Menu

Klasik Müzik Eserlerinin Kullanıldığı Filmler



Klasik müzikle harmanlanmış, Brief Encounter, 2001: A Space Odyssey, Picnic at Hanging Rock, Amadeus, Jean de Florette, La Legganda del Pianista Sull’Oceano, The Pianist, Black Swan filmleriyle ilgili detaylı bilgileri sizlerle paylaşıyoruz.

Brief Encounter (1945)

Hüznü ve romantizmiyle dikkati çeken Brief Encounter, yönetmen David Lean’in “Kwai Köprüsü” (The Bridge on The River Kwai), “Arabistanlı Lawrence” (Lawrence of Arabia), “Doktor Jivago”(Doctor Zhivago) gibi başyapıtlarına geçmeden önce yeteneğini ortaya koyduğu bir film olarak değerlendirilebiliriz.

Brief Encounter

İngiliz yazar oyuncu Noël Coward’ın tek perdelik tiyatro oyunu Still Life’dan uyarlanan filmde, Laura Jesson haftada bir şehre inip alışveriş yapan, sinemaya gittikten sonra evine, kocasına ve oğluna dönen orta sınıftan bir kadındır. Bir gün tren beklerken gözüne bir şey kaçınca, doktor Dr. Alec Harvey  ile tanışır. Bu tanışma tesadüfler devam eder ve kısa süre içinde birbirlerine aşık oluyorlar. İkisi de ailelerine karşı vicdan azabıyla boğuşurken, bu melankolik aşk hikayesi mutsuz sonuna ve tren istasyonundaki finale doğru gider.

Filmde müzik olarak Sergei Rachmaninoff’un, Piano Concerto No. 2’nin tercih edilmesi de, filmin sahnelerini unutulmaz kılan başka bir öğedir.

2001: A Space Odyssey (1968)

Yazar Arthur C. Clarke, yönetmen Stanley Kubrick’le birlikte 1951 tarihli kısa hikayesi The Sentinel’i (Gözcü) film senaryosu olarak yazarlar. Gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında gösterilecek bir klasik olan, 2001: A Space Odyssey’e dönüşecek senaryodur bu. Clarke ve Kubrick senaryolarıyla Akademi Ödülü adaylığı elde eder ve aynı yıl hikayeyi 1982 yılında basılacak bir romana dönüştürmek için birlikte çalışmaya başlarlar. Sonrasında Clarke seriyi Odyssey Two (1982 yılında yayınlandı, 1984 yılında ise filmi çekildi)2061: Odyssey Three (1987) ve 3001: The Final Odyssey (1997) ile devam ettirir.

A Space Odyssey

Film, ne yazık ki 1968 yılında vizyona girdiğinde pek de anlaşılamaz. Arthur C. Clarke, “Eğer 2001’i tamamen anladıysanız biz başarısız olduk demektir. Cevapladığımızdan daha fazla soru yaratmak istedik. diyecektir.

2001: A Space Odyssey filmi hem görselliği hem de sinemaya getirdiği yeniliklerle kendisinden sonra gelecek birçok filmi tasarım ve anlatım boyutuyla etkileyecektir. Bu filmle birlikte, bilim kurgu sineması da dönüm noktalarından birini daha yaşar. Filmde uzay, zaman ve teknoloji, radikal, eleştirisel ve politik bir açıdan ele alınır.

Film, kimi eleştirmenlere göre yalnızca son bölümüyle değil, baştan sona, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinin beyaz perdeye aktarılmasından ibarettir. Buna göre, tıpkı Nietzsche’nin söylediği gibi, hayvanın bilinç kazanarak insan olmasıyla başlayan serüven, aşılması gereken bir canlı olan insanın yerini üst-insana bırakmasıyla sonuçlanacak ve böylece metafizik de aşılmış olacaktır. İnsanoğlunun gelecekte yapay zekayı kullanmakla birlikte geleceği noktayla şu anki durumunun mukayesesinin, bizim şu anki durumumuzun maymunsularla kıyaslanmasına benzeyeceğini söyleyenler için üst-insan makine teknolojisi sayesinde doğacak ve insanlığı bugün hayal bile edilemeyen bir sınıra taşıyacaktır.

Film müziği bestecilerimiz ne kadar iyi olurlarsa olsunlar bir Beethoven, bir Mozart ya da bir Brahms değiller. Niye günümüzde ve geçmişte yapılmış yığınla harika orkestra müziklerini kullanmak var iken kalite olarak daha düşük seviyede bir müzik kullanayım ki filmimde?” diyen Kubrick, müzik için önce Alex North ile anlaşsa da beğenmez.

Yönetmen filminde müzik olarak, Richard Strauss’un isminden de anlaşıldığı gibi Nietzche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı yapıtından esinlenerek yazdığı Also Sprach Zarathustra’yı; Johann Strauss’ın The Blue Danube’yi (Mavi Tuna Valsi), György Ligeti’nin Lux Aeterna ve Atmosphères adlı eserlerini kullanır.

Picnic at Hanging Rock (1975)

Avusturalya yeni dalga sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Peter Weir’in 1975 yapımı filmi, Joan Lindsay’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Avusturalya sinemasının uluslararası üne kavuşmuş en önemli filmlerinden biridir.

Avusturalya’da, Appleyard Koleji  özel yatılı kız okulu, 1900 yılının sevgililer gününde Hanging Rock adlı dağlık bölgeye gezi düzenler. Gezmeye çıkan üç kız öğrenci: Miranda, Irma, Marion ve Greta McCraw adında bir öğretmen gizemli bir şekilde kaybolur. Irma bir hafta sonra bulunur, fakat olay hakkında hiçbir şey hatırlayamaz.

Picnic at Hanging Rock

Picnic at Hanging Rock belirli bir sonu veya çözümü olmayan bir film. Kesin sonların gizemli hikayelerde seyirciyi hayal kırıklığına soktuğunu söyleyen Peter Weir’in aşağıdaki sözleri, filmin çekim sürecinde yöneldiği yaratısal seçimleri çok güzel yansıtmaktadır: “Sanrısal ve büyülü bir ritm yaratmak için tüm yapım süreci boyunca ciddi efor sarfettik. Amaç izleyenin gerçeklik duygusunu kaybetmesiydiSeyirciyi geleneksel bir son beklentisine girmemeleri için, bir tür rüya halinde olduklarına inandırarak hipnotize etmeliydim.” Sonuç olarak Picnic at Hanging Rock amaçladığı rüyamsı atmosferi başarıyla kuran bir film. Bittiğinde seyirciyi rüya görmüş gibi hissettirir ve her seyirci uyandığında bu rüyayı farklı bir şekilde hatırlar.

Picnic At Hanging Rock, belki de bilinmez metafizik dünyayla aşırı gerçek olanın bir bileşimidir. Filmin hemen her sahnesine doğal ve yabanıl öğeler hakimdir. Panflüt virtüözü Gheorghe Zamfir ve Avusturyalı besteci Bruce Smeaton’a ait müziklere ek olarak klasik müziğin baş yapıtlarından da faydalanılmış. Bunlar arasında Beethoven’in “İmparator Konçertosu” dikkat çekicidir.

Amadeus (1984)

Film, adından anlaşılacağı üzere Mozart’ın hayat hikayesini onu en büyük rakibi olarak gören müzisyen Antonio Salieri üzerinden anlatır. En İyi Film’de dahil olmak üzere toplam 8 dalda Oscar kazanan filmin yönetmenliğinde Milos Forman, senaristliğinde Peter Shaffer yapar. Mozart’a ait eserlerin yer aldığı film teknik açıdan da, ses ve müzik kullanımı bakımından da muhteşem.

Amedeus

Yönetmenin, Mozart yerine Latince “Tanrı’nın sevdiği” anlamına gelen Amadeus ismini tercih etmesinin arkasında belki de, filmin başından itibaren Salieri’nin kendisinin lanetlendiğini, Tanrı’nın kendisine sırtını döndüğünü dile getirmesinde gizlidir.

Başta Mozart’a özenip onu idealize eden Salieri kendine güveni azaldıkça, öfkelenmeye başlar. Bu öfkeyi Mozart’tan gizler; görünürde ona yakındır. Dindar biri olan Salieri, kendisine müzik kabiliyeti vermesi şartıyla, Tanrı’ya ömrünün sonuna dek bakir kalma sözü verir. Ancak ne yaparsa yapsın Mozart kadar ünlü ve sevilen bir besteci olmayı başaramaz. Üstelik Mozart, Salieri’nin deyimiyle serserinin tekidir; hayatı boyunca yarını düşünmeyen, aklı fikri zevk ve eğlencede olan bir insandır. Salieri aslında kendi içinde de var olan ama görmek istemediği serseri, zevke düşkün, uçarı yanı Mozart’a yansıtarak rahatlamaya çalışır.

Büyük bestecinin son yolculuğu ne yazık ki çok hazindir. Mozart’ın cenazesine gelen birkaç dostu, yağmurla karışık kar fırtınası şiddetlenince birer ikişer dağılırlar. Mezarlığa kadar kimse kalmaz. Hatta karısı Constanze’da hasta olduğu için ve hava kötü diye gitmez. Salieri ise büyük bir pişmanlık içine girer, hayatını sonlandırmayı bile düşünür. En sonunda akıl hastanesinde yaşama veda eder.

Mozart’ın zehirlendiği söylentileri çıkar. Elbette en şüpheli isim Salieri’dir, akıl hastanesindeyken kendisini ziyarete gelenlere “Mozart’ı ben öldürmedim bütün dünyaya söyleyin” diyecektir.

Jean de Florette (1986)

Ünlü yazar Marcel Pagnol’un, L’Eau des Collines adlı romanından beyazperdeye aktarılan Jean de Florette (devam filmi olarak Manon de Sources) Fransa’nın Provence bölgesinde bir dağ köyünde geçer. Filmin başrollerini Yves Montand, Gerard Depardieu ve Daniel Auteuil paylaşır. Pastoral atmosfer, mekan, köstüm, müzik izleyiciyi hemen hikayeye bağlar. Evrensel bir tema olan kıskançlık ve açgözlülük üzerine kurulan film, aynı zamanda görüntü yönetmeni Bruno Nuytten sayesinde; özellikle 1980 ve 90’lı yıllarda Provence’a çok sayıda turistin gitmesine neden olur. Film sekiz César ve on Bafta adaylığı alır, toplam beş ödül kazanır.

Jean de Florette

Kırsal kesim dramı olarak nitelendirilecek olan Jean de Florette, su, toprak ve insanlık temasını işler. Görüntüye hakim olan renk sıcaklığı ve hikayenin geçtiği köy nedeniyle, bir Akdeniz filmi havası da taşır. Filmin müzikleri de senaryosu kadar etkileyicidir. Müzikleri film dünyasında çok az tanınan Fransız besteci Jean-Claude Petit’e aittir. O zamana kadar kariyerinin çoğunu caz ve pop sanatçıları için orkestra düzenlemeleri yaparak geçiren Petit’in film için yaptığı müziğin ana teması ise büyük ölçüde Giuseppe Verdi’nin 1862 tarihli operası La Forza del Destino’da bulunan Invano Alvaro aryasının melodisine dayanır.

La Legganda del Pianista Sull’Oceano (1998)

Akdeniz kültürünün sıcak yapısını içeren filmleriyle tanınan İtalyan sinemasının başarılı yönetmenlerinden Guiseppe Tornatore’nin yönettiği film; yazar Alessandro Baricco’nun teatral monologu olan Novecento adlı hikayesinden esinlenilmiştir. Lüks bir yolcu gemisindeki piyanonun üstüne terk edilen bebeği, geminin tayfalarından Danny Boodmann bulur ve ismini T.D. Lemon 1900 olarak koyar. Bir tayfa tarafından büyütülen 1900’ün müziğe karşı yeteneği tüm yolcuları şaşkına çevirir, ünü dünyaya yayılır. Ancak şöhret ve servet uğruna gemiyi terk etmeyi asla kabul etmez. Filmde ünlü caz ustası Jelly R. Morton’nı düelloda yendiği sahne çok etkileyicidir.

La Legganda del Pianista Sull’Oceano

Başroldeki  Tim Roth’un ve hem anlatıcı hem de yardımcı oyuncu rolündeki Pruitt Taylor Vince’nin oyunculuğu,  izleyeni  hikayenin içine çeker adeta gemideki yolculardan biri haline getirir. Filmin müzikleri İtalyan besteci Ennio Morricone’ya ait. Sadece içeriğindeki müzik ziyafeti için bile izlenilmesi gereken film, dünya çapında çeşitli ödüllere aday gösterilir, müziği ile birkaç ödül kazanır.

The Pianist (2002)

Adrien Brody’nin başrolünü oynadığı yönetmenliğini Roman Polanski’nin yaptığı Piyanist, Yahudi-Polonyalı müzisyen Władysław Szpilman’in hayatından uyarlanmıştır. Yahudi bir aileye mensup olan filmin yönetmeni Polanski’de aslında aynı şeyleri yaşamış birisidir. Nazi Toplama Kampına gönderilen 8 aylık hamile annesi gaz odasında gözlerini yaşama kapar; babası ise sağ kurtulmayı başarır.

Piyanist

İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen Film Fransa, Almanya, İngiltere ve Polonya ortak yapımıdır. Film birçok ödüle de layık görülür. 75. Oscar Ödüllerinde film en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi oyuncu ödüllerini kazanır. Aynı zamanda diğer dört dalda da aday olur. Piyano, filmde Szpilman’ın hayatta kalması için anahtar nesnedir. Ailesi ve yaşamı avuçlarının içinden kayıp, kaderi tam bir bilinmeyen yöne doğru giderken, O’nun yaşama tutunmasındaki gayeye dönüşür müzik.

Piyanist filminin müziklerini Wojciech Kilar yapar. Ancak filmin müziklerinin çoğu Chopin’in Nocturne’lerinden oluşur. ⁣Gece müziği anlamına gelen noktürn, ağır tempolu, lirik, hüzünlü ve düşsel özellikler taşıyan eserlerdir. Noktürnler, Frédéric Chopin tarafından 1827-1846 yılları arasında, solo piyano için bestelenmiş 21 kısa piyano müziği parçalarıdır.

Black Swan (2010)

Filmin hikayesi Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü bale gösterisi etrafında geçer. Gerçek bir yaşam öyküsünden alınan film birçok ödüle layık görülür. Natalie Portman, başarılı performansı ile 2011 yılı En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını alır.

Black Swan

Filmde bale yönetmeninin, Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü’yle ilgili yeni bir projesi şöyledir: Sihirle kuğuya dönüşen ve aşkı bulduğunda insanlığına dönecek olan Beyaz Kuğu ile tam kendisine aşık olacakken erkeği cilvesiyle elinden kapan Siyah Kuğu’yu aynı balerin oynayacaktır. Nina (Natalie Portman) Beyaz Kuğu için biçilmiş kaftandır; ancak eski bir balerin olan annesinin baskısı altında steril bir uzatılmış çocukluk yaşayan Nina, Siyah Kuğu’nun da hakkını verebilecek midir? Nina, iki rol arasındaki gerilim içinde öylesine dağılır ki; zaten meyilli olduğu obsesyonların, halüsinasyonların ve paranoyanın derin kuyularına düşer. Siyah Kuğu’yu, Beyaz Kuğu’dan daha iyi oynar ancak mükemmelliğe ulaşmanın bedelini balenin finalindeki Beyaz Kuğu gibi ödeyecektir.

Müziklerini Clint Mansell’in hazırladığı filmde, konusundan da anlaşılacağı üzere Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü Balesi’de önemli yer tutar. Tchaikovsky özel hayatının ve psikolojisinin alt üst olduğu bir dönemde, en etkileyici bestelerinden biri olan Kuğu Gölü Balesi’ni tamamlar ve ilk olarak 1877’de Moskova’nın ünlü Bolşoy Tiyatrosu’nda sahnelenir. Müzikal yapısıyla bir dramatik dans olan Kuğu Gölü, klasik balelerin en sevilenidir. Diğer balelerin kahramanlarının günlük yaşamın doğal kişiliklerinden olmasının aksine, Kuğu Gölü’nün kahramanının Karanlık Gecelerin Prensesi olması onu diğer balelerden ayıran en önemli özelliktir.

Kaynak
Haset ve Psikopatoloji İlişkisinin Film Örnekleriyle Ele AlınmasıDoğa, İnsan ve Teknik: 2001: Bir Uzay Macerası’nı Heidegger’le İzlemekFilm Müzikleri – Radyo Televizyon Lisans ProgramıBilimkurgunun Şairi: Arthur C. ClarkeSinefil – Picnic at the Hanging RockSinema Akımları, Sinema Dünyasını Değiştiren Filmler – James Clarkeİtalyan Sinemasının Tarihe BakışıSömürgecilik ve Irkçılık Olguzu Bağlamında Piyanist Filminin Göstergebilimsel AnaliziSiyah Kuğu / Kimi Yaşarsan Osun ve Ancak Ölümle Tamamlanırsın


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir