İstanbul’un farklı köşelerini gösteren siyah beyaz fotoğrafları ve o fotoğraflardaki semtlere dair Türk Edebiyatı’nın farklı yazar ve şairlerinin alıntılarını derledik.
Piyerloti, 1916
“Bu yukarıdan nezaret güzeldir. Haliç’in nihayetinde, Eyüp’ün muzlim peyzajı, çok eski ağaçlardan mürekkep bir ormandan, mermer beyazlığı ile çıkan mukaddes camii ve sonra muzlim renkler taşıyan ve içine mermer parçaları serpilmiş cesim mezarlıkları ile hakiki bir ölüm şehri olan hazin tepeler… Sağda üzerinde binlerce yaldızlı kayıklı Haliç, küçültülmüş bir şekilde bütün İstanbul, kubbe ve minarelerini birbirine karıştıran camiler… Eyüp’ten Saray’a kadar bütün Haliç boyunca kubbeler, minareler berrak pembe yahut alaim-i semaya ait renkler halinde irtisam ediyorlar.” Pierre Loti, Aziyade, 1879
Tophane
“İlk defa olarak yüzüme baktı, ama hiç görmeyen gözlerle baktığını ve bu sırada kafasının çok başka şeylerle dolu olduğunu derhal fark ettim. Sorduğumu tekrarlayınca başıyla “Evet!” diye işaret etti, hafifçe silkinerek yakasını elimden kurtardı, kenardaki dükkanın çıkıntılı köşesine dayanarak sessizce bekledi. Öteki çocuk yerdeki gazeteleri sayıyor; ikide birde gözlerini kaldırıp beni süzüyordu. Meydan tenhalaşmıştı. Yan sokaktaki bardan hafif bir dans müziği işitiliyor, Kemal ara sıra burnunu çekiyordu. Öteki doğruldu, inanmaz gözlerle yüzüme bakarak:
-Yedi gazete amuca, kırk iki kuruş eder!, dedi. Sonra, sanki cevabımdan korkarmış gibi başını arkadaşına çevirdi:
-Hadi Kemal, gidelim artık!, dedi.
Cebimden bir elli kuruş çıkarıp uzattım:
-Kardeş misiniz?, diye sordum.
-Hayır, bir mahalleliyiz!
-Nerede oturuyorsunuz?
-Tophane’de!” Sabahattin Ali, Cıgara (Sırça Köşk), 1947
Jack Birns, Sirkeci, 1950
Emperyal Otel
emperyal oteli’nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı’nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
halbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun… kanıma girdin… kabulümsün.
Attila İlhan
Ara Güler, Kumkapı
“Selim balıkçıdan sonra boş kaldı Kumkapı, eski neşesi kalmadı, kanı çekildi kurudu. Kumkapı Kumkapı olmaktan çıktı Selim balıkçı gidince. Ta ki, Kör Agop ortaya çıkıncaya kadar, şimdi Kör Agop’tur Kumkapı’nın canı. Bir gözü kör karısı, kör köpeği, kör Kumkapısı’yla. Agop’a göre, artık Kumkapı’nın gözü kördür Selim balıkçıdan sonra. Kumkapı’nın bir gözü kör olmasa, Agop’un ne işi vardı Kumkapı’da… Kumkapı’daki cansız balık lokantası onundur. Onun lokantasına salt balık yemeye gelen zıkkımın kökünü yesin, içki yerine ağının günden gölgeye ulaştırmayanını içsin. Kör Agop, bu dünyaya şu pezevenklere salt balık pişirmeye, içki sunmaya gelmemiştir. O sohbete, sıcaklığa, dostluğa gelmiştir. Eğer kim dostluk yoksa, çekiver şu dünyanın kuyruğunu gitsin.” Yaşar Kemal, Deniz Küstü, 1978
Jack Birns, Yedikule, 1950
Yedikule
Küçük kent kapıları, sur dibi dükkanlar
Her zaman olmalıdır.
Yolları nasılsa oralara düşenler
Eskilerin durduğu bir zaman olmalıdır.
Üstübeç, örümcek, ispit, poyra
Yaş toprak, duvarlar
Küherçile, tekerlek
İlkel ocaklarda dövülür olmalıdır.
Bahçemsi geride bir lağar beygir
Sıska bir köpek, sırtı az kambur
Aralık kapıdan yalpalı alevde
Bir usta, bir çırak görülür olmalıdır.
Az ilerde basık, dar
Sur kapısından geniş
Sularında akşam bir gün
Bostanlara yürür olmalıdır.
Behçet Necatigil
Arnavutköy
“Yokuşu çıkıyorum. Sıcakta biraz güç. Camları açıyorum. Karşımda göl gibi Boğaz. Vaniköy’ün gerisi yemyeşil sahili kaplıyor. Tahta evler, ağaçlar, çatılar, yokuşlar. Arnavutköy, bu büyük kent içinde yolları, Rum balıkçıları, deniz kıyısındaki meyhaneleri ile kentin en az bozulmuş semtlerinden biri. Bu mavi Boğaz parçası, bu yeşil Vaniköy sahili, iskeleye uğrayan küçük vapurlar, denizin tüm kesitini kaplayarak geçen büyük şilepler, uzak ülkelerin özlemini getiren beyaz yolcu gemileri, canlı çarşı sokaklarını kaplayan tahta evler, Akıntı Burnu’nu dönerken başlayan güçlü rüzgâr. Karşımızda doğan güneş. Sisle beyazlaşan sabahlar. Yalı camlarına kıpkırmızı yansıyarak batan güneş. Deniz yüzeyini dolduran martılar.” Tezer Özlü, Arnavutköy (Kalanlar), 1990
Soğuk Çeşme Sokağı, 1963
“Ta küçükten beri birbirimizi mahalleden tanırız. O, Soğukçeşme rüştiyesine giderdi; pembe yanaklı, ablak çehreli, simsiyah üzüm gözlü, biraz peltek ve bön bir çocuktu; ben o zaman daha dört yaşında, başımda yemeni, kulaklarımda, düşmesin diye arkadan ibrişimle birbirine bağlanmış çeyrek liradan küpeler, sakız çiğneye çiğneye sokaklarda gezen, yaramaz kızım. Ona yanaklarının renginden kinaye Elma Kâni derlerdi, benim ismim Yüksük İsmet’ti.” Refik Halit Karay, İstanbul’un Bir Yüzü, 1920
Galata Rıhtımı, 1930’lu yıllar
“Dün ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahluku doya doya sevdim. Bu vapur, Tadla yeni Türk vapurlarından T. vapurudur. Fransa’ya tahsile gitmiş talebeden Tadla’yı tanımayan kim vardır? Kim bu vapurun üçüncü mevki güvertesini yıldızlı temmuz geceleri adımlamamıştır? Parnas dağının güneşle altınlı ve karlı ebedi zirvesini, Stromboli’nin eteklerindeki beyaz kasabaları, Vezüv’ün kızıllığı altında gülen beyaz şehri, mavi Misina’yı, vahşi Korsika’yı ve nihayet kahpe Marsilya’yı bati seyri ve ağır vücuduyla bize gösteren Tadla olmadı mı?” Sait Faik Abasıyanık, Bir Vapur (Semaver), 1936
Üsküdar, Balaban İskelesi
“Üsküdar açıkları, lodoslu akşamın suda kurulmuş malikânesi olmağa başlamıştı. Sanki Kızkulesi’nden Marmara açıklarına kadar denizin altına, su tabakalarının arasına yer yer iyi dövülmüş bir yığın mücevher parıltısından geçirilmiş bakır levhalar döşenmişti. Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta mücevher sallar yapıyor, bazen da primitif ressamlarda, mağfiretin timsali ışığın kaynaştığı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseliş arzusu ile dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 1949
Galata Köprüsü
Galata Köprüsü
Dikilir köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz kürek çeker, suya suya ;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan;
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz çimacıdır halat başında;
Kiminiz kuştur, uçar, şairane;
Kiminiz balıktır, pırıl pırıl;
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut, havalarda;
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp diye geçer köprünün altından;
Kiminiz düdüktür, öter;
Kiminiz dumandır, tüter;
Ama hepiniz, hepiniz…
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın, gün olur, ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Karnım doyar benim de.
Orhan Veli Kanık
Eyüp’ten Sütlüce’ye bakış, 1900’ler
“Epey seneler evvel İstanbul’u görmeye gelen şâir Henri de Regnier Eyüb mezarlıklarının bir yokuşunda durmuş, Türk ölümünün derin bir vecdiyle, Türk ırkından doğup, bizimle beraber yaşayıp, öldükten sonra, mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış ve “İstanbul! mü’minlerin o kadar sevdiği Eyüb servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim.” demişti. Bir Katolik şâirini böyle söyleten Eyüb, bizi de içine aldığı zaman fazla düşündürmüyor; orada âhiret havasını teneffüs ederken müsterih oluyoruz; zihnimizi yormuyoruz.” Yahya Kemal Beyatlı, Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüp (Aziz İstanbul), 1964
Edirnekapı, 1900’ler
Edirnekapı Üstüne Şiir
Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır
İstanbul sereserpe önümde geceye karşı
Gemilerden, fabrikalardan düdükler
Şimdi bir tren kalkar Sirkeciden bilirim.
Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler
Sesler gelir yakın sinema bahçesinden
Bir hoş olurum.
Turgut Uyar
Kandilli Sevda Tepesinden Boğaziçi, 1958
“Boğaziçi’nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, taibiat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir. Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız.” Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları, 1942
Ara Güler, Unkapanı Köprüsü Altından Geçen Bir Çatana, 1958
“Uzun zaman aşksız yaşadım. Bu mevsimin sonbahar olması ve havaların yağmurlu gitmesinden değildi. Sadece eski bir sevdadan kurtulmuş, bir yenisine başlayamamıştım. Aşk benim için eski bir itiyattı. Bir zamanlar aşksız bir insan nasıl yaşar, nasıl yer, nasıl dolaşır, neler düşünür diye merak ederdim. Herhalde bu insan şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde gölgesini peşine takarak dolaşmaz. Unkapanı Köprüsü’nden manavları seyretmez, parklarda avarelikten hoşlanmaz, aşkı filmleri sevmezdi. O, işini gücünü bilen, caddelerde daima hızlı hızlı koşan, tramvayları doldurup taşıran, ayakları çıplak çocuklara sadaka vermeyen bir insandı. Yalnız kendi için yaşar, başka bir şey bilmezdi.” Oktay Akbal, Aşksız İnsanlar (Aşksız İnsanlar), 1949
Rene Burri, Bereketzade Çeşmesi, Kuledibi, 1957
“Hanımefendi, affedersiniz. Buralarda kiralık ev var mı? Kıpkırmızı dudakları, şaşkın iri siyah gözleri, şurası burasıyla bizi öyle küçümseyerek gözden geçirdi ki… Sanki, sizin gibi kiracı parçasıyla çene çalmaya mal sahipliğim müsait değil demek istedi. Velhasıl İstanbul kazan biz kepçe! Ne Tepebaşı, Aynalıçeşme’si kaldı aramadık, ne Kuledibi, Galata’sı, Karaköy’ü hatta Tophane’si…” Orhan Kemal, İstanbul’dan Çizgiler, 1971
Henri Cartier-Bresson, Haliç, 1964
“Haliç’teki iskelelere veya ziftle kalafatlanmış ahşap topazlara yanaşmış, yahut sahile baştankara etmiş hadsiz hesapsız gemiyi de bu kalabalığa eklemek doğru olurdu. Edremit ve Bandırma’dan meyve sebze, pekmez, ve bal getiren bunbartalar yemiş iskelesine, Kırım ve Karadeniz’den buğday, arpa ve yulaf yüküyle gelen kancabaşlar Unkapanı’na yanaşmışlardı. Eminönü’nde kumaş, kürk ve tabaklanmış deri ve boya taşıyan karamürseller vardı. Çekeveleler ve İnebolu kayıkları da İsmailiye, Varna ve İzmit’ten aldıkları tavuk, yumurta, zeytinyağı ve pekmezden ibaret navlunlarını Bahçekapı İskelesi’ne indiriyorlardı. ” İhsan Oktay Anar, Suskunlar, 2007
Azapkapı, 1979
“Azapkapı Camii’nin karşısında, sebze halinin önünden başlayıp Haliç’in ortasına kadar arka arkaya, borda bordaya yanaştırılmış eski, karanlık, katran kokulu Laz takalarının buğulu kokusu, ağırlığı, bitkinliği içinde birbirlerine sokulmuş, uyumuşlardı, şafakla birlikte vapur düdükleriyle uyandılar. Bu eski takalarda insanlar oturuyorlardı, bekârlar, gurbetçiler, işsizler. Birbirlerine, özellikle kadınlara sonsuz saygılı. Kıyıdaki esrarkeşler, sigara kaçakçıları, hırsızlar, yankesiciler buraya giremiyorlardı. Haliç ne kadar kirliyse bu takalara sığınmışlar o kadar aydınlıktı.” Yaşar Kemal, Deniz Küstü, 1978