Menu

Gabriel García Márquez’in Okumanız Gereken 9 Kitabından Alıntılar



1927’de Kolombiya’nın kuzeyindeki yoksul Aracataca kentinde doğan ve büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Gabriel García Márquez, çocukluk yıllarını tüm eserlerinin kaynağı olarak niteliyor.

İki iç savaşa katılan, liberal bir insan hakları eylemcisi olan büyükbabasının siyasi çizgisinden etkilenen yazar, büyükannesinin anlattığı hurafeler ve halk hikayeleriyle büyüdü. Cizvit okulunda hukuk öğrenimini görmeye başlayan Gabriel García Márquez, gazetecilik yapmak için okulu bıraktı. 1954’te çalıştığı gazete tarafından Roma’ya gönderildi. O zamandan sonra ömrünün büyük bölümünü Paris, Venezuela ve son olarak da Mexico City olmak üzere yurt dışında geçirdi. Romanlarıyla ünlenmesine rağmen hep gazeteciliğe devam etti. Edebiyat dünyasında özellikle Faulkner, Virginia Woolf, James Joyce, Hemingway, Márquez’in elinden düşürmediği yazarlardı.

Gabriel García Márquez

Gabriel García Márquez, yazmaya nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “Çizerek. Karikatürle. Okuyup yazmazdan çok önce bile evde ya da okulda sürekli bir şeyler çizerdim. Komik olan ise, şimdi farkediyorum, lisedeyken herkes beni yazar olarak bellemişti, tek kelime yazmamama rağmen. Hani ben yazardım ya, ne zaman bir broşür ya da imza kampanyası olsa metnini bana yazdırırlardı. Üniversiteye başladığımda, akranlarıma kıyasla çok daha iyi bir edebi geçmişe sahip olduğumu farkettim.”

Yazarlık sürecinde birçok kitaptan etkilense de, kendisi için en önemli eşiğin 19 yaşında hukuk öğrencisiyken okuduğu Kafka’nın Dönüşüm’ü olduğunu, bu şekilde alışılmışın dışında, gerçeküstü de yazılabileceğini bu kitapla gördüğünü, kendisiyle yapılan her söyleşide anlatır. Öykü ve senaryo yazılarının yanında bu yıllarda ükesinin içinde bulunduğu durumdan çok etkilenerek, ülkesinin Peru ve Venezuela ile olan savaşlarını, yüzlerce insanın öldüğü katliamları, ülkedeki grupların çatışmalarını, fakirlik, ölüm ve kargaşa dolu günleri de yazdı.

Gabriel García Márquez

Yazarın ilk yapıtı 1955’te basılan, 7 öyküden oluşan Yaprak Fırtınası’ydı. Kolombiya’nın Macondo kentinde geçiyor Yaprak Fırtınası ve gerçekten kenti ziyaret etmiş kadar oluyorsunuz. Tüm nefret ve hoşgörüsüzlük ortamı içinde yapılması gereken bir cenaze törenini anlattığı ve diğer kitaplarının da temelini oluşturan düşsel Maconda kasabası ilk kez bu kitapta ortaya çıkar.

“Birdenbire kasabanın ortasına çöken bir kasırga gibi, ardında yaprak fırtınasıyla, muz şirketi geldi. Başka kentlerin insan ve eşya hurdasından oluşan yaprak fırtınası canlanıvermişti; her zamanınkinden daha uzak ve saçma görünen iç savaşın pisliğiydi. Kasırga amansızdı. Döne döne yükselen yoğun kokusu, saklı bir ölüm ve ten salgısının kokusu, bulaştığı her şeyi kirletiyordu. Bir yıldan kısa bir sürede, kendinden önceki kötülüklerin molozlarını bütün kasabaya ekti, kendi yükünü, döküntülerini sokaklara saçtı. Birden bu döküntüler, fırtınanın çılgın, kestirelemeyen hızına uygun olarak toparlandı, biçimlendi ve bu bir ucundan nehir geçen, öteki ucunda mezarlık bulunan dar sokak, başka kentlerin artıklarından doğan, bambaşka, gelişmiş bir kasabaya dönüşene dek sürdü gitti.”

Gabriel García Márquez

1961 yılında yayımlanan Albaya Mektup Yazan Yok’ta büyükbabasının etkisi olduğunu söyleyecektir. Kitapta okura emekli bir albay ve eşi özelinde kişinin yaşlandıkça içine düştüğü yalnızlığı ve bunla baş etme halini o kendine özgü üslubuyla aktarıyor. Yazar bu uzun öyküsüyle bir yandan umudun insan hayatında her dem var olduğunu hissettirirken, diğer yandan o dönem Kolombiya’da hüküm süren baskı rejimini de eleştiriyor.

“Doktor mektuplarım gazete tomarıyla birlikte aldı. Tıbbi reklam broşürlerini bir yana ayırdı. Sonra kişisel mektuplarına göz gezdirdi. Bu arada posta şefi de orada bulunanlara mektuplarım dağıtıyordu. Albay alfabede kendi harfine ayrılmış olan bölmeyi gözlüyordu. Mavi kenarlı bir uçak zarfı sinir gerginliğini artırdı. Doktor gazetelerin bandını açtı. Başlıkları okurken albay da gözleri küçük bölmeye dikili posta şefinin onun önünde durmasını bekledi. Ama şef durmadı. Doktor gazeteleri okumayı bıraktı. Albaya baktı. Sonra telgraf anahtarının önünde oturan posta şefine, sonra yine albaya baktı “Biz gidiyoruz,” dedi. Posta şefi başım kaldırmadı. “Albaya bir şey yok,” dedi. Albay mahcup olmuştu. “Bir şey beklemiyordum,” diye yalan söyledi. Tümüyle çocuksu bir bakışla doktora döndü. “Bana mektup yazan yok.”

Gabriel García Márquez

1967’de Yüzyıllık Yalnızlık yayınlandı. Büyük annesinin anlattığı masallardan, toprak yiyen kız kardeşine, büyükbabasının kasvetli ve kalabalık evinden, renkli akrabalarına kadar çocukluğunun tüm gerçek kişilerini gerçeküstü, masalsı bir anlatımla yazdığı, büyülü gerçekçiliğin en önemli yapıtı olarak kabul edilen bu romanı için “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek bir cümle bulamazsınız.” der. Fantastik ve gerçeküstücülüğün aksine büyülü gerçekçilik, kişinin geçmiş ve geleneklerle bağını kesmez, yani insanı geçmişinden ve bulunduğu toplumdan uzaklaştırmaz. Fantastik eserler gerçekçilikten çok uzaktır.

Etrafındaki tüm insanları, anılarını, rüyalarını, duyduğu hikayeleri, gözlemlediği olayları ve yılların birikimini Yüzyıllık Yalnızlık ile fotoğraflar Márquez. Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk bölümünü yazma fikri Acapulco’ya giderken aklına gelir. Geri dönüp, günde altı paket sigarayla odasına kapanır. 18 ay sonra geri döndüğünde ailesinin 12 bin dolar borca girdiğini öğrenir. Ama elinde çok satan romanına dönüşecek 1300 sayfa vardır. Gabriel García Márquez “Kitabın adını Ev koymayı düşünmüştüm. Bütün bir romanı tek bir evin içinde geçirmeyi, dışarıdan gelecek herhangi bir etkinin ise o evin içinde yarattığı etkiye göre olacağı şeklinde kurgulamıştım. Daha sonra, Ev başlığından vazgeçtim.” der.

Gabriel García Márquez

Gabriel García Márquez, 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. İsveç Bilimler Akademisi, bu ödülün gerekçesinin şöyle açıklıyordu: “Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin bir hayal dünyasında birleştiren roman ve çelişkilerinden dolayı bu ödül Gabriel García Márquez’e verilmiştir.”

“Kısa sürede tanınan ve sevilen Aureliano Triste, gelişinden birkaç ay sonra, anasını ve (albayın kızı olmayan) bekar kız kardeşini getirtmek için bir ev aramaya başladı ve alanın köşesindeki viran görünüşlü, yıpranmış büyük evle ilgilendi. Sahibinin kim olduğunu sordu. Birisi, sahibi olmadığını, bir zamanlar o evde toprak ve sıva yiyen kimsesiz bir dul kadının oturduğunu söyledi. Kadının son yıllarında topu topu iki kez sokağa çıktığını, piskoposa mektup atmak için postaneye giderken yapma çiçeklerle süslü bir şapka ve kararmış gümüş rengi pabuçlar giydiğini anlattı. Yanında yalnızca taş yürekli bir hizmetçinin kaldığını, hizmetçi kadının kedileri, köpekleri ve eve giren her türlü hayvanı öldürüp gelip geçenleri kokudan rahatsız etmek için leşleri sokağın ortasına attığını anlattılar. Son hayvanın postu güneşte kuruyalı öyle çok zaman olmuştu ki, herkes evin hanımının ve hizmetçisinin yıllar önce, daha savaş bitmeden ölmüş olduğuna inanıyordu.”

Gabriel García Márquez

1975 yılında yayımlanan, Başkan Babanın Sonbaharı’nda kendi varlığını devam ettirebilmesinin, yok etmeyle mümkün olacağını düşünen Başkan Baba karakteri özelinde, bir diktatörün egemenliğinin devam etmesi için her şeyi yapabileceği gerçeği birçok kere karşımıza çıkıyor romanın sayfaları boyunca. Roman Gabriel García Márquez’in diğer eserlerinden farklı olarak sayfalar boyunca süren ve iç içe geçmiş cümleleri ile okunması, anlaşılması oldukça güç bir romandır.

“Bir Ocak ikindisi, başkanlık balkonunda grubu gözetleyen bir inek görmüştük; düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir şey, ne boktan bir ülke, herkes ineklerin merdiven çıkamayacağını, yol halıları seyrelmiş merdivenleri bile çıkamayacağını bildiğinden, ineğin ne yapıp balkona çıktığı uzun uzun tartışıldı ve sonunda, ineği gerçekten gördük mü, yoksa ikindi üstü alanda gezinirken başkanlık balkonunda bir inek gördüğümüzü mü sandık, anlayamadık. En ürkünç doğal düşmanları saydığından, kimi subayları başka subaylara gözetlendirdiklerine inandırdı. Darbe girişiminde bulunmasınlar diye görevlerini sık sık değiştirdi, özellikle arapsaçına çevirdi. Her askeri üsse on atımlık merminin yanı sıra sekiz manevra mermisi veriliyordu. Islak kum katılmış barut yolluyordu askerlere. Gerçek donanım başkanlık sarayının silah deposunda duruyordu.”

Gabriel García Márquez

Gabriel García Márquez, 1981’de yayınlanan Kırmızı Pazartesi romanında, Kolombiya’nın bir kasabasında herkesin bildiği, sadece öldürülen masum Santiago Nasar’ın bilmediği bir namus cinayetini anlatır. Bu cinayet gerçektir ve Gabriel García Márquez bu cinayetin çocuk tanıklarından biridir. Gabriel García Márquez, romanda namus cinayetini ele alarak toplumsal değerlerin birey üzerinde baskı yapışını ve bireyin davranışlarını etkileyişini ele alır.

“Annesinin gözünün önünde oğlundan kalan son hayal, yatak odasının içinden şöyle bir geçmesi olmuştu. Banyodaki ecza dolabında el yordamıyla aspirin bulmaya çalışırken annesini uykusundan uyandırmış, kadın da ışığı açınca, elinde bir bardak suyla, kapıda durduğunu görmüştü; sonsuza dek unutamayacağı bir görüntüydü bu. Santiago Nasar işte o sırada anlatmıştı gördüğü rüyayı ama annesi ağaçları hiç önemsememişti. “Kuşlarla ilgili tüm rüyalar hayırlıdır,” demişti ona. Anıların kırık aynasını ortalığa saçılmış incecik onca parçadan bir araya getirme çabasıyla bu unutulmuş kasabaya geri döndüğümde, yaşlılığının son demlerinde onu bulduğum aynı hamakta yine aynı biçimde yatarken bakıp görmüştü o sabah oğlunu.”

Gabriel García Márquez

1985 yılında yayımlanan Kolera Günlerinde Aşk’ta anne ve babasının aşkını anlattığını söylemiştir. Roman bir adamın, bir aşkı takıntı haline getirmesini ve hayatına giren onca insana rağmen yaşamının sonuna kadar o aşka kavuşacağı günü beklemesini anlatır. Kitapta aşk, ölümcül, bulaşıcı bir hastalık olan kolerayla benzeştirilir. Florentino aşkı Fermina’yı 53 yıl 7 ay 11 gün bekler.

“Bununla birlikte, artık onu bütün bütün belleğinden sildiğini sandığı bir sırada, en beklemediği bir yerde, özlemlerinin bir imgesine dönüşerek çıkıyordu ortaya. Yaşlılığın ilk esintileri, her yağmur öncesi gökgürültüsünü işittiğinde, yaşamında onarılmaz bir şey olduğunu duyumsamaya başladığı zaman ortaya çıktı. Ekim ayında her gün öğleden sonra saat tam üçte, Villanueva Dağı’nda kükreyen, anısı yıllar geçtikçe yakınlaşan, bir taş gibi ağır gök gürültüsünün açtığı onulmaz yaraydı bu. Yakın geçmişin anıları, aradan birkaç gün geçince belleğinde birbirine karışırken, kuzeni Hildebranda’nm eyaletine yaptığı o masalsı yolculuğun anıları hala öyle canlıydı ki, özlemin çarpıttığı bir açık-seçiklikle daha düne ilişkinmiş gibi görünüyorlardı.”

Gabriel García Márquez

1955 yılında Antiller Denizi’nde fırtınaya tutulan Kolombiya Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Caldas adlı gemi okyanusta batar. On gün boyunca sandalda yaşayarak kurtulan denizci-asker Luis Alejandro Velasco, diktatör Gomez iktidarının desteğiyle ülkenin kahramanı yapılır Velasco, bir hafta sonra El Espectador Gazetesi’ne giderek, geminin yasa dışı mallar taşıdığını söyler. Gazete haberi manşetten verir. Velasco ordudan atılır. Haberi yapan gazeteci Gabriel García Márquez’dir. Gazetesi onu hemen İtalya’ya kaçırır. Márquez bu olaydan etkilenerek 1990 yılında yayımlanan Bir Kayıp Denizci kitabında yazar.

“Gücüm olsaydı kürek çekerdim. Ama tükenmiştim. Ancak bir iki dakika ayakta durabiliyordum. Kıyıdan iki günden az bir uzaklıkta bulunduğuma inanarak avucuma biraz su aldım ve güneş ciğerlerime gelmesin diye sırtüstü uzandım salın kenarına. Yüzümü örtmedim, çünkü martıların süzülerek uçuşlarını izlemek istiyordum. Dar bir açıyla ufka doğru dalıyorlardı. Saat bir olmuştu ve ben zoraki yolculuğumun beşinci günündeydim. Olay saat tam kaçta oldu bilmiyorum, ama beşe yaklaşıyordu sanırım. Yukarıda söylediğim gibi uzanmıştım ve köpekbalıklarının gelişinden önce salın içine çekilmeye hazırlanıyordum. El kadar bir martı yavrusunu salın çevresinde uçarken gördüm ve bir süre sonra yattığım kenarın karşısına kondu. Ağzım sulandı. Kuşu yakalamak için bir şeyim yoktu. Ellerim ve açtığımın bilediği kurnazlığımdan başka bir şeyim yoktu. Öteki martılar yok olmuştu. Yalnızca parlak tüylü, kahverengi ve salın kenarında sıçrayıp duran bu yavru martı kalmıştı.”

Gabriel García Márquez

Gabriel García Márquez’in 2000 yılında yayımlanan Benim Hüzünlü Orospularım adlı yapıtındaysa, doksanına gelmiş bir gazeteci söz konusu. Çok çirkin ve utangaç. Yaşamı boyunca randevu evlerine devam etmiş. Kadınlarla hep parasını ödeyerek birlikte olmuş. Ne var ki, ömrü boyunca hiç aşk yaşamamış, hiç aşık olmamış. Doksanıncı yaşgününde kendisine son bir armağan vermeyi, el değmemiş bir kızla birlikte olmayı kararlaştırıyor.

“Bir keresinde bu yatak öykülerinin başıboş hayatımın sefil yanlarını anlatacak bir kitap için iyi bir malzeme olacağı gelmişti aklıma, kitabın adı da gökten inivermişti sanki: Benim Hüzünlü Orospularım. Buna karşılık sosyal yaşantımın ilginç hiçbir yanı yoktu: Öksüz ve yetimdim, hiçbir geleceği olmayan bir bekardım, Cartagena de In-dias’taki Şiirsel Deyişler Yarışması’nda dört kez finale kalmış sıradan bir gazeteciydim; benzersiz çirkinliğim nedeniyle de karikatürcülerin gözdesiydim. Yani, daha annemin beni on dokuz yaşımdayken elimden tutup da, İspanyolca ve söz sanatı dersinde yazdığım okul yaşantısıyla ilgili bir yazımı acaba basarlar mı diye Barış gazetesine götürdüğü akşamdan kötü başlamış yitik bir hayattı benimki.”

Gabriel García Márquez

Gabriel García Márquez, yaşam öyküsünü anlattığı Anlatmak için Yaşamak adlı son eserini 2002’de yayımlamıştır.

“Konuşmanın başından beri Doktor’un karşısında kendimi ona pencereden muziplik yaptığım yaşta hissediyordum, bana annemle konuştuğu ciddiyet ve sevgiyle hitap ettiğinde üzerime bir çekingenlik çöküyordu. Çocukken zor bir durumla karşılaşınca, şaşkınlığımı hızlı hızlı ve sürekli gözlerimi kırpıştırarak geçiştirmeye çalışırdım. Doktor bana bakar bakmaz, hemen bu kontrol edemediğim tikim geri geldi. Sıcak dayanılacak gibi değildi artık. Konuşmaların kıyısında oyalanıyor, kendi kendime bu özlem dolu nazik ihtiyarcığım nasıl olup da çocukluğumun kabusu olabildiğini soruyordum. Uzunca bir suskunluğun ardından bir büyükbaba gibi gülümseyerek, olağan bir tavırla bana dönüp, “Demek sen büyük Gabito’sun,” dedi, “Ne okuyorsun?” Şaşkınlığımı eğitimimin etkileyici bir anlatısıyla gizlemeye çalıştım. Resmi bir yatılı okuldan iyi dereceyle mezuniyet, iki yıl birkaç ay süren karmaşık bir hukuk eğitimi, deneysel gazetecilik. Annem beni dinledikten sonra, hemen Doktor’un desteğini aradı.”

Arkadaşlarının Gabo diye hitap ettiği, Gabriel García Márquez’in hayatındaki en önemli figür hiç şüphesiz 56 yılını birlikte geçirdiği 2 oğlunun annesi, eşi Mercedes Barcha. Kolombiyalı El Tiempo gazetesine verdiği bir röportajda hünüz 14 yaşındayken kendisinden 5 yaş küçük Mercedes ile evlenmeye karar verdiğini anlatır Gabriel García Márquez. Okulunu bitirince de ilk iş kasabasına dönerek evlenme teklifi eder. Yüzyıllık Yalnızlık’taki karakteri ince boylu, mahmur gözlü gizemli ve sessiz kadın, eczacı Mercedes’i yaratırken eşinden esinlendiğini de itiraf eder.

Kaynak
Umberto Eco’nun Gülün Adı Romanı ile Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı Romanına Mukayeseli Bir Bakış DenemesiLatife Tekin’in Yapıtlarında Büyülü GerçekçilikMarquez’in Büyülü HayatıBüyülü Gerçekçi Kurgu ÜzerineEniştemiz: Latin Amerikalı Gabo, Soner Yalçın


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir