Menu

Büyülü Gerçekçilik Eserleri ve Alıntıları



Büyülü gerçeklik, içinde büyülü öğeleri barındıran, gerçeklik anlayışı içerisinde, düşsel/gerçekdışılık ile gerçekçiliği birbirine bağlayan akımdır.

David Punter’in yorumu ise oldukça açıklayıcı: “Eğer bir hayalet kahvaltı masanıza oturur ve siz de dehşete kapılıp, korkarsanız bu korku-fantastik olur. Ancak, “Ah bir hayalet, şu reçeli uzatabilir misin?” derseniz büyülü gerçekçilik olur. Siz böyle dedikten sonra hayalet, “Benim büyükannem çok güzel soğan reçeli yapardı” der; siz de buna karşılık “Saçmalama soğanın reçeli yapılmaz” derseniz büyülü gerçekçi olur.”

Michael Parkes, New Moon Full Moon

Michael Parkes, New Moon Full Moon

Büyülü gerçekçilik, gerçekçiliğin düşsel atmosfere taşınmış ögelerini kullanır. Gerçekdışı olay ve olgular, gerçek dışılıklarına dikkat çekilmeden, kayıtsız bir tavırla anlatılır. Gerçek ile gerçekdışı bir araya getirilir, birbirine karıştırılır. Zamanda kasıtlı olarak kaymalar görülür. Tuhaf olanlar sıradan hale getirilir. Olağanüstü ve gerçek aynı çerçevede ele alınır. Birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Gerçek olanla büyülü olan uyumlu bir bütünlük gösterir. Anlatıcının olaylara açıklama getirmeye kalkışması büyülü olanı sorgulama kapısını açar. Metinlerde dille çeşitli oyunlar oynanarak düş ve gerçekçilik daha belirgin hale getirilmeye çalışılır. Dil özgün bir biçimde kullanılır, mecazlı ifadeler geniş yer tutar.

Michael Parkes, Strawberry Season Revisited

Michael Parkes, Strawberry Season Revisited

Büyülü gerçekçilik terimi, ilk olarak Alman sanat eleştirmeni ve tarihçisi Franz Roh tarafından, 1925 yılında dönemin Alman ressamlarının, konuları ve temaları hayal ürünü, fantastik ve rüyamsı niteliğe sahip çalışmalarını anlatmak amacıyla kullanılır. Terim, edebiyatta ise ilk olarak İtalyan yazar ve eleştirmen Massimo Bontempelli tarafından kullanılır.

Büyülü gerçekçilik, 20. yüzyılda postmodern sanat anlayışıyla önemli ölçüde işbirliği içinde görülür. Bu tarzla birlikte folklorik anlatım tarzı yeniden canlandırılmıştır. Büyülü gerçekçilik yeni bir sanat yaklaşımı değil, folklorik eserlerde geçmişten günümüze kadar uygulanan bir anlatım üslubudur. Bu üsluba sadece edebiyatta değil, sanatın başta resim olmak üzere, hemen her dalında rastlamak mümkündür.

Büyülü gerçekçi eserler, büyülü olaylar ya da nesneler, hayaletler, birden ortadan kaybolmalar, mucizeler, sıra dışı masallar ve ilginç atmosferler içerir. Bunlar, herhangi bir sihirbazlık şovundaki olaylardan farklıdır. Bu tür sihirlerde, illüzyonla doğaüstü bir şey olmuş gibi gösterilir, oysa büyülü gerçekçilikte sıradışı bir şey gerçekleşir.

Michael Parkes, Black Orchid

Michael Parkes, Black Orchid

1. Jorge Luis Borges (1899 – 1986), Alçaklığın Evrensel Tarihi, 1935

Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in eseri Alçaklığın Evrensel Tarihi, Critica Gazetesi’ne yazdığı yazıları topladığı bir kitaptır. Borges, önceden basılmış bazı hikayelerinden alınan karakterler ve fikirler üzerine yeniden hikaye yazarak bu eseri oluşturmuştur. Gerçeği ve hikayeyi harmanladığı bu hikayeler, gerçeküstü bir otantizm taşır, ilk büyülü gerçekçilik çalışması olarak kabul edilmektedir.

Borges, “Gerçek öykücülüğüm ilk kez 1933’te basılan Alçaklığın Evrensel Tarihi ile başlar” der. Borges, kitabın adında geçen alçak sözünün ağır olduğunu ifade etse de, hikayelerin ardında başka bir şey olmadığını da ekler. Serseriler, kabadayılar, kaçakçılar, çeteler, korsanlar, köle tacirleri, katiller, fahişeler, darağaçları, sahtekarlar, düzenbazlar… Çoğunlukla da hikayesi anlatılan alçak karakterin öldüğüne ya da maskesinin düştüğüne tanıklık ederiz. Gerçek ile hayalin birleştiği bu yazılarda, kötü şöhretli kimseleri anlatırken, kurgunun olgudan daha gerçek, daha inanılır olduğunu belirtmeyi hedeflemiştir.

“Bir eyalette çalınan atları başka bir eyalette satmanın, Morell’in suç dolu hayatında hiç de olağandışı bir yanı yoktu. Gel gelelim, sonradan ona Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde hak ettiği yeri sağlayacak yöntemin ipuçları burada yatmaktaydı. Bu yöntemin benzersizliği, yalnızca onu farklı kılan özel durumlardan değil, aynı zamanda gerektirdiği alçaklıktan, insanların umutlarıyla ölümcül biçimde oynanmasından, tıpkı ürkünç bir karabasanın yavaş yavaş belirginleşmesi gibi ağlarını ağır ağır örmesinden de kaynaklanıyordu.” (Zalim Kurtarıcı Lazarus Morell)

Michael Parkes, Morning Song

Michael Parkes, Morning Song

2. Gabriel García Márquez (1927 – 2014), Yüzyıllık Yalnızlık, 1967

Yüzyıllık Yalnızlık’ta gerçek ve fantastiğin birleşimi vardır. Terk edilmiş bir kasaba, oraya sahip çıkan bir aile, modern dünyadan kendini soyutlayan karakterler ve modern dünyanın kaçınılmaz iç savaşları… Marquez’in Kolombiya’sı, mitlerin, kehanetlerin, efsanelerin, teknoloji ve modernliğin iç içe geçtiği bir yerdir. Bu durum yazarı, gerçek nedir ve fantastik nedir sorularına yönlendirir.

Yüzyıllık Yalnızlık’ta Jose Arcadio Buendia ve Ursula Iguaran çifti, öldürdükleri adamın ruhunun verdiği sıkıntılarla lanetlenmiş ve yapılan akraba evliliği sonucunda domuz kuyruklu bir çocuk dünyaya getirmişlerdir. Aile ne kadar büyürse ve gelişirse gelişsin, adamın laneti onların peşini bırakmamış, en amansız zamanlarda karşılarına çıkmıştır. Marquez, büyülü metnin çelişkili bir şekilde gerçek metinlerden daha gerçek olduğunu savunmaktadır. Gerçekçi metinler, bize sadece gözümüzün gördüğünü anlatırken, büyülü gerçekçi metinlerde gerçeklerin ardında gözün görmediği gerçeklik ve bunun nedenleri de anlatılmaktadır.

“Kuşların ölümüne gerçekten onun mu neden olduğu bir türlü anlaşılamadıysa da, ne yeni gelinler canavarlar doğurdu, ne de sıcaklık arttı. Rebeca o yılın sonunda öldü. Ömrü boyunca yanından ayrılmamı olan hizmetçi Argenida, yetkililere başvurarak hanımının üç gündür odasından çıkmadığını bildirdi ve kapıyı kırdıklarında, Rebeca’yı yatağında büzülmüş buldular. Saçkırandan kel olmuştu. Parmağı da ağzındaydı. Aureliano Segunda, cenazeyi kaldırmayı üzerine aldı. Sonra evi satmak için onarmak istedi. Oysa ev öylesine yıkıntıya dönmüştü ki, duvarlara sürülen badana hemen kabarıyor, döşemeleri çatlatıp çıkan yabanotlarını, kirişleri çürüten zehirli sarmaşıkları durdurmaya harç yetmiyordu.”

Michael Parkes, Morning Bells

Michael Parkes, Morning Bells

3. Italo Calvino (1923 – 1985), Görünmez Kentler, 1972

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Mussolini rejimi tarafından askere alınmasına rağmen, İtalyan ordusundan kaçarak partizanlara katılan Italo Calvino, iki yıl süreyle İtalya-Fransa sınırında işgalci Almanlara karşı savaşır. Savaş sonrası İtalyan kültürünün en önemli adlarından biri olur ve birçok edebiyat ödülü kazanır.

Görünmez Kentler’de Marko Polo, Moğol İmparatoru Kubilay Han’a gezdiği kentleri anlatır. Ama bu kentler gerçek değil, düşşel kentlerdir. Bu ellibeş düşsel kent Anılar, Arzular Takas, Gökyüzü, Sürekli gibi tanımlamalarla yer alır. Bu kentlerin ortak özelliği hepsinin isminin kadın isimleri olmasıdır. Bu kent hikayeleri belli bir sıralama takip etmez. Parça parçadır. Legolar gibi. Her yaptığınızı bozup yepyeni bir kent yaratabilirsiniz veya birbirine ekleyip bir ağ oluşturabilirsiniz.

“Kubilay. Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ele geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”

“Anılardan akıp giden bu dalgayı bir sünger gibi emer kent ve genişler. Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven tırabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgisi gibi barındırır içinde.”

Michael Parkes, Cat's Meditation

Michael Parkes, Cat’s Meditation

4. Alejo Carpentier (1904 – 1980), Bu Dünyanın Krallığı, 1949

Kübalı yazar Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı eseri, tarihte bir ülkenin bütününde başarıya ulaşmış ilk ve tek siyah köle devrimi olan Haiti Devrimi’nin romanıdır. Carpentier, kitabın önsözünde olağanüstü gerçek diye yazar. Carpentier romanında bugüne dek tüm devrimlerin yozlaşmasını da dikkate alarak bir devrim ütopyası ortaya koyar. Eserin adının İncil’de sözü edilen Göklerin Krallığı’na atıfla, o krallığın şatafatının karşısında yaşayan ölülerin yani zombilerin ve onlara inananların birlikte ördüğü Bu Dünyanın Krallığı olması ütopyanın en etkileyici görünümlerinden biridir. Eserde de çoğu kez İncil’e ve Voodoo inanışları dünyasına gönderme yapan bölümlerde amaç hep aynıdır.

“İnsanoğlu dünyayı iyileştirip güzelleştirmek istemesiyle, kendisini görevlere adamasıyla büyüktür. Tanrıların krallığında kazanılacak büyüklük yoktur. Çünkü orada her şey aşamalı bir düzendedir: Sınırsız bir varoluş, özveri, dinleme, zevk ve neşe vardır, işte bu nedenle, acı çekmekten ve çalışıp çabalamaktan bunalıp ezilmiş, felâketler ortasında bile sevebilen insanoğlu, yüceliğini ve yüksek değerini, ancak bu dünyanın krallığında bulabilir.”

Michael Parkes, Tigers And Girl

Michael Parkes, Tigers And Girl

5. Günter Grass (1927 – 2015), Teneke Trampet, 1959

Grass, 1999 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasını sağlayan bu romanın tamamına yakın bir kısmını ilk eşi Anna Schwarz ile Paris’te yaşadığı 1956-59 yılları arasında kaleme alır. Sanat hayatına bir yazar olarak değil, taş ustası, çizer ve ressam olarak başlar, sonradan edebiyata yönelir.

İlk romanı Teneke Trampet, hem II. Dünya Savaşı’nı büyülü gerçeklikle ele alan Danzig Üçlemesi’nin, hem de Grass’ın başarılarının başlangıcı olur. Aynı Grass gibi, Danzig’de dünyaya gelen ve büyümemeye karar veren Oskar Matzerath’ın hikayesini anlatan roman, keskin Nazi eleştirisi, aynı cümleden birinci şahıstan üçüncü şahısa geçebilen anlatıcısı ve dönemin kabullerini zorlayan cinsel içeriğiyle ilk yayımlandığında her iki Almanya’da da büyük tepkiye yol açsa, hatta Düsseldorf’ta yakılsa da, ilerleyen yıllarda 20. yy Alman Edebiyatı’nın simgelerinden olur. 1999 yılında İsveç Akademisi’nin Nobel Edebiyat Ödülü metni, Teneke Trampet’i şöyle övecektir: “Sanki Alman Edebiyatı onlarca yıllık sözel ve ahlaki yıkımdan sonra yeniden başlama fırsatına kavuştu.”

“Uzunca bir duraksamadan sonra […] sadece içimdeki sese uyarak ilkin Rasputin’e sonra Goethe’ye uzandım. Bu ikili uzanış da hayatımı, hiç değilse trampetimden ayrı yaşamaya yeltendiğim hayatı belirleyip etkiledi sonradan. […] Goethe ile Rasputin arasında, üfürükçüyle o allâmei kül arasında, kadınları kendine bend eden o karanlık ruhlu kişiyle, kadınlarca bend edilmeye can atan o aydınlık ruhlu ozanlar kralı arasında bocalayıp durdum.”

Michael Parkes, The Summit

Michael Parkes, The Summit

6. Mihail Bulgakov (1891 – 1940), Usta ve Margarita, 1966

Usta ve Margarita, ilk yayınlandığında sansüre uğrayan, nükteli bir alaycılık ve felsefi bir derinlik taşıyan, evrensel iyilik-kötülük sorunlarını irdeleyen bir romandır. İlginç bir kurguya sahip olan kitap, iki farklı zamanı anlatır. 30’lu yılların Moskova’sında İsa’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışan iki yazarın yanına, geleceği okuma yetisine sahip biri yanaşır, birinin yakında öleceğini, öbürünün de delireceğini söyler. Woland adındaki bu yabancı, Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş şeytandan başkası değildir. Gerçekten de, yazarlardan biri kısa bir süre sonra ölür. Delirip akıl hastanesine kapatılan öbür yazar ise orada Usta ile karşılaşır. Usta’nın, İsa’nın çarmıha gerilmesinde büyük rolü olan vali Pontius Pilatus’la ilgili romanını ve Margarita’ya olan aşkını dinler. Rus yazar Bulgakov’un başyapıtı olan kitap, fantastik bir kurguya sahip, keskin yergili bir mizahla dolu, çoğu zaman alaycı sahneler ile güçlü, duygusal ve acıklı anlar arasında gidip gelir.

“Turistin kaygısı karşısında Berlioz hafifçe gülümseyerek, “Gerçekten de Tanrı’ya inanmıyoruz,” dedi. “Ama bu, üzerinde büyük rahatlıkla konuşabileceğimiz bir konu.” Yabancı, arkaya yaslandı, meraktan neredeyse cırtlaklaşan bir sesle bağırdı: “Tanrıtanımaz kişilersiniz demek?” Berlioz, gülümseyerek, “Evet öyle,” dedi. “Tanrıtanımaz kişileriz biz.”

Michael Parkes, Fantasia

Michael Parkes, Fantasia

7. Salman Rushdie (1947 – ), Gece Yarısı Çocukları, 1981

Hint kökenli İngiliz yazar Salman Rushdie, daha çok sansasyonel romanı Şeytan Ayetleri ile tanınmaktadır. Oysa romanları hem taşıdıkları kültürel çeşitlilik hem de anlatılarındaki çok katmanlılık nedeniyle kapsamlı ve çok boyutludur. Rushdie, romanlarında kendi kültürel kökenlerinin izlerini yansıtmaktadır. Geceyarısı Çocukları’nın Günter Grass’ın Teneke Trampet’iyle, Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ından önemli ölçüde etkilendiğini, birçok eleştirmen gibi Rushdie de doğrulamaktadır.

Özyaşamöyküsel nitelikler taşıyan Geceyarısı Çocukları’ndaki parçalı yapının en önemli nedeni Rushdie’nin doğunun sözlü anlatım tekniklerini kullanmasıdır. O, sözlü anlatım tekniklerini yazıda kullanan bir yazardır. Eser, Hindistan’nın bağımsızlığının ilan edildiği gece doğan 1001 çocuktan biri olan kitabın anlatıcısı Salim Sınai’nin otobiyografisi olarak sunulur. Kitap farklı dil, din, farklı politik bakış, farklı kültürlerle yoğrulan Hindistan mozağinin postmodern bir destanıdır sanki.

“Ben Bombay’da doğdum… Evvel zaman içinde. Yok, bu yetmez, tarihi söylemeden olmaz; 15 Ağustos 1947’de Doktor Narlikar’ın Doğumevinde. Ya saati? Saat de önemli. İyi öyleyse, geceleyin. Yok yok, biraz daha ayrıntılı… Aslına bakılırsa saat tam geceyarısını vurduğunda. Ben dünyaya gelirken akreple yelkovan saygıyla tokalaştılar. Söyleyiver gitsin, söyle hadi; tam Hindistan’ın bağımsızlığa kavuştuğu anda yuvarlandım dünyaya.”

Michael Parkes, Year 12 ad

Michael Parkes, Year 12 AD

8. Juan Rulfo (1917 – 1986), Pedro Paramo, 1955

Meksikalı yazar Juan Rulfo tek romanı Pedro Paramo’da, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Meksika’da meydana gelen büyük çalkantılar sonucunda toplumun feodal yapıdan kentsel yapıya geçişini vurucu bir dille anlatır. Annesine ölüm döşeğinde verdiği söz üzerine yıllardır onları arayıp sormayan baba Pedro Paramo’yı arayan oğlunun öyküsü… Kahramanımız Juan Preciado, Comala Vadisi’ne vardığında annesinin anlattığından çok farklı, terk edilmiş bir köyle karşılaşır. Bu garip ve sessiz köyde, arafta kalmış ruhlar, köyün sakini izlenimi veren ama ölü mü canlı mı olduğu anlaşılmayan kişiler, babası Pedro Paramo’nun çocukluğuna ve hayatının aşkı Susanna’ya dair anılar ve yaşanmış, üzeri örtülmüş şiddet ve ahlaki karmaşalar yer alır.

“Tan ağarırken iri yağmur damlaları düştü. Damlalar, sürülü toprağın yumuşak, ince tozuna değince kof sesler çıktı. Bir alaycı kuş toprağın üstünden uçarak geçti, ağlayan bir bebek sesi çıkardı uçarken. Sonra yorgunluktan bitmişçesine inledi, daha sonra da, ufkun aydınlanmaya başladığı noktaya varınca hıçkırdı, bir kahkaha attı, yine inledi.”

Michael Parkes, After The Masquerade

Michael Parkes, After The Masquerade

9. Jorge Amado (1912 – 2001), Mucizeler Dükkanı, 1968

Jorge Amado’nun başyapıtı olan, Brezilya’da gerçekleşen askeri darbeden üç yıl sonra 1968’de geçen Mucizeler Dükkânı, ölümünün yüzüncü yılında yazar ve sosyal bilimci Pedro Arkanjo’nun yaşamını anlatır. Roman, Bahia’nın yerli halkı tarafından unutulmuş, fakat günün birinde Kolombiya Üniversitesi’nden gelen bir profesörün ona olan ilgisi ve araştırmasıyla yeniden üne kavuşan yazar ve sosyal bilimci Arkanjo’nun hayatını anlatıyor. Profesör Levenson, o zamana kadar unutulmuş Arkanjo’yu bütün halkın odak noktası haline getiriyor. Büyülü gerçekçiliğin buğusunda sunulan bu resimlerin arkasındaki ırkçılığa, önyargı ve baskıya olan imaların yanında, kültürel bir tarafı da söz konusu kitabın. Yazar okurlarına Bahia halkının kültürel, dini ve etnik değerlerinin canlı renklerini resmediyor adeta.

“Halk ozanları, şarkıcılar, doğaçlamacılar, Lidio Corro Usta’nın basımevinde ya da öteki ilkel, küçük dükkânlarda düzenlenen ve basılan küçük derlemelerin yazarları, elli reis ya da çok az bir para karşılığında bu özgür toprakta destanlar ve şiirler satarlardı. Onlar ozandı, broşür yazarıydı, tarihçiydi, gazeteciydi, ahlakçıydı. Kentin yaşamını anlatır ve yorumlarlardı; “Madara olan moruğun kendini beğenmiş karısı” ya da “Prenses Maricruz ve hava süvarisi” gibi uyduruk, bir o denli de şaşırtıcı olan öykülere uyaklar düzerlerdi. Karşı çıkarlar, eleştirirler, öğretirler ve eğlendirirler, bir de bakarsınız olağanüstü bir şiir yaratırlardı.”

Micheal Parkes, Dancing With An Angel

Micheal Parkes, Dancing With An Angel

10. Haruki Murakami (1949 – ), Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, 2011

Japonya’nın 20. yüzyıldaki en büyük yazarlarından birisi olarak gösterilen Murakami, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu kitabında, okurlarına masalsı ama gerilim dolu bir dünyanın kapılarını açıyor. Gölgesini kaybeden, kafataslarından eski rüyaları okuyan bir adam ve dünyanın sonu gelmeden önce yaşayacak sadece birkaç saati kalmış bir kahraman…

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, Haruki Murakami’den bilimkurguyu masalsı bir dünyanın içinde var eden, Kafkaesk bir psikolojik gerilime göz kırpan bir roman. Tek anlatıcının mı, yoksa iki farklı anlatıcının mı aktardığını bilemediğimiz kitap, gölgesini kaybeden, kafataslarından eski rüyaları okuyan bir adam ve dünyanın sonu gelmeden önce yaşayacak sadece birkaç saati kalmış bir kahramanın farklı ama paralel hikayesini anlatıyor.

‘‘Çektiğin acıyı ben de anlıyorum. Fakat bu herkesin başından geçiyor. O yüzden senin de katlanman gerek. Sonrasında kurtuluş geliyor. O zaman artık sen, hiçbir şeyi dert etmeyecek, üzülmeyeceksin. Hepsi kaybolup gider. Geçici heveslerin hiçbir değeri yok. Burası dünyanın sonu. Dünya burada sona erer, ötesi yoktur. O yüzden sen de artık hiçbir yere gidemezsin.’’

Michael Parkes, La Sirene (Mermaid)

Michael Parkes, La Sirene (Mermaid)

Kaynak
Edebiyatta Büyülü Gerçekçiliğin Büyüsünün Menşei Üzerine: Sosyal Adaptasyon Aracı Olarak Masallar Mitlerde Büyülü GerçekçilikItalo Calvino – Görünmez KentlerAnkara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Batı Dilleri ve Edebiyatı, Alman Eğitim Romanında Avangard DönüşümlerPedro Paramo – Meksika’da Tekinsiz Bir KöySalman Rushdie Romanlarında Geleneksel Öğeler ve Metinler Arası İlişkiler


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir