce davranıp, iki ay içinde eserini tamamlar. Halide Edib bu olayı da kitabının başında Yakup Kadri’ye başlıklı açık mektupta anlatır. Ayrıca bu konuyu Türk’ün Ateşle İmtihanı başlıklı anılarında da anlatır.
“Bu hülyadan sonra kafamda, ordumuzu ötesinde berisinde serviler ve çamlar görünen engin bir meşe ormanı halinde görüyordum. Gölgeleri ezeli, gövdeleri namağlup, dalları hülyayla çok ciddi ve deruni bir ıstırapla dolu bir ormanı. Koca dünya bunu mütemadiyen biçiyor; büyük ağaçlarını yere seriyor: Fakat yere dökülen tohumlardan daha zengin genç bir orman fışkırıyor: “Bu orman İzmir’e girecek,” diye sayıklamış ve haykırmışım.” (Ateşten Gömlek)
Halide Edib
Aynı yıl diğer romanı Vurun Kahpeye yayımlanır. Romanda, idealist İstanbullu öğretmen Aliye’nin Anadolu’da bir kasabaya gidişi ve bölgede Milli Mücadele düşüncesine destek faaliyetleri anlatılır. Romanda, bölge halkının Milli Mücadele’ye bakışı, bu mücadelenin sembolü olmuş Kuvayı Milliye oluşumunun yanı sıra, dağılan Osmanlı devlet mekanizmasının temsilcileri ve eski düzen karşıtları yansıtılır. Üç kez sinemaya da aktarılır.
“Bütün idealist adamlar, muayyen bir maksada varlığını vakfedenlerin zulmüyle zalimdir. Çünkü bunlar için, insani rabıtalar, en kavi ve kadir aşklar, maksattan sonra gelen şeylerdir ve maksatları için hiçbir elemden, hiçbir fedakarlıktan, hiçbir kurbandan kaçınmazlar. Bunlar kudretlidir ki, ihtilalleri, millet tarihinde herhangi dönümü, herhangi sarsıntıyı, kan ve facia mukabilinde getirir.” (Vurun Kahpeye)
Halide Edib, 1924’te yayımlanan, en duygusal romanlarından biri Kalp Ağrısı’nda, değişik anlatım tekniklerini kullanarak yazar. 1900’lü yılların İstanbul’unu eserinin merkezine yerleştirir. Betimlediği kadın figüründe, politik ve sosyal yaşama eğitim ve modernleşme ile dahil olmuş bireyi yansıtır.
“Birdenbire bizi bulacaklar, geri çevirecekler gibi ovaya doğru el ele uzaklaşıyoruz. (…) Hiç konuşamıyoruz, yanımdakinin titrediğini, kalbinin yine bir motor gibi attığını duyuyorum; fakat eli gibi bütün vücudu da vücudumun devamı kadar benim; belki bu titreme, bu heyecan benim kalbimdedir. Çünkü iki kalpli bir tek vücut mu, yoksa iki vücutlu bir tek kalp mi olduğumuzu bilmiyorum.” (Kalp Ağrısı)
Kurtuluş Savaşı’nın ardından, eşi Adnan Adıvar 1923 yılında İstanbul milletvekili olarak Meclis’e girer ve Terakkiperver Fırka’nın İkinci Başkanlığı’na seçilir. Ancak, Cumhuriyet’in ilk muhalefet partisinin ömrü çok kısa sürer, parti kapatılır. Karı-koca vakit kaybetmeden Türkiye’yi terkeder, İngiltere’ye giderler. Sürgün yılları çok uzun sürer. İzmir suikastı sırasında yurtdışında bulunan Adnan Adıvar, İstiklal Mahkemesi tarafından gıyabında yargılanır ve beraat eder. Halide Edib’e yöneltilmiş yasal bir suçlama yoktur, ancak bir dönem açıktan savunduğu Amerikan mandası fikri üzerine damga gibi yapışıp kalır. Bu on dört yıllık süre içerisinde Fransa, İngiltere, Amerika gibi ülkelerde bulunurlar. Halide Edib, Amerika’da iken Kolombiya Üniversitesi’nde misafir profesör olarak Çağdaş Düşünce ve Edebiyatı derslerini okutur. Daha sonra Delhi İslam Üniversitesi’nde misafir profesör olur.
Mina Urgan’a göre, Halide Edib, Mustafa Kemal’e yön veremediği için Türkiye’yi terk etmiştir ve Mustafa Kemal’i hiç sevmez. Halide Edib hayatındaki öteki erkekler gibi Mustafa Kemal’e de egemen olmayı aklına koymuştur ve her konuda kendisinden icazet almasını beklemiştir.
Halide Edib ve Falih Rıfkı Atay
1926-1927 yıllarında tefrika edildikten sonra, 1928’de kitaplaştırılan Kalp Ağrısı romanının devamı niteliğindeki en özgün romanı Zeyno’nun Oğlu’nda, Doğu Anadolu’ya görevli giden Türk subayları ve eşlerinin gözlemlerini aktarır. Bölgede içten içe gelişen bir Kürt isyanının öncesinde geçen olayların ana kahramanı Haso Çocuk. Zeyno’nun Oğlu, bir yanıyla Doğu Anadolu’daki feodal düzenin kökenlerine de işaret eder.
“Hafızasındaki küçük Haso kendisi değil, Türkiye’nin azap çeken, kendi kendine terk edilen bütün çocukluğunun bir alemi, o günlerin Zeynosu, küçük Haso’nun anası değil, milyonlarca Anadolu kadınının bir timsali… Bu düşünce onu yumuşatmadı, bilâkis iradesini sertleştirdi. Mutlak onun yirmi bir yaşı, altmış, yetmiş olduğu zaman artık Haso ve Zeyno’nun temsil ettiği milyonlarca çocuk ve kadın bambaşka bir hayat yaşıyacak… Doktor Hasan’ın ıstırap, meşakkat ve sefalete karşı mücadelede büyük ve büyük bir rolü olacak…” (Zeyno’nun Oğlu)
1930’da Paris’e taşınır, Sinekli Bakkal romanını Paris’te İngilizce olarak yazar. 1935’te İngiltere’de yayımlanan romanın ilk adı Soytarı ve Kızı’dır (The Clown and His Daughter). Halide Edib, romanda sadece bir aileyi değil, bütün sokağın yaşantısını ele alır. Sinekli Bakkal Sokağı, İstanbul’un arka mahallelerinden biridir. Bu mahalleyi diğerlerinden ayıran özelliği, değişik kültür, din, ırk ve sınıftan oluşan insanların bir arada yaşadığı bir merkez olmasıdır. Adıvar, Sinekli Bakkal Sokağı’nı öznel anlamda İstanbul, genel anlamda ise Osmanlı İmparatorluğu olarak görür.
“Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal. Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman sokakları… Köşenin başında durup bakarsınız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil…” (Sinekli Bakkal)
Alphonse Mucha, The Portrait of Halide Edib Adıvar, 1925
Halide Edib’in ABD’li dostu Charles Crane’nin maddi olarak desteklediği ressam Alphonse Mucha, bu dostluk nedeniyle portreyi yapar. Art Nouveau akımının önemli ressamlarından Alphonse Mucha, başarılı afişleri ve kendine özgü tarzıyla afiş sanatının değer kazanmasını sağlamıştır.
Halide Edib’in The Turkish Ordeal adını verdiği anıları, 1928’de ABD ve İngiltere’de yayımlanır. Nutuk’ta Halide Edib’ten hiç bahsedilmemesi, tek bahsedildiği yerde ise ona mandacı denmesi, belki de anılarında Mustafa Kemal’i ağır sıfatlarla itham etmesine neden olur. Ancak, Atatürk’ün liderliğini ölümsüzleştirdiği satırlar da yer alır The Turkish Ordeal’da. Kitabın yayımlanmasından yıllar sonra okunabilecek olan Türk’ün Ateşle İmtihanı, Atatürk’le ilgili bazı kısımlarının çıkartıldığı, anıların kısaltılmış halidir.
“Mallı istasyonunda trenden indim. Bana cepheye gitmekte olan bir genç yüzbaşı arkadaşlık ediyordu. Şimdi artık Ankara’dan Sarıköy’e kadar küçük bir alan Türklerin elinde kalmıştı. Kömür hemen hiç yok gibiydi. Hemen yalnız askerlerin ihtiyacı için kullanılan trenler odunla işliyordu. Vagonlar hep üçüncü ve çok eskiydiler. Oturacak yerler hep tahta, pencereler kırıktı. Her yer tahtakurusuyla doluydu. Her istasyonda orduya katılacak olanlar geliyor, istasyonda, kadınlar arkalarından koşuşarak ağlıyorlardı. Dişsiz bir ihtiyar kadının açık ağzından çıkan iniltileri hâlâ duyar gibiydim. Trendeki erkekler birbirleriyle konuşuyor, nereli olduklarını soruyorlardı. İçlerindeki büyük kudrete karşın, pek de umutlu görünmüyorlardı. Umudu, yalnız tanınmamış, genç subaydan alabiliyordunuz.” (Türk’ün Ateşle İmtihanı)
Anılarının yayımlanmasından sonra Halide Edib, Türk basınında ağır eleştirilere maruz kalır. “Baktınız siyaset pazarında adınızı anan yok, ver elini İngiltere deyip yolunuzu tuttunuz ve Londra’nın sisli havası içinde beli kırılmış bir yılan gibi kıvrana kıvrana düşman gazetelerine zehrinizi dökmeye başladınız. Hatıranızda yoklar var oldu, varlar yok. Akı kara gösterdiniz, karayı ak, geceye gündüz dediniz, gündüze gece…” (Yusuf Ziya, İkdam Gazetesi)
Halide Edib
Halide Edip Adıvar’ın 1936 yılında Paris’te yazdığı romanı Yol Palas Cinayeti, 1900’lü yılların başında Şişli’de bir konakta işlenen dava ile başlar. Dönemin İstanbul’unu, kentte yaşayan aydınların Türkiye’ye ve Avrupa’ya bakışlarını, yeni yeni bilincine varılan sınıf çatışmalarını gözler önüne sermesinin yanında, yazarın Paris gözlemlerini kattığı bir roman olması bakımından da önemlidir.
“Fakat bana diyeceksiniz ki, kanunun yakalayamadığı muzır bir ferdi başka bir fert cezalandırabilir mi? Hayır, bilhassa öldürmek hakkı yeryüzünde hiçbir ferde verilmemiştir. Çünkü hayat yeryüzünde en mukaddes bir şeydir. Hayat Allah’ın en güzel eseridir. Onu bozmak hakkı ferdin değil, cemiyetin, ırz, mal ve can emniyetinin muhafızı olan adliyenindir.” (Yol Palas Cinayeti)
Halide Edib ve Adnan Adıvar, İsmet İnönü’nün onları çağırdığı 1939 yılına dek sürgünde yaşarlar. Halide Edib Adıvar yurda döndükten sonra, yeni kurulan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi’nin başına getirilir ve Türkiye’nin ilk kadın profesörü olur. Bu bölümde öğrencileriyle beraber pek çok çeviriye imza atar, tutkunu olduğu Shakespeare ile ilgili dersler verir. Yazar olarak, en verimsiz dönemleri bu yıllara rastlar.
“Halide Edib’in kişiliği öylesine güçlüydü ki, yalnız İngiliz Edebiyatı bölümünün değil, bütün Edebiyat Fakültesi’nin başına geçti dakikasına. Dediği dedikti, her istediği yapılırdı. Ona Dekaniçe adı verildi çok geçmeden. Bizim bölümün başına geçtiği sırada ancak 58 yaşında olduğu halde, seksenlik alaturka bir kadın kılığına girmişti her nedense. Yerlere kadar etekler, pardösüler giyer, çenesinin altından düğümlediği bir eşarpla başını yaz kış örter, göz ameliyatı geçirmediği halde kalın çerçeveli gözlükler takar, eline baston almadan sokağa çıkmazdı. Halide Edib gençliğinde klasik anlamda güzel sayılmamakla birlikte, çok çekici bir kadınmış. Kılık kıyafetten anlayan anneme bakılacak olursa çok da iyi giyinirmiş.”
“Bizlerin de öğreneceği çok şey vardı Halide Edip’ten. Ama İngiliz Edebiyatı tarihi değildi öğreneceklerimiz. Kimi zaman düşünürüm de, keşke bu görevi kabul etmeseydi, keşke evinde oturup güzel güzel roman yazsaydı derim kendi kendime.” (Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları)
Halide Edib
1939 tarihli Tatarcık romanı, Cumhuriyet ile birlikte değişen değer ve değer yargıları, yaşayış tarzları, maddi ve manevi kabulleri ve bunlara yöneltilen bakışları edebi bir üslupla harmanlayan bir roman olarak sosyal/kültürel değişmenin ipuçlarını yakalamamızı sağlar.
“Şinasi’nin ailesi atadan kalma, Emirgan civarında ünlü olan Nizamizade Korusu’nda yaşardı. Babası Nazmi Efendi vaktiyle İstanbul’a özgü alafrangalaşmış eski bir kazaskerdi. Cumhuriyet devrine latasını şalvarını atıp, sakalını, bıyığını traş etmek fırsatını verdiği için dört elle sarıldı. İstanbul’un en iyi terzilerinden giyinen Nazmi Efendi, aynı zamanda İstanbul’da en Avrupai görünen örneklerinden biri oluverdi.” (Tatarcık)
1958’de yayımlanan Âkile Hanım Sokağı adlı romanında, Lâleli’de Âkile Hanım Sokağı adlı bir sokakta yaşayan insanların hayatını, psikolojik, sosyal ve ideolojik boyutlarıyla ele alır. Aslında sokağın adı Ahmet Kemal Sokağı’dır, fakat o sokakta oturan insanların saygı duyduğu, akıl danıştığı Âkile Hanım adındaki bir kadın sebebiyle bu isimle bilinir.
“Biz erkekler kadınları, asırlarca perde arkasında soyduk durduk. Şimdi onlar kendi arzularıyla soyunuyor ve bizi de soyuyorlar. Pek de haksız değiller ya. Fakat beni bu manzaranın asıl zamanımızın ruhunu, ifade eden tarafı ilgilendirdi. İçimiz bomboş. Kafamızda gösterecek bir şey kalmadı. Tabii olarak geçmişi biliyor, fakat geleceği bilemiyor, tahmin edemiyoruz. Memleket içi ve memleket dışı herkes birbirini soymakla meşgul. Alimler rakip memleketleri soyup elde etmek için usuller ararken kendilerini, hatta dünyayı da batırmak üzeredirler.” (Âkile Hanım Sokağı)
Halide Edib
Halide Edib, uzun ve renkli yaşamına kaybolmuş iki tiyatro metninin yanı sıra, 1918 tarihli Kenan Çobanları (KÇ) adlı bir opera librettosu ve 1945 tarihli Maske ve Ruh (MVR) adlı bir tiyatro eseri sığdırmıştır. KÇ adlı bir opera librettosu, özgün bir eser olmayıp, Tevrat’taki bir öykünün uyarlanmasıdır. Oyunun ilk olarak hangi tarihte oynandığı ve nerelerde tekrarlandığı konusunda çelişkili bilgiler vardır.
Halide Edib, Maske ve Ruh (MVR) adıyla kaleme aldığı oyunun da ise maddenin öne çıktığı yeni dünya düzeninde ruhun kaybolmasını anlatır. Yazar, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Akşehir yolculuğunda Nasreddin Hoca felsefesinden çok etkilenir ve yıllar sonra dünyaya Nasreddin Hoca’nın gözünden bakan bir oyun yazmak ister. “Savaştan önceki uygar dünyayı ve uygarlığı tehdit eden meselelerin verdiği yorgunluk bana bunlara biraz Nasreddin Hoca gözü ile bakmak isteğini verdi.” Halide Edib, Fantezi Piyes olarak nitelediği dört perdelik Maske ve Ruh adlı oyununda, dünyaya ve dünyayı tehdit eden sorunlara Nasrettin Hoca gözünden bakmaya çalışmıştır.
“..Maskeler veyahut ruhlar? İnsan için kudret eliyle çizilmiş, müddeti mezara kadar süren bir et maskesi mi olmak daha faydalıdır, yoksa ebediyet tehlikesine maruz bir ruh olmak mı daha iyidir? Bu meseleyi siz düşünecek, siz halledeceksiniz… Benim için birbirini kovalayan vak’aların hepsinde ibret vardı. Zalim de ben mazlum da bendim; öldüren de bendim, ölen de bendim, seven de bendim, sevilen de bendim, gayızla dolu olan da ben, gazaba çarpılan da bendim.” (Maske ve Ruh)
Halide Edib
“Kitaplarımın içinde Zeyno’nun Oğlu’nu beğenirim. Diğerlerine nazaran benim üzerimde, onun başka bir tesiri vardır. Mamafih Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Millî Mücadele’nin kitap halinde ifadesidir. Realist şeylerdir. Sıcaklığı, samimiyeti, ruh tarafı olan kitaplardır.”
Halide Edib’in üç tutkusu vardı: Amerikan polisiye romanları, kanasta, tespih. Satranç oynamayı da sever, ancak torunu çok iyi oynamadığını söyler.
“Sabah kalkar kalkmaz ilk işi giyinip makyaj yapmak olurdu. Tırnakları hep manikürlüydü ve renksiz cila sürerdi. Yüzüne ise yalnızca pudra. Hep arkada topuz yaptığı saçlarını çivitle, griye yakın uçuk bir maviye boyardı. Hiç ev işi yapmazdı. Yanında hep ev işlerini yapan bir yardımcı olurdu. Çok hafif bir kahvaltıdan sonra yazmaya otururdu. Bazen günlerce yazmaz, bazen de bir oturur bitirene kadar kalkmazdı. Parayla pulla hiç ilgisi yoktu. Öldüğünde kalan Soğanağa’daki eviyle bankadaki 40 bin lirasıdır. Ev eşyaları lüks değildi, ama orijinal parçalardan oluşurdu. Eşekleri ve nar çiçeğini çok severdi. İkinci eşi Adnan Adıvar’la bir duygu evliliği yapmadı ve onu hiç önemsemedi. Ama öldüğünde (1955) çok üzüldü.” (Torunu Ömer Sayar, Cumhuriyet)
Halide Edip, Yahya Kemal ile bir dönem araları bozulsa da, yakın dostudur. En beğendiğiniz şair kim sorusuna verdiği değişmez yanıt Yahya Kemal’dir. “Mevlid’den sonra çok lezzetle okuduğum odur, kelimelerle yaptığı resimler Türk dilinin abidesidir.” diyecektir.
Rindlerin Hayatı, Yahya Kemal
-Halide Edib’e, sanatta ve fikirde ulvî varlığına derin hürmetle.
Bazen kader, gelen bora halinde zorludur ;
Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak.
Bazan da cevreden nice bir âdem oğludur,
Görmek değil düşünmeğe bîgâne kal! Bırak!
Dindar adam tevekkülü, rikkatle, herkese
İsa’yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rind’in belaya karşı kayıtsızlığındadır
Halide Edib, 1955’te eşi Adnan Adıvar’ı kaybettikten sonra, mezar taşına da Yahya Kemal’in Vedâ Gazeli’nden dizeleri yazdırır: “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde. Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”
Ölmeden bir yıl önce, 1963’te Turgut Etingü’nün röportajında Halide Edib şöyle der: “Şimdi hissediyorum ki, doktoru çok sevmişim. Çünkü ilk defa tanışıp, evlenmemizde bir aşk mevzuu bahis değildi. Bugün her yerde onun yokluğunu hissediyorum. Müşfik, çok iyi ve mükemmel bir insandı. Düşünmeyi sanat haline getirmiş bir insan örneği… Hayatımın erkeği olarak onu arıyorum…”
Halide Edib, 10 Ocak 1964’te hayata gözlerini yumar. Merkez Efendi Kabristanı’nda, eşi Adnan Adıvar’ın yanına gömülür. Ölümünden sonra, 1974’te yayımlanan Kubbede Kalan Hoş Sada’da, Halide Edip’in yazarlığının her dönemine ait metin, mensur şiir, hikaye yer alır.
Kaynak
Halide Edib Biyografisine Sığmayan Kadın – İpek Çalışlar, Kurgunun Kahramanı Olarak Halide Edib, HALİDE EDİP’İN HÂTIRALARI VE ROMANLARI ÇERÇEVESİNDE RUMLAR ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME, Halide Edip’in Hikayeciliği Üzerine, Halide Edib Adıvar’ın (1884-1964) Öğretmenlik Mesleğinin Niteliğine İlişkin Görüşleri, Muzaffer Uyguner’den Yeni Bir Monografi: Halide Edip Adıvar, Halide Edip Adıvar, Tanımadığımız Halide Edip, Halide Edip Adıvar Tiyatrosu, Halide Edip Adıvar