Menu

Umberto Eco’nun Kitapları ve Hayatı



5 Ocak 1932’de Milano yakınlarındaki Alessandria kasabasından doğan İtalyan bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco’yu 19 Şubat 2016’da kaybettik. Umberto Eco, kariyerine 1950’lerde İtalyan Radyo-Televizyonu RAI’nin kültür programlarını yöneterek başladı. Ortaçağ Estetiği ve göstergebilim dallarında dünyanın en önde gelen isimleri arasında yer almaktadır.

Umberto Eco, çok yönlü bir bilimadamı. İtalya’da, Bologna Üniversitesi’nde öğretim üyesi, semiolog (göstergebilimi), tarihçi, filozof, estetikçi, Ortaçağ uzmanı ve James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış birisidir. Bu nedenle, entelektüel camiada Dedalus lakabıyla anılmaktadır. Yunan mitolojisinin zanaatkar sanatçısı olan Daedalus (Eski Yunan’da Daedalos, akıllı işçi demektir) mimar, heykeltıraş ve her türlü mekanik araçları yapan çok yönlü bir sanatçıdır.

umberto eco

1980 yılında kaleme aldığı çağdaş klasikler arasında yer alan ilk romanı Gülün Adı yayımlanışından sonra sayısız baskı yaptı, pek çok dile çevrildi ve 1986 yılında sinemaya aktarıldı. Yazar, eserin yayımlanışından 21 yıl sonra, eseri yeniden ele alarak bazı bölümler ekledi. Roman 1327 yılında Ortaçağ İtalyası’nda bir manastırda geçiyor. Yedi günlük bir zaman dilimi çerçevesinde işlenen cinayetler ve onları çözmeye çalışan bir Fransisken, eski sorgucu William, yardımcısı Adso… Tarihsel gerçeklere uygun bir şekilde kurgulanan bir eser Gülün Adı. Roman Ortaçağ’a doğru kısa bir yolculuğa çıkarıyor, ruhban sınıfının gücünü ölçüsüz bir şekilde kullandığı, skolastik düşünce yapısının egemen olduğu, kilise-devlet-tarikatlar arası çekişmelerin yaşandığı bir döneme… Manastır kütüphanesi etrafında gelişen olaylar zinciri ve dinsel hoşgörüsüzlüğün kütüphaneye olan yansımaları izleyeni oldukça etkiliyor.

umberto eco

Gülün Adı, bir polisiye eser olmasının yanında çok önemli bir tarihi eserdir. Düşünmenin yasaklanması, dinsel öğretilerinin dışında yenilikçi fikirlere olan katı tutum, devlet-kilise-tarikatlar arasındaki çatışma noktasında öğretici bir niteliğe de sahiptir. Bu özelliğini günümüz şartları bağlamında düşündüğünüzde oldukça farklı noktalara geçiş yapabilirsiniz.

Eco, kitabın adını rastgele koyduğunu, başlığın muhtevayla pek ilgisi olmadığını söyler: “Gülün Adı fikri hemen hemen rastgele geldi aklıma, hoşuma da gitti, çünkü gül öylesine anlam yüklü, simgesel bir nesnedir ki, neredeyse artık hiçbir anlamı yoktur.” Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanının, Gülün Adı’ndan hem kurgu hem de motif bakımından izler taşıdığı çeşitli yazılarda dile getirilmiştir.

“‘Yanılıyorsun, Ubertino,’ diye karşılık verdi William, büyük bir ciddilikle, ‘Hocalarım arasında en çok Roger Bacon’a saygı duyduğumu bilirsin…’ ‘Hani şu uçan makineler konusunda saçma sapan şeyler söyleyen,’ diye homurdandı Ubertino, acı acı. Açık seçik bir biçimde Deccal’dan söz eden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin gerilemesinde onun belirtilerini sezen. Ama, Bacon, kendimizi onun gelişine hazırlamamızın bir tek yolu olduğunu öğretti: Doğanın gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların yapısını inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal’la savaşmaya hazırlanabilirsin.”

umberto eco

“Yakıp yıktık ve yağmaladık, çünkü yoksulluğu evrensel yasa olarak seçmiştik; başkalarının yasal olmayan yollardan elde ettikleri zenginliklere el koyma hakkını kendimizde bulduk; bir kilise bölgesinden ötekine uzanan açgözlülük ağının tam yüreğine indirmek istiyorduk darbeyi; ama hiçbir zaman malik olmak için yağmalamadık; yağmalamak için öldürmedik; cezalandırmak için öldürdük biz, saf olmayanları kanla arıtmak için. Belki de aşırı ölçüde bir adalet isteğiydi bizi yöneten: İnsan aşırı Tanrı sevgisinden, aşırı kusursuzluktan ötürü de günah işleyebilir.”

Umberto Eco’nun 1992 tarihli ikinci romanı Foucault Sarkacı kısaca bilimdışı gerici düşüncenin bir serüvenidir. 14. yüzyılda Templier tarikatının çözülmesinden başlayarak dünya çapında tasarlanmış hayali bir entrikayı konu alan, entrika ile gerçeğin iç içe geçtiği bir gerilim romandır. Foucault Sarkacı, sekiz yıl süren bir çalışmanın, ayrıntılı bir araştırmanın ve iki bin ciltlik bir uzman kitaplığın ürünüdür. Kitabın adını aldığı Foucault Sarkacı, adını Fransız fizikçi Léon Foucault’dan alan, ilk defa deneysel olarak Dünya’nın kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtlayan sarkaç düzeneğidir. Bir sarkacın asılma noktası değiştiği halde salınımının değişmediğini gözleyen Foucault, yeterince büyük bir sarkaç harekete geçirildiğinde, bunun salınım düzeninin değişmeyeceğini, fakat yerin, yani Dünya’nın hareket edeceği kuramını geliştirmiştir.

Bu, Foucault Sarkacı,” diyordu oğlan. “İlk deney, 1851’de, bir mahzende yapıldı, sonra Observatoire’da, sonra da Pantheon’un kubbesi altında; altmış yedi metre uzunluğunda bir telle yirmi sekiz kilo ağırlığında bir küre ile. 1855’ten beri de burada, küçültülmüş boyutta, şu kirişin ortasındaki delikten sarkıyor.”
“Peki, ne yapıyor, sallanıp duruyor mu öyle?”
“Dünyanın döndüğünü gösteriyor. Ama, asılma noktası sabit kalıyor…”
“Neden sabit kalıyor peki?”
“Çünkü, bir nokta… Nasıl söylesem… Tam merkez noktası, iyi bak, gördüğün tüm noktaların tam ortasında duran nokta, tamam işte o nokta -geometrik nokta- onu göremezsin, boyutları yoktur; boyutları olmayan bir şeyse ne sağa gidebilir, ne sola, ne aşağıya, ne de yukarıya. Demek ki, dönmez. Anlıyor musun? Noktanın boyutları yoksa, kendi çevresinde bile dönemez. Kendisi bile yoktur…”
“Ama dünya dönüyor.”
“Dünya döner, ama nokta dönmez. İster hoşlan, ister hoşlanma, böyle bu. Tamam mı?”

umberto eco

1997 yılında yayımlanan Somon Balığıyla Yolculuk’ta okur Eco’yu farklı bir yönüyle parodi yazarlığıyla tanır. 1959-1992 yılları arasında kaleme aldığı ve kimi Küçük Günce başlığı altında yayınlanmış, kimiyse önsözde de belirttiği gibi, masasının çekmecesinde saklı kalmış hicivlerinden, parodilerinden ve günlük yaşamın sıradan görünen ayrıntılarını gülünçlü bir üslupla işlediği yazılarından derlenen bir kitap.

“Ertesi sabah hesabımı ödemeye gittim. Astronomik bir hesaptı. İki buçuk gün içinde birkaç hektolitre Veuve Clicquet, aralarında ender bulunan birkaç marka da dahil olmak üzere on litre çeşitli viski, sekiz litre cin, yirmi beş litre maden suyu (hem Perrier ve Evian hem de birkaç şişe San Pellegrino), UNICEF’in koruması altındaki bütün çocukları iskorbüt illetinden korumaya yetecek öl­çüde meyve suyu içtiğim, Dr. Kay Scarpetta’nın roman­­larında olsa kusmama yetecek kadar da badem ve fındık fıstık yediğim iddia ediliyordu. Durumu açıklamaya çalıştım, ama görevli, acı bir gülümsemeyle, bilgisayarın böyle söylediğine emin olmamı istedi. Bir avukat istiyorum dedim, bana bir avokado getirdiler. Yayıncım ateş püskürüyor ve benim iflah olmaz bir otlakçı olduğumu düşünüyor. Somonbalığım yenecek durumda değil. Çocuklarımsa ısrarla içkiyi azaltmamı istiyorlar.”

umberto eco istanbul

Umberto Eco, 2003 yılında yayımlanan Baudolino romanının da konusunu Hristiyanlıktan seçer, ama konuyu bir öğreti olarak değil, bir bulmaca çözer gibi ilginç bir gizle birlikte polisiye roman havasında vermektedir. Romanda Eco doğum yeri olan köyde, Alessandria’da çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Baudolino’nun serüvenlerle dolu yaşamını anlatır. Baudolino, bir aşk hikayesi, savaş meydanlarında ve katliamların ortasında yaşanan serüvenler, bugünün siyasi gerilimlerinin ve savaşlarının yansıdığı tarihi bir fresk, mükemmel denilebilecek bir cinayeti konu alan polisiye bir kurgu ve bir intikamlar kitabıdır.

“Şimdi, başlangıcı olmayan ve binlerce nehre dökülen, asla kurumayan bir kaynak düşünmeye çalış. Kaynak hep sakin, serin ve duru, oysa nehirler değişik noktalara doğru gidiyor, kumla karışıp bulanıklaşıyor, kayalar arasında sıkışıp boğuluyor, bazen de kuruyor. Nehirler çok acı çeker, biliyor musun? Bununla birlikte nehirleri ve en çamurlu akarsuları oluşturan sudur ve bu gölle aynı kaynaktan çıkar. Bu göl bir nehirden daha az acı çeker, berraklığı içinde, doğduğu kaynağı daha iyi hatırlar, böcek dolu bir bataklık gölden ve bir akarsudan daha fazla acı çeker. Ama bir biçimde hepsi acı çeker, çünkü geldiği yere geri dönmek ister, ama nasıl yapılacağını unutmuştur.”

umberto eco

2006 yılında yayımlanan Güzelliğin Tarihi’nde, güzelliğin farklı yönlerinin kusursuz tanımlamalarını yapıyor. Eski Yunan’dan günümüze doğru çıktığı zaman yolculuğunda “Güzellik nedir?” gibi güç bir soruyu cevaplamaya çalışan sanatçılara ve düşünürlere kitabında yer veriyor.

“Kalon, hoşa giden her şeydir, hayran bırakan, çekici olandır. Güzel nesne, en başta görme ve işitme olmak üzere, duyuları biçimiyle okşayan bir şeydir. Ancak duyularla algılanan bu özellikler, tek başına bir nesnenin güzelliğini ifadeye yetmez. İnsan vücudunda, gözden çok, zihin gözüyle algılanabilir nitelikler, ruhun ve kişiliğin niteliği önemli bir rol oynar. Buradan hareketle, güzelliğin ilk kavramından söz edebiliriz; ne var ki bu güzellik kendine özgü ve bağımsız olmayan, onu sergileyen çeşitli sanatlarla bağlantılı bir güzelliktir. İlahiler, kozmosun ahengiyle, şiirler insanları keyiflendiren sihirle, heykeller parçaların uygun ölçü ve simetrisiyle ve güzel konuşma doğru ritimle güzelliği ifade eder.”

umberto eco

Eco, 2009 tarihli Çirkinliğin Tarihi kitabında, her yönüyle çirkinliği anlatıyor. Kitapta Eco güzellik ve çirkinliğin farklı zamanlarda, farklı kültürlerde farklı algılandığını anlatıyor.

“Bir gökdelenin ya da bir uçağın patlamasından dolayı parçalanan vücutları görüyor ve yarın sıranın bize de gelebileceği korkusunu yaşıyoruz. Bu tip şeylerin sadece manevi anlamda değil, fiziksel anlamda da çirkin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunu hayatın aptalın biri tarafından anlatılan ses ve öfkeyle dolu bir hikayeden başka bir şey olmadığına inananların kaderciliğiyle kabul etsek bile, bu görüntülerin aynı zamanda şefkat, kızgınlık, isyan ve birlik içgüdüsü uyandırmaları gerçeğinden bağımsız olarak bizlerde tiksinme, korku ve iğrenme duyguları uyandırmalarıdır. Estetik değerlerin göreceliğiyle ilgili hiçbir bilgi, çirkinliği hiç tereddüt etmeden fark ettiğimiz gerçeğini değiştirmez; biz de bunu bir keyif objesine dönüştüremeyiz. Bu yüzden çeşitli yüzyıllarda sanatın niçin ısrarlı bir şekilde çirkinliği resmettiğini anlayabiliriz. Sanatın sesi ne kadar aykırı olursa olsun, bizlere bu dünyada amansız ve kötü şeylerin olduğunu sık sık hatırlatmaya çalışmıştır.”

umberto eco

2015 yılında yayımlanan son romanı Sıfır Sayı’da İkinci Dünya Savaşı, oradan da Faşist İtalya yönetimi zamanlarına doğru bir yolculuğa çıkıyor okuru. Roman da, Medya patronu Commendator Vimercate, Yarın adında bir gazete kurmaktadır. Fakat patronun asıl amacı gazetenin standart yayın yapması değildir. Bir sene boyunca sadece sıfır sayılar hazırlayıp bu yayımlanmamış nüshaları belli kişiler hakkında bilgilerle donatmaktadır. Böylece Vimercate, sıfır sayılarını birer şantaj aleti olarak kullanarak kendisi için siyasette yeni bir yol açmayı planlamaktadır. Başka bir deyişle patron kendisine siyasi arenaya giriş bileti çıkarmak peşindedir. Eco romanında yozlaşmış haberciliği, şantajın gücünü ve yönlendirici medyanın içyüzünü anlatıyor. Bize tanıdık geliyor olmalı…

“Bir kupür şahsın yıllar önce hız sınırını aştığı için ceza yediğini, bir başkası geçen ay izci kampını ziyaret ettiğini, öteki daha dün diskoteğe gittiğini yazar. Bu üç haberden yola çıkarak şahsın trafik kurallarını ihlal eden, aşırı hız yaparak içkili yerlere giden ve olasılıkla oğlan çocuklardan hoşlanan biri olduğu haberi yapılabilir. Gazeteler insanlara nasıl düşünmeleri gerektiğini öğretir. Sorun şu ki gazeteler haberleri yaymaya değil, örtmeye yarıyorlar.”

Kaynak
Bilgi Kimi Zaman Öldürücüdür, Gülün AdıBir Roman İncelemesi: BaudolinoUmberto Eco ve Kötülük Gazeteciliği


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir