Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatını ve özenle seçilmiş sözlerini sizler için derledik.
Mevlana’nın asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Mevlana ve Rumi de kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, gençken Konya’da ders vermeye başladığı tarihlerde verilir. Bu isim Şems-i Tebrizi ve Sultan Veled’den itibaren Mevlana’yı sevenlerce kullanılmış, adeta adı yerine sembol olmuştur.
Rumi, Anadolu demektir. Mevlana’nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyar-ı Rum denilen Konya’da ömrünün büyük bir kısmının geçmesi ve türbesinin de orada bulunmasındandır. Diyar-ı Rum (Rum Ülkesi ya da Rum Bölgesi) tarihte Müslümanların Anadolu’yu tanımlamak için kullandığı bir tabirdir. Buradaki Rum’dan kasıt Romalılar, Doğu Romalılardır. Çünkü Anadolu uzun yıllar onların hakimiyeti altında kalmıştır. Avrupalılar ise Mevlana’ya Rumi derler.
Mevlana’dan Tasavvuf Öğretisine Dair 10 Söz isimli yazımızı da okumanızı öneririz.
Mevlana Celaleddin Rumi kendi döneminde çığır açmış bir bilge. Yaşadığı dönemin insanları ve kültürü üzerinde etkileri hala canlı. Bu kalıcı etkiler insanın düşünce ve duygu donanımını değiştirecek güçte. Mevlana’nın öğretilerini özünü koruyarak bu çağın gözüyle okumalıyız. Çünkü o kendi çağının sorularına zamanın ruhuna göre cevap vermiş. Mevlana okurken, daha önce görmediğimiz bir şeyi görmüş gibi hissederiz. Çünkü o insana ezelden tanıdığı şeyleri hatırlatır. Bu hatırlama, bir tür sezgisel keşif. Yani insan kendisinde saklı duran hazinenin farkında değil. Mevlana Celaleddin Rumi’nin bir sözü o hazineyi fark ettirecek duyarlılığı harekete geçirir.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin yayınlanmış ve Türkçe’ye çevrilmiş beş tane Farsça eseri vardır. Bunlardan 40 bin beyti aşan Divan-ı Kebir’i aşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devasa eser, asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. 26 bin beyte yaklaşan, fert ve toplumla ilgili her türlü konuyu içeren ve edebi bir tasavvuf şaheseri olan Mesnevi ise yazılmaya başlandığı andan itibaren alimler, edipler, şairler kadar devlet adamları ve halk tarafından da sevilmiş ve gittikçe artan bir ilgiyle benimsenmiştir. Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i seb’a ve Mektûbat adlı mensur eserleri de Mevlana’nın fikirlerini daha yalın ve berrak şekilde bizlere aksettirir.
Mevlana iyi güzel şeylerin yayılması için kendi zamanında büyük bir mücadele vermiş. Bunun için bir çok bilgi ve kavram üretmiş. Şimdi onlardan örnekler bulacaksınız. Ama burada bir düzeltme yapmalıyız.
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister mecusi,
ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”
Mevlana’ya ait olduğu söylenen rubai ona ait değildir. 2005’te vefat eden son Mesnevihan Şefik Can şunları söylemiş:
“Bu rubai Mevlana’nın değil, bunu herkes biliyor zaten. Dergahın kütüphane memuru rahmetli Necati Bey, eski yazılı bir nüshada bu rubaiyi, Mevlana’nın rubaisi diye görmüş. İşin hakikatını araştırmadan, Hz. Mevlana’nın rubaisi diye etrafa yaydı. Halbuki Ziya Paşa’nın topladığı, Harabat adlı antolojide, bu rubai başka kişiye aittir.”
“İnsanda güzel olan yüzdür,
Yüzde güzel olan gözdür,
Ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür…”
“Üzülme, sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil,
Kilimin tozunu almaktır.
Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır”
“Üzülme istediğin bir şey olmuyorsa ya daha iyisi olacağı için… Ya da gerçekten de olmaması gerektiği için olmuyordur…”
“Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olmaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır…”
“Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.”
“İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Göz neyi görürse değeri o kadardır insanın.”
“Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar. Bundan ötesini sorarsan yağsın etsin, ilik ve sinirden ibaretsin…”
“Gözler perdeleri delip hakikatı görmeye başladı mı nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür.”
“…Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancak uğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. […] İnsan, gözden ibarettir. Geri kalan deridir, ceseddir…”
“Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak ver, kendini hiç önemseme”
“Kim güzelliği mezada çıkarırsa, ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir. Düşmanların kem gözleri, kin ve öfkeleri, hasetleri, kovanlardan su boşalır gibi başına boşalır.”
“Ben bende değil, sende de hem sen, hem ben,
Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
Bir öyle garip hale bugün geldim ki
Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim.”
“Hastalıklar senden uzak olsun
ey canlarımızın rahatı,
ey gören gözümüz,
kem gözler senden uzak olsun!”
“Bedenin sağlam olsun, ay yüzlü güzel,
gölgen başımızdan eksik olmasın!”
“Gül bahçesine benzeyen yüzün,
o gönül otlağımız,
ovamızın yeşilliği,
nasılsa hep öyle kalsın,
hep öyle taze, yeşil.
Bizim canımıza gelsin”
“Senin canında bir can vardır. Sen o canı ara!
Senin teninin dağında çok kıymetli bir inci bulunmaktadır.
Sen o incinin madenini ara!
Ey Hak yolunda yürüyüp giden sufi!
Eğer arayabiliyorsan, onu sen kendinde ara,
Kendinden dışarda arama!”
“Yüz’de ısrar etme, doksan da olur
İnsan dediğinde, noksan da olur
Sakın büyüklenme, elde neler var,
Bir ben varım deme, yoksan da olur
Hatasız dost arayan dosttan da olur.”
“Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.”
“Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…”
“İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.”
“İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.”
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.
Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Dostlarım,
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya…
Kalp durur…
Akıl unutur…
Ben dostlarımı ruhumla severim
O ne durur, ne de unutur.
Kaynak
Nevzat Tarhan Mesnevi Terapi, Veled İzbudak Mesnevi Çevirisi
Mevlana – Mesnevi Muhteşemmm….. başucu kitabı gibi olmuş, okudukça içim açılıyor emeğinize sağlık