İkilem, iki önermesi bulunan ve her iki önermenin vargısı olan tasım veya insanı istenmeyen seçeneklerden birini, çoğunlukla iki seçenekten birini izlemeye zorlayan sorun veya usa vurma durumu olarak tanımlanır. Türk Dil Kurumu ise İngilizcede dilemma olarak karşılık bulan ikilemi, iki şey arasında yapmak zorunda olunan zor bir seçimi ifade etmektedir. Etik ikilem ise ikisi de ahlaki bir ilkeye aykırı olan davranış biçimleri arasından seçim yapılmasını gerektiren durum olarak tanımlanır. Etik ikilemde, iki veya daha fazla değerin çatışma durumu söz konusudur. Çatışan bu değerlerden birinin korunması durumunda diğeri korunamamaktadır. Bir başka ifadeyle, bir değerin korunabilmesi için diğerinin göz ardı edilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Marc Desobeau, Railroad
1. Tren/Vagon İkilemi (Trolley Dilemma): Bir Eylemin Sonucunu Aktif Ve Pasif Katılımla Belirlemenin Sorumluluğu
Felsefeci Philippa Foot ve Judith Jarvis’in ortaya attığı Vagon İkilemi (Trolley Dilemma), “etik karar verme sürecinde”, karar ve tutumlarımızı etkileyen faktörleri görebilmek açısından önemlidir. Burada yer alan senaryo iki aşamalı olup, her iki aşama için eylem kararlarımız ve bu kararlarımızı etkileyen faktörleri görebilmemiz önemlidir.
Senaryo gereği bir tren yolunun yakınlarındasınız. Sürücüsünün veya kontrol eden bir kişinin olmadığı bir vagonun hızla geldiğini görüyorsunuz. Rayların üzerinde beş işçi, sırtları vagona dönük çalışıyorlar. İşçilere sesinizi duyurma şansınız da yok. Vagonu diğer raya geçirecek olan bir kolun yanında olduğunu fark ediyorsunuz. Eğer kolu çekerseniz, vagon, makas atlayarak diğer raya geçecek, beş işçi kurtulacak. Ancak, diğer rayda bir işçi çalışıyor; onu da uyarma şansınız yok. Ya kolu çekmeyip beş işçinin ölmesine ya da kolu çekip bir işçinin ölmesine neden olacaksınız. Hangisini seçerdiniz?
İkinci senaryoda, altından tren yolu olan bir köprünün üzerindesiniz. Köprüde iri yarı bir adam var. İçinde sürücüsünün olmadığı bir vagon geliyor; raylarda gelen vagondan habersiz beş işçi çalışıyor; uyarma şansınız yine yok. Eğer, tanımadığınız adamı, köprüden atarsanız rayların üzerine düşecek, vagonun durmasını sağlayacak; beş işçi kurtulacak; ne yapardınız? Her iki senaryoda da beş kişiyi kurtarıp bir kişiyi feda etmek sizin elinizde olduğu halde iki senaryoda neden farklı davranırız? Bu senaryo, Harvard Üniversitesi’nde 300 binden fazla kişiye sorulmuş. Büyük çoğunluk, beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda ederek kolu çekerken; çoğunluk denecek sayıda kişi, adamı, köprüden atma düşüncesinden kaçınmış.
Buradaki karar mekanizması, bir insanın ölümünden, kendimizi aktif veya pasif olarak ne derece sorumlu tutacağımız ile ilgilidir. Ahlakın ve etik değerlerin oluşmasındaki temel mekanizmayı, sadece ve sadece din, hukuk, gelenek ve görenek gibi doğduktan sonra öğrenilen kurallar silsilesi olarak göstermek, öne sürmek doğru olmayacaktır. Diğer bir ifadeyle sağduyu ve vicdana sahip olmak; din, inançlı olmak veya hukuk sistemi vb. kuralların varlığı ile değil, o bireyin, doğuştan gelen bir zihinsel sisteminin, ebeveynleri veya toplum tarafından hangi duygu donanımları, ilişkiler ve güvenlik unsuru ile yetiştirilmesine bağlı olabileceği ile açıklanabilir.
Bu bağlamda sağlık çalışanları ve karar vericileri olarak yaşam sonu kararları verirken ve uygularken yaşanılan çelişkileri düşündüğümüzde ne söyleyebiliriz? Ötanazi uygulamaları ile ilgili kararlar (aktif & pasif), yaşam sonu kararları, tedaviye hiç başlamamak ile başlanmış bir tedaviyi sonlandırmak kararları, hekim yardımlı intiharlar, DNR kararları… DNR: Hastanın kalbi veya solunumu durduysa hastanın isteğine saygı duyarak, kalp masajı veya gelişmiş yaşam desteği yapılmaması için hastane ortamında veya hukuki formda yazılan hukuksal yazı.
Karl Briullov, The Last Day of Pompeii, 1830-33
2. Epikuros’un Kötülüğü İkilem Şeklinde Formüle Etmesi
Felsefe tarihi boyunca sayısız kez ele alınmış olan kötülük problemi, pek çok farklı filozofun uğraş konusu olmuştur. Her filozof kendi düşünce sistemine göre probleme değişik bakış açıları getirmiştir. Kötülük problemi, insanlığın düşünce serüveninde çok önemli bir yere sahiptir. Her dönem çeşitli kötülüklerle muhatap olmuş insanlar, acılarına bir anlam aramaya ve kötülükle Tanrı’nın varlığının bağdaştırılıp bağdaştırılamayacağına kafa yormuşlardır. Tanrı, evren, varlık, bilgi, özgür irade, insan gibi pek çok temel konuyla bağlantılı olan bu problemin tartışılma alanı çok geniştir.
Kötülüklere maruz kalınca hayatın anlamını ve kötülüklerin nedenlerini sorgulamaya başlamış olan bazı filozoflar, Tanrı konusunda hayal kırıklığına uğramışlardır. Yaşadığı kötülüklerden sonra Tanrı’ya inanma konusunda şüpheye düşen veya Tanrı’yı tamamen inkar eden pek çok insan olmuştur. Tarih boyunca pek çok kez kötülük problemine çözümler getirilmeye çalışılsa da herkesi tatmin edecek bir argüman henüz bulunamamıştır.
Dinlerin yanı sıra felsefe tarihinde de ele alınan bu problemi mantıksal bir kanıt olarak ilk defa formülleştirenin Epiküros (ö. M.Ö. 270) olduğu söylenir. M.S. II. yüzyılda yaşamış Lactantius’un aktarımına göre Epiküros kötülük problemini bir ikilem biçiminde şöyle formüle etmiştir: “Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de, kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister ne de kaldırabilir, yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O güçsüzdür; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor fakat kaldırmak istemiyorsa, O kıskançtır; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer ne ortadan kaldırmayı istiyor ne de kaldırabiliyorsa, hem kıskanç hem güçsüzdür, bu durumda da, Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor hem de kaldırabiliyorsa -ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur-, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?”
Pascal
3. Pascal’ın Bahsi
Felsefe tarihinde ilk defa “Sanki Felsefesi’nin” izlerini ve motiflerini Blaise Pascal’da görmekteyiz. Pascal’ın Bahsin’de amaç, Tanrının varlığını kanıtlamak değil, sanki Tanrı varmış gibi davranmanın bize sağlayacağı yararları ortaya koymak, oradan sanki felsefesine bir yol bulmak veya ona zemin hazırlamaktır. Dolayısıyla bu bahis, Tanrıya iman etmenin doğru olduğunu değil, bunun yararlı ve meşru bir şey olduğunu ortaya koyma amacındadır.
Pascal bahsini, şu şekilde formüle eder: “Tanrı, ya vardır, ya yoktur. Acaba hangi görüşe meyledeceğiz? Akıl bu hususta karar mercii olamaz. Sonsuz kaos bizi Tanrı’dan ayırmaktadır. Bu sonsuz mesafenin sonunda bir talih oyunu oynanıyor, neticesi ya yazı, ya tura olacak. Siz hangi taraf için bahse gireceksiniz?…Madem ki, bir şıkkı seçme zorunluluğu var, öncelikle menfaatimize en uygun olan şıkkı arayalım… Tanrı’nın varlığı şıkkını seçtiğiniz takdirde ne kazanıp ne kaybedeceğinizi tartalım. Bu şıkkı seçerek bahsi kazanmış olursanız, her şeyi kazanmış olacaksınız. Kaybetmiş olursanız, hiçbir şey kaybetmiş olmayacaksınız. O halde, hiç tereddüt etmeyin; Tanrı’nın varlığı lehine bahse girin.“
Pascal, burada bize özetle şunu söylemektedir: İnsan, Tanrı’ya inanmakla hiçbir şey kaybetmez; ancak, O’na inanmamakla çok şey kaybeder. Bu yüzden, Tanrı’ya inanmak, bu noktada bahse girmek, insanın lehine olan ve bir bakıma ona ebedî mutluluğun önünü açan, hayat memat meselesi olan bir tercihtir. Acaba insanın böyle bir durumda bahse girmek gibi bir zorunluluğu var mıdır? Bu gibi durumlarda bahse girmek tek çıkış yolu mudur? Daha açık olarak söylersek, bahsin temel hedefi, insanı iman etmeye hazır hale getirmek, onda bir inanç sistemi uyandırmak, daha sonra da inancı oluşturmak veya kazanmak için yapılması gereken konusunda yol göstermektir.
Pascal’ın dile getirdiği sanki felsefesi, hem din dili açısından, hem de felsefî, özellikle de, dini ve ahlaki açıdan ciddi olarak eleştiriye açık bir konudur. Bu eleştirileri dikkate aldığımızda, özellikle meseleye hangi din ve ahlak açısından bakarsak bakalım, sanki felsefesini ve buna dayalı bir iman anlayışını kabul etmek de savunmakta mümkün değildir. Kaldı ki, meseleye sadece pratik ve pragmatik açıdan veya Pascal’ın öngördüğü gibi, yarar açısından baksak bile, “sanki Tanrı varmış gibi” yada “genel ahlak ilkeleri varmış gibi” davranmanın ne teorik ne de pratik olarak bize bir yararı olabilir. Pascal’ın dindar bir insan olduğu göz önüne alınırsa, onun sanki felsefesine dönük çabaları, sadece iyi niyetinin bir göstergesi veya işareti olarak yorumlanabilir.
Pascal’ın Bahsi’ne karşı en sık kullanılan argüman; Tutarsız Vahiy Argümanıdır. Buna göre; dünyada binlerce din, tarikat ve mezhep vardır. Pek çok din, tarikat ve mezhep sadece kendi üyelerinin ya da inandıkları inançlara inananların cennete gideceğine inanır. Bu durumda, bir kişi Hristiyanlığın cehenneminden kaçınmak için Hristiyan Tanrı’ya inanırsa, Müslüman cehenneminden kaçamaz. Müslüman cehennemine inanırsa Yahudi cehenneminden kaçamaz.
4. Cankurtaran Sandalı Etiği
Amerikalı ekolojist Garrett Hardin dünyanın yaklaşık üçte ikisinin vahim halde fakir ve yalnızca üçte birinin onlara kıyasla zengin olduğunu belirtir. Yaşam sandalı etiği Garrett Hardin tarafından 1974 yılında ekolojik, etik ve politik bir teori olarak ortaya çıkmıştır. Hardin bu teoriyi insan nüfusunun giderek artması, iklim değişikliği, doğal kaynakların azalması ve bunlara paralel olarak göçmen sorunu gibi problemlerin çözümü için ortaya atmıştır. Hardin yaşam sandalı etiğini çevrecilerin uzay gemisi etiğine karşı olarak öne sürer.
Kaynakların dağılımını konu alan Cankurtaran Sandalı Etiği aslında bir metafordur. Buna göre, 50 kişi kapasiteli bir tekne var; ancak acil durumlarda, 10 kişi taşıyabilecek bir kapasitesi de var. Tekneniz okyanusta yol alırken, 100 kişinin olduğu kalabalık ve fakir insanlardan oluşan bir sandalla karşılaşıyorsunuz. Bu insanlar suya atlayarak tekneye çıkmak istiyor. İşte bu durumda temel sorun, bu kişilerin çağrılarına nasıl cevap vereceğimizdir. Hardin 3 olasılık öne sürüyor:
- Herkes suda boğulmak üzere olduğundan, herkesi teknenize alırsınız; tekneniz yüz elli kişi olur. Tekne batar ve herkes boğulur. Bu tam bir adalet ve tam bir faciadır.
- Tekneniz, on kişiyi taşıyabileceğinden on kişi seçip teknenize alırsınız. Bu noktada teknenizin güvenlik faktörünü de yok edersiniz. Ancak hangi on kişiyi teknenize alacaksınız? İlk ulaşan 10 kişiyi mi? En iyi 10 kişiyi mi? En çok ihtiyacı olan 10 kişiyi mi? Geride kalan 90 kişiye ne diyeceksiniz?
- Tekneye hiç kimseyi almaz ve teknenin güvenlik faktörünü, yani teknenizin yolcularını korursunuz. Fakat bir çocuk tekneye binemediği için boğulup ölürse, sorumlu kim olur? Herkesin canı aynı oranda mı değerlidir? İnsan hakları ne kadar geçerlidir? Bazıları şanslı bazılarıysa sadece şanssız ise, bu durumda yapılacak başka bir şey de yok mudur?
Hardin bu 3 olasılığı değerlendirerek, en doğru seçeneğin tekneye kimseyi almamak olduğunu savunur.
Hardin metaforik olarak, her zengin ülkenin büyüklüğüne eşit oranda zengin insanlarla dolu bir yaşam sandalına eşdeğer olarak düşünelim der. Dünyanın fakir ülkeleri ise ayrı, çok daha kalabalık, yaşam sandalındalar. Devam edecek olursak, fakirler yaşam sandalından düşüp bir süre dışarda suda yüzerek zengin bir yaşam sandalına kabul edilmeyi ya da bir başka deyişle teknedeki “mallardan” yararlanmayı umarlar. Peki zengin yaşam sandalındaki yolcular ne yapmalıdır? İşte Hardin’e göre, bu yaşam sandalı etiğinin temel sorunudur. Öncelikle her yaşam sandalının sınırlı bir kapasitesi olduğunu kabul etmeliyiz. Her ülkenin topraklarının da sınırlı bir taşıma kapasitesi vardır. Tam sınırın miktarı tartışma konusudur, ancak Hardin enerji keşmekeşinin her gün o kadar fazla insanı içine aldığını ve toprakların taşıma kapasitesini zaten çoktan aştığımızı belirtir.
Hardin’e göre, yaşam sandalı etiğinin en çarpıcı özelliği de üretken farklılıklarıyla beraber yeniden üretilerek çoğalmasıdır. Bu anlamda zengin ülkelerin yaşam sandalı içerisindeki insanlar her seksen yedi yılda sayıları iki kat artmakta iken; ortalama olarak fakir ülkelerin ise her otuz beş yılda iki kat artmaktadır. Bunun sonucunda ise bu ülkeler arasındaki refah farkı da giderek artan bir şekilde büyük olmaktadır. Bu bağlamda paylaşımcı etik yerine, kendi mülkünü veya kaynaklarını koruyucu bir etik ortaya koyar. Bu tutumla Hardin zengin ülkelerin göçmenlere tamamen kapılarını kapayarak kendi zenginliklerini korumaları gerektiğini belirtir. Hardin’in yaşam sandalı etiği günümüz Suriye sorununda Avrupa’nın temel politikası olmuştur.
5. Heinz’in ikilemi
Bireyin ahlak gelişiminin geçirdiği aşamaları ve bu aşamaların birbirleriyle ilişkilerini ve ahlak gelişimini belirleyen temel prensiplerini en geniş şekilde ABD’li psikolog Lawrence Kohlberg incelemiştir. Kohlberg, Piaget’nin bilişsel gelişim kuramından yola çıkarak bilişsel gelişimin ahlaki gelişim ile paralel gittiğini ileri sürmüştür.
Avrupa’ da bir kadın kanserden ölmek üzeredir. Doktorların hastayı kurtarabileceğini düşündükleri bir ilaç vardır. Aynı kasabadaki bir eczacı tarafından çok yeni bulunmuş bu ilaç bir radyum türevidir. İlacın yapımı çok pahalıya mal olmasına karşılık, eczacı maliyetin 10 misli bir ücret talep etmektedir. Radyuma 200 dolar ödemesine karşın ilacın küçük bir dozuna 2000 dolar istemektedir. Hasta kadının kocası Heinz bildiği herkese giderek borç istemiş, sadece 1000 dolar toplayabilmiştir. Eczacıya karısının ölmekte olduğunu, ilacı biraz daha ucuza vermesini ya da yarısını daha sonra ödeyebileceğine ilişkin iki öneride bulunmuştur. Ama eczacı “Hayır, bu ilacı ben buldum bundan para kazanacağım” diye cevaplamıştır. Böylece Heinz ümitsizliğe düşmüş, dükkana girip karısı için ilacı çalmıştır. Heinz bunu yapmalı mıydı? 1958 yılında yaptığı çalışmalarla Kohlberg gelişim düzeyi ve bu düzey ile ilgili evreleri şöyle sıralar:
A. Gelenek Öncesi Düzey: Gelenek öncesi ahlâkî seviyedeki çocuklar ahlâkî yargılarını, yalnızca kendileri için ortaya çıkacak sonuçları dikkate alarak verirler. Onlara hoşnutluk veren şey doğru, sıkıntı veren şey ise yanlıştır.
1. İtaat ve ceza eğilimi evresi: Çocukları konu edinmektedir fakat kimi yetişkinlerin de bu seviyedeki ahlak anlayışına sahip olduğu bilinmektedir.
2. Saf çıkarcılık: Bireylerin özgün olduğunun farkına varıldığı evredir. Bu evrede her ne kadar bireyin kendisi ön planda olsa da başka insanların da ihtiyaçlarının olduğu sonucuna varılır.
B. Geleneksel Düzey: Geleneksel düzeyde kişinin kendisi için en iyi olan değil de, başkaları veya toplumun beklentileri ahlâkî olarak neyin doğru olduğunu belirler. Bu düzeydekiler kuralları, beklentileri ve toplumun geleneğini dikkate alırlar. Kanun, kurallar ve düzen egemendir. Bu seviyede dinî bir inanca sahip insanların ahlâkî kararlarında dinî talepler ve emirler etkili olabilmektedir.
3. İyi çocuk (kişilerarası uyum) eğilimi: Otoritenin sorgulanmadan kabul edildiği yani benimsendiği bir evredir. Bu seviyede birey, iyi olarak nitelendirilmek istediği ve başkalarının onu nasıl nitelendirdiğini önemsediği için yaşamını sürdürdüğü grubun kurallarını temel alır.
4. Kanun ve düzen eğilimi: Toplumsal düzen ile ilişkilidir. Birey, suça girişmemesi gerektiğinin farkındadır ve o nedenle kurallara uyum sağlamaktadır.
C. Gelenek Üstü/Özerk ya da İlkeli Ahlâkî Düzey (Aşama 5 ve 6): Gelenek üstü düzeyde neyin doğru veya yanlış olduğunu belirleyen şey, kural ve kanunları da aşan kişisel ahlâkî prensiplerdir. Burada artık tek bir ahlâkî gerçeklik algılanmaz, bunun yerine arasından bazılarının seçilmesi gerekli çoklu alternatifler görülür. Kohlberg’in iddia ettiği gibi, çoğumuzun ulaşamayacağı bu seviyedeki bir kişi sosyal kuralları ve kurumları, ahlakı belirlemeden ziyade buna hizmet için yaratılmış kurumlar olarak görür. Burada adalet, eşitlik ve bireysel haklar gibi prensiplerin kabulü vardır.
5. Toplumsal sözleşme: Bireyin daha ileri düşünmeye başladığı bir evredir. Bu evrede hedefler daha da büyümeye başlamaktadır. Büyüyen hedefler için kişisel haklar ve adalet göz önünde bulundurulmaktadır.
6- Evrensel ahlak ilkeleri: Kohlberg’e göre bireyin ulaşabileceği son evredir. Bu aşamada bireylerin kendi oluşturmuş olduğu, yasalara uyan veya uymayan, ahlaki kalıpları vardır.
Ahlaksal düşüncenin gelişim düzeyi ile, bireyin ahlaksal davranışı arasında bir ilişki var mıdır? sorusu psikologları sürekli ilgilendirmiştir. Bu konuda yapılan araştırmalar kesin bir sonuca ulaşamamış ve genellemeler yapılamamıştır. Varılan en belirgin sonuç şudur: Ahlaksal düşünce bireyin ahlaksal davranışını belirleyen değişkenlerden biridir. Ahlaksal davranışı yasaklanan davranışın çekicilik derecesi, bireyin içinde bulunduğu grubun baskısı, yakalanma ihtimalinin düşük ya da yüksek olması gibi başka faktörler de etkiler. Her bireye göre değişkenlerin değeri farklı olabileceğinden bu konuda herkes için bir genelleme yapmak zordur.
6. Kirpi İkilemi
1909 yılında Amerika’dan nefret eden ve oraya hiç gitmeyen Sigmund Freud: “Amerika’ya gideceğim, vahşi oklu kirpileri görüp, birkaç da konferans vereceğim.” Herkesi şaşırtan cümlesinden sonra ise durumu biraz açıklığa kavuşturacak açıklamayı yaptı: “Büyük hedefleriniz varsa, dikkatinizi fazla gayret gerektirmeyen ikinci bir hedefe yoğunlaştırmak, korkunuzu azaltır.”
Kirpi konusunun çıkış sebebine bakacak olursak, Arthur Schopenhauer’in 1851’de yayınlanan Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler adlı eserinde rastlarız.
“Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de “keep your distance!/mesafeni koru!” denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.”
Kişilerin birbiriyle mesafesiz, sınır bilmeyerek kurdukları ilişkilerinin sonunda hüsran yarattığını hepimiz biliriz. Kişisel ilgi alanlarımız, meraklarımız ve keyifle geçireceğimiz vakitlerde, zaman zaman, diğer kişilerden bağımsız olarak hareket edebilmek insan ilişkilerimizi de güçlendirir; bu da tahammül seviyemizi artırır. Nezaketi ve hoşgörüyü koruyabilmek için mesafeyi korumak da gerekli; çünkü her insan bir diğerine göre olumsuz özellikler taşır ve fazla samimiyet bu özelliklere daha fazla hissetmemize neden olur.
Schopenhauer’in yazdığı bu bölümden sonra Freud, bütün soruların cevaplarını ileride masasında duracak bir kirpide aramaya başlar. Ona göre kişiler arasındaki çatışma, aynı kirpi benzetmesindeki gibiydi. ‘”Hiç kimse, komşusuna fazla yaklaşmaya katlanamaz.” Schopenhauer’dan beri bütün sorulara oklu kirpi ile yaklaşan Freud, toplumlar için de hikayenin en can alıcı kısmını kullanır. “Soğuk bir kış sabahı, donmamak için birbirine yaklaşan oklu kirpiler gibiyiz.” Zaman geçtikçe birbirine tahammül edemeyen insanlar haline gelsek bile, bir toplum içgüdüsü olarak birbirimize bağlıyız. Zıt görüşlerimiz var, fakat soğuktan donmak yerine o zıt görüşleri birbirimize kabul ettirmeye çalışıyoruz. Yani farkında olmadan öyle ya da böyle birbirimizi kabul etme durumundayız. Ortak bir noktada buluşmak istemeyenler, köşesine çekilip donmayı bekleyenler ise tamamen dışlanıyor.
Kaynak
Tren/vagon İkilemi (Trolley Dilemma), Kötülük Problemi Gerçek Bir Problem midir?, Yaşam Sandalı Etiği, Cankurtaran Sandalı, Adalet İlkesi, Kohlberg’in Ahlak Gelişimi Kuramı Üzerine Görüşler , Ahlak Gelişimi, Araştırma Serisi No: 180, Bilgi İfşası (Whistleblowing) ve Etik İkilem Üzerine Çıkarımlar