“Beyoğlu’yum ben rüzgarlar öğrenciler yağmurlar kadar eski.
Dünyanın ilk günleri ilk sakinleri gibi eski.”
(İlhan Berk, Pera)
Bundan yüzlerce yıl önce İstanbul için karşı denilince akla gelen yer Kadıköy değildi. İstanbul’un karşısı eski İstanbullular için Galata ve çevresi idi. Galata Surları’nın dışında da bağlar bulunmaktaydı: Peran Bağları ya da kısaca Pera. Pera, yani İstanbul’un karşı yakası.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra da değişen çok bir şey olmadı bu bölge için aslında. Uzun yıllar bağlık, bahçelik kaldı Pera. Zamanla Galata Sarayı ve Ağa Camii çevresinde ufak tefek mahalleler oluşmaya başlamıştı. Pera isminin Beyoğlu ismine ne zaman döndüğü hakkında kesin bilgiler bulunmamakla birlikte, bölgeye bir beyin oğlunun bir konak yaptırarak yerleşmiş olmasından dolayı Beyoğlu denildiği kesin gibidir. Hangi beyin oğlunun yerleştiği konusunda da iki rivayet bulunmaktadır. Bunlardan ilki Trabzon’un II. Mehmet tarafından fethedilmesinden sonra Trabzon Rum İmparatorluğu’nun prensi Aleksios Komnenos’un Müslümanlığı kabul ederek Pera’da bir konak yaptırdığına dairdir; ikincisi ise Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venedik elçiliği yapan Andrea Gritti’nin oğlu Luigi Gritti’nin konak yaptırıp Pera’ya yerleştiğini söyler.
Cadde-i Kebir, Pera ya da Beyoğlu… Taksim ile Tünel arası 1400 metredir ve tam orta noktası Galatasaray’daki 50. Yıl Anıtı’dır. Cadde’nin ilk şekillenmeye başlaması Bizans döneminin sonrasına rastlar. İlk Müslüman yerleşimi 1491’de, II. Bayezid’in armağan olarak verdiği arazi üzerinde İskender Paşa’nın bir Mevlevi tekkesi kurmasıyla başlar. II. Bayezid tarafından dört yol diye tarif edilen asmaların olduğu mevkide yaptırdığı mescit bugün yerinde olmasa da, mevkiye Asmalı Mescid adını vermiştir. Bugünkü Galatasaray mevkinde I. Süleyman’ın yaptırdığı Acemioğlanlar Kışlası’nın da Müslüman yerleşimine katkısı olmuştur. Müslümanlardan çok azınlıkların mesken tutmasında Osmanlı’nın yabancılara verdiği imtiyazların önemi büyüktür. 1917 Ekim devriminden kaçıp Beyoğlu’na yerleşen Rusların da önemi yadsınamaz. Bu kadar büyük nüfusa sahip yabancıların mutlaka ibadethanelere ve elçiliklere ihtiyacı olduğundan azınlıklara toprak bağışı bile yapılmıştır. Varlıkları ve ticaretleriyle caddeye hakim olurlar ve 19. yüzyılın ikinci yarısına denk düşen bu canlılık, beraberinde alafrangalığı, frenk usulünü de getirir.
Gelişme özellikle Abdülaziz döneminde hızlanır. Bu süreçte sokaklar ve cadde taşlarla döşenmesi, gazla aydınlatılması, kanalizasyonların yapılması, daha sonra elektriğin getirilmesi, Tünel’in inşası, önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar ve birçok sayıda altyapı hizmetlerinin gerçekleştirilmesi caddeyi muhteşem kılar. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında birçok dilin konuşulduğu caddede açılan sinema, tiyatro salonları, meyhaneler ve eğlence yerlerinin işletmesi levantenlerin elindedir.
Pera, daha çok levantenlerin yaşadığı bir bölge olduğu için İstanbul’un ve Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapısı konumundaydı. İstanbul’a Avrupa’dan gelen ne varsa ilk önce burada görülürdü. Bugün Taksim olarak bildiğimiz bölge ise bu alanın da dışındaydı, şehrin dışıydı ve mezarlık olarak kullanılıyordu. Gayrimüslüm ve Müslüman mezarlıkları burada yan yanaydı. Bu mezarlık o kadar büyüktü ki, bölgenin halkı buraya Grand-Champs de Mort, yani Büyük Mezarlık denilmekteydi.
İstanbul’un geneline hakim olan su ihtiyacı Pera için de geçerliydi. Hızla artan nüfusa su yetiştirilemiyordu. Bunun için Sultan III. Ahmed döneminde kurulmaya başlanan, ancak Patrona Halil İsyanı ile yarım kalan su sistemi 1732 senesinde III. Ahmed’in ardından Sultan I. Mahmud tarafından tamamlanır. Şehrin kuzeyindeki ormanlardan su taşıyan bu su sistemi de Pera’nın başlangıcında Büyük Mezarlık’ın hemen yanı başında sonlanır. Buraya bir su deposu ve maksem yapılır, yani suyun şehre taksim edildiği yapı.
1854’te Kırım Savaşı için İstanbul’a gelen müttefik güçlerin (İngiltere – Fransa) askerleri tören yürüyüşü ve bando gösterisi yapabilecekleri bir meydanın olmadığını görünce garipserler. Bu garipseme Saray’ın kulağına gider ve kendilerine bir meydan açma fikri hasıl olur. Bunun için de en uygun yerin levantenlerin ağırlıkta yaşadığı Pera’nın hemen yanı başındaki Büyük Mezarlık olduğuna karar verilir. Mezarlıklar yavaş yavaş taşınır… Taşınan mezarlardan sonra bölgeye artık Büyük Mezarlık denilemeyeceği için Taksim adı verilir, suların taksim edildiği yer olduğu için.
İstanbul’un Batılı meydan geleneğinde olduğu gibi bir anıta kavuşması için Cumhuriyet’in ilanını beklemesi gerekmektedir, çünkü Osmanlı’da heykel geleneği yoktur. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türkiye’nin ve de özellikle İstanbul’un çeşitli yerlerinde Atatürk heykelleri yapılmaya başlanır. İstanbul’un en büyük meydanı için de meydanın hakkını verecek bir heykel yapılması amaçlanır. Bu amaçla, 1925 yılında dönemin İstanbul milletvekili Hakkı Şinasi Paşa başkanlığında bir heyet kurulur. Kurulan bu heyet İtalyan heykeltraş Pietro Canonica ile temasa geçer. Eş zamanlı olarak Sanayi-i Nefise mektebinde bir yarışma açılır. Yarışmayı kazanan Roma’ya, Pietro Canonica’nın yanına staj yapmaya gönderilecektir. Bu yarışmayı daha sonradan Bengütaş soyadını alacak olan Sabiha Ziya Hanım kazanır, Sabiha Hanım kazanır kazanmasına, ama bekar bir kadını hem de tek başına erkek bir heykeltraşın yanına göndermek genç Cumhuriyet’te bile bazı kesimler tarafından hoş karşılanmaz. Onun yerine Hadi Bey’in gönderilmesi ihtimali belirir. Dönemin Maarif Bakanı Mustafa Naci Bey ve Mustafa Kemal Atatürk’ün müdahaleleri ile Sabiha Hanım ve kendisine umut verilen Hadi Bey’in Roma’ya birlikte gönderilmesine karar verilir. Yanında da iki Türk genci bulunmaktadır.
Canonica’nın çalışmaları iki buçuk sene sürer, dört taraflı heykelin bir tarafı kurtuluş mücadelesini anlatmaktadır, tam arkasındaki yüzünde de Cumhuriyet dönemi anlatılmaktadır. Diğer iki yanda da ellerinde bayraklar bulunan askerler zaferi ve bağımsızlığı temsil etmektedirler. Bu iki askerin olduğu cephelerin üstünde, her iki tarafta da iki madalyon bulunmaktadır. Madalyonlardan birisinde peçeli bir kadın görünür, diğerinde de yüzü açık bir kadın. Aslında her iki kadın da aynı kişidir, Sabiha Hanım. Canonica, Sabiha Hanım’ı tanıyınca Türk kadınları için de anıta ekleme yapma isteği hissetmiştir. Anıtın Cumhuriyet’i temsil eden tarafında Atatürk’ten başka İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak görülmektedir. Bu yüzde ayrıca iki de Rus general bulunmaktadır: Mihail Vasilyeviç Frunze ve Kliment Yefremoviç Voroşilov. Bu jest ile Kurtuluş mücadelesi sırasında Türkiye’ye verdikleri destekten dolayı hem Rusya’nın hem de bu iki generalin onurlandırılması amaçlanmış olmalıdır. Anıtın yine aynı cephesinde Canonica kendisinin de heykelini koymuştur. Yapımına 1925’te başlanan Taksim Cumhuriyet Anıtı 1928’de tamamlanır. Roma’dan İstanbul’a gemiyle getirilen anıt, Giulio Mongeri tarafından hazırlanan kaidenin üzerine yerleştirilir. Canonica, suların taksim edildiği yer olan Taksim Meydanı’na yaptığı heykeli bir havuzun ortasında olacak şekilde tasarlamıştır, ancak bu gerçekleştirilemez.
İnanılmaz derecede kozmopolit olan Beyoğlu’nun ihtişamı, azınlıklara uygulanan Varlık Vergisi ve 1955 yılında yaşanan 6 – 7 Eylül saldırılarının onları göçe zorlanmasıyla bozulur. Bu tarihten sonra, Türkiye’deki Rum nüfusu hızla azalır. İsrail Devleti’nin kurulmasıyla da Yahudi nüfus azalır. Göç eden levantenlerden boşalan meslekler, zanaatlar beceriler, ilgi alanları ikame edilemez. Tersine, kültürün içi boşalır, kültürel doku bozulur, kimlikler dejenere olur. 1950’den sonra köyden kente oluşan göçten Beyoğlu da nasibini alır.