12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye için bir kırılma noktası oluşturmuştu. TBMM’yi kapatan, yüz binlerce insanı gözaltına alıp yargılayan, 517 kişiye idam cezası veren, on binlerce kişinin işsiz kalmasına neden olan 12 Eylül… Hürriyet Yaşar’ın hazırladığı Bir Tersine Yürüyüş: 12 Eylül Öyküleri, Türkiye’de siyaset ve edebiyat ilişkisi bağlamında 12 Eylül’e ilişkin var olan yazınsal boşluğu doldurmayı amaçlıyor ve yirmi sekiz yazardan kırk dört öyküyü bir araya getiriyor. Yazımızı hazırlarken bu kitaptan yararlandık.
1. İnci Aral (1944 – ) – Ağrılı Kapısında Gecenin (Uykusuzlar), 2000
İnci Aral, Uykusuzlar adlı öykü kitabında, 12 Eylül 1980 sonrasının toplumda yarattığı çözülmenin ve bireylerde yarattığı tahribatın bireyin siyasi sosyal meseleler içinde giderek artan problemlerini dile getirir. İnci Aral, Ağrılı Kapısında Gecenin adlı öyküsünde 1980’li yıllarda yaşanan toplumsal sorunların aileye yansımasını anlatır. Anne on dokuz yaşındaki oğlunun siyasal düşüncelerini, yönelişlerini anlamak için onun okuduğu kitapları okur, arkadaşlarıyla tanışır. Bürokrat olan baba ise oğlunun fikirlerine saygı göstermez, karısını oğullarına yüz vermekle suçlar. Yaşananlar karı-koca arasındaki ilişkiyi olumsuz etkiler.
“Bıktım artık itilip kakılmaktan. Oğlunla ikiniz bana cephe aldınız. Beni düşman yerine koydunuz. Bilinçsiz, tutucu, gelişmeyecek bir aptal saydınız. İki yıldır yüzlerinizden akıyor bu küçümseme. İnsanlara uzak olmakla, gerçekleri görmemekle suçladınız beni. Üç beş kitap okudunuz diye dünyayı kurtarmaya kalkıştınız. Siz kimsiniz be! Sizin kendinize yararınız yok, nerde kaldı başkalarını kurtarmak. Bu evde benim yatağımda okudun o saçmalıklıkları, yırtıp atmalıymışım. Git bul oğlunu şimdi. Yat kalk dua et vurulup kalmadı bir yerde diye. Benim içim kan ağlamıyor mu? Hep söyledim bunları sana, uyardım, oğlan konuşmaya bile yanaşmıyor sana söyledim. Ama ne oldu? Hor görüldüm, alay edildim.”
2. Cemil Kavukçu (1951 – ) – Önlem (Temmuz Suçlu), 1990
Cemil Kavukçu’un Temmuz Suçlu’daki öyküleri, 1980’de yaşanan askeri darbe sonrasında insanların trajik yaşamlarına yöneltilmiş bir projektör gibidir. Bir huzursuzluğun ve iç çatışmanın ürünü olan bu öyküler, özellikle düzenle kavgası olan kesimin nasıl korkutulup sindirildiğini, ezildiğini ve akıl almaz bir kimlik bunalımına sokulduğunu küçük durum ve serüvenler çerçevesinde görüntüleyen metinlerdir. Önlem adlı öyküde de, sol siyasi ve ideolojik düşünceler korku sebebidir. Yasaklanmış ideolojik düşünceler temelinde gelişen korkunun insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisinin sonuçları anlatılır. Aranan ve yakalanmasının an meselesi olduğu şüphesini taşıyan kahraman anlatıcı Necati’nin korkusu, kendi ruh hali üzerinde yıkıcı bir etki oluşturur.
“Biz özgürlüğümüzü yitirmekten korkuyorduk. Hasta ziyaretlerini yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın biz bir ÖNLEM olarak kendi aramızda yasaklamıştık bunu. (…) Yalnızlığın kendine özgü sesleri vardır, bilirsin; bunlar kedilerin kulak duyarlılığını bile aşarlar. Ama biz duyarız, taa içimizde duyarız bu sesleri. Bunlar korkuyu besleyen, büyütüp geliştiren kaynaklardır. (…) Birahane, kahvehane ve benzeri yerlere gitmiyoruz: ÖNLEM! Sokaklarda dolaşmak da bize göre değil artık. Çünkü hangi sokakların yasak olduğu belirsiz. Kapandık. Gizlendik. Yok olduk. Yitirmekten korktuğumuz özgürlüğümüzü kendi ellerimizle boğduk. Nedeni: KORKU.”
3. Feride Çiçekoğlu (1951 – ) – Öylece (Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?), 1990
Sizin Hiç Babanız Öldü mü, 1980-1990 dönemini kapsayan on bir öyküden oluşuyor. Kokulardan, renklerden, seslerden yola çıkarak yapılan zaman geçişleriyle ve Feride Çiçekoğlu’nun mimarlık birikiminin getirdiği görsel bir dille işlenen bu öyküler, yitip giden fiziksel çevreden, tarihsel ve kültürel değerlerden, baskı ve işkenceye, açlık grevlerine kadar 80-90 döneminin gündemini oluşturan sorunları ayrıntı ve gözlem zenginliğiyle yansıtıyor. Anlatılanlar ne kadar trajik olursa olsun, yazar, ironik yanını hiçbir zaman elden bırakmıyor. Öylece adlı öyküde eski arkadaşlar Mehmet, Ömer, Aslı ve Suna Çiçek Pasajı’nda yemektedirler. Geçmişin bahsi geçmese de söylenen küçük bir söz Mehmet’i, Aslı’yı ve Suna’yı hapishanedeki işkence günlerine götürür. Öykü geri dönüşlerle şimdiki zaman ve geçmiş arasında gidip gelir.
“Ayakta uyunur mu? Hem de parmak uçların duvara dayalı? Uyunur be Ömer! Uyunurmuş. Düşüverirsin. Bir anlık düşünden tekmelenerek uyanırsın. Öyle yeşil çayırlar, mavi gökler filan da görmezsin düşünde. Döşeksiz bir hücre görürsün yalnızca. Götürseler, hücreye götürseler. Yatıversem beton zemine. Uyusam, bir anlık uyusam. Bir uyuyabilsem… Tam bir hafta. Bekletmişlerdi böyle. Geldiler sonra. Kaç kişiydiler? Bilmiyorum. Bir şeyler konuştular aralarında. “Atın hücreye, biraz kendine gelsin. Geberip gidecek elimizde” dedi biri. Gittiler. İçlerinden biri geri dönüyor. “Yürü lan!” diyor. Anahtar şakırtısı. Hücreye götürecekler. Hücre… Uyku!”
4. Oya Baydar (1940 – ) – Çantan Neden Ağır Postacı (Elveda Alyoşa), 1991
12 Eylül 1980’den kısa süre önce yurtdışına çıkan Oya Baydar, 12 yıl sürgünde kalmıştır. Bu öykü kitabında, yazarın askeri darbeden sonra yurt dışında geçirdiği 12 yıllık sürgün hayatı sırasında edinilmiş anıları, izlenimleri, gözlemleri yer almış. Fethi Naci’nin deyişiyle, Oya Baydar’ın bu ilk öykü kitabı Elveda Alyoşa’da yer alan çeşitli öykülerden topladığı bazı tümceler ve anlatımlar, yazarın sosyalist geçmişiyle köklü biçimde hesaplaşarak, geçmişinin o yönünden tümüyle ve kesin olarak koptuğunu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla, burada Alyoşa’ya söylenen elveda, özünde erki süreklileştiren bir ideoloji olarak sosyalizme söylenmiştir. Çantan Neden Ağır Postacı’da, bir siyasi kaçağın Almanya’da geçen günlerinde Türkiye’ye dönük ilgisini, özlemini anlatır.
“Postacı, bugün yirmi yılı getirdi çantasında. Kapı kalabalıktı. Hayır, Frankfurt’taki evin kapısı değil, Fatih kongresinin yapıldığı salonun kapısı. Kapıdan içeri sokmak istemiyorlardı seni. Kızıl pazıbentli ve merkez destekli genç koruyucuların gözünde haindin o zamanlar. Saygın konukların değişmez yeri olan ön sıra koltuklardan izliyordun olup bitenleri. Delikanlılığını hiç yitirmeyeceğini sandığım yüzün kararsız ve solgundu. Doğru nedir? Yanlış nerede? Tam bilmiyordun. Dünkü dostlar, yoldaşlar neden bugün düşmandır? Tam bilmiyordun. Direnmek mi, dönmek mi gerek? Tam bilmiyordun. Orada, o bodrum katındaki kongre salonunda doğru neydi, yanlış neydi? İnanç neydi, ihanet neydi? Tam bilmiyordun. Postacı, yirmi yıl önceki hayallerimizi, inançlarımızı, yenilgilerimizi ve hiç sönmeyeceğini sandığımız umutlarımızı taşıdığını bilmiyordu çantasında. Türkiye gazetelerinin, dergilerinin zamanı, mekanı aşan sihirli gücünün farkında bile değildi.”
5. Erendiz Atasü – Hüzün (Lanetliler), 1985
Erendiz Atasü’nün ikinci öykü kitabı olan Lanetliler’de sekiz öyküde değişik yörelerden insanların yaşantıları anlatılmıştır. Erendiz Atasü Lanetliler’i yayınladığında, ülkemiz askeri darbeyi geride bırakmıştı. Hüzün, siyasi bir vurguya sahiptir ve bu dönemi anlatmaktadır. Siyasi olarak aktif olan erkek arkadaşı tutuklanan ve bunalım geçirmekle kalmayıp aynı zamanda hayatın anlamını da yitiren bir kadının bakış açısından aktarılmaktadır. Atasü’nün tüm öykülerinde kadın karakterler hep ön plandadır.
“Hapsolmak, bazı şeylerden yoksun bırakılmaksa eğer, hapsolmak özgürlüğünü yitirmekse, ben de hapisim, evimin 85 metrekaresine, iş yerimin 25 metrekaresine, evimle işim arasındaki otobüs yolculuğunun soluk almaya izin vermeyen tıkış tepişliğine yargılandım… Suçum nedir? Kadın olmak, genç olmak, yalnız olmak, parasız olmak…”
6. Ahmet Ümit (1960 – ) – Pezevenk (Çıplak Ayaklıydı Gece), 1992
Ahmet Ümit, ilk öykü kitabı Çıplak Ayaklıydı Gece’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesi ve sonrası yılların atmosferini tanıklık ve anılarına da dayanarak anlatıyor. Pezevenk adlı öyküsünde, önce polis olduğundan kuşkulanılan bir arkadaşlarının, sonra da öykü karakteri olan devrimci karı kocanın evlerinin sokağında sürekli dolaşan bir adamın yarattığı kaygıyı yansıtır. Öykünün sonunda, kuşkulanılan arkadaşlarının polis olup olmadığı tam açıklığa kavuşturulmaz, ama evin sokağında dolaşmasıyla, önemli örgütsel belgelerin sobada yakılmasına neden olan kişinin, sokakta işini yapan bir kadın satıcısı olduğu açıklanır.
“Harekete çok küçük yaşlarda katılmıştı. Taparcasına sevdiği bir abisi vardı. Onu, abisinin kitapları tanıştırmıştı devrimcilerle. Çocukluktan gençliğe geçer geçmez de, abisi gibi derneklerde, mitinglerin ön sıralarında boy gösterir olmuştu. Artık hemen hemen her eylemin kadrosunda yer almaya ve gençlik örgütünün üst sıralarına doğru basamakları coşkuyla birer ikişer tırmanmaya başlamıştı. Bu durum darbenin ikinci yılında bir sabah evleri basılıncaya, abisiyle birlikte gözaltına alınıncaya kadar sürmüştü. İçeride abisini kötü hırpalamışlardı. Sinan’a fazla işkence yapmamışlar, ama aynı hayvanca korkuyu o da duymuştu. Aradan üç yıl geçmesine karşın, yaşadığı o korkunç günleri tutuk bir dille gözleri dolarak anlatmıştı bana: “Sürekli onun sesini duyuyordum, ilk gün ‘Sık dişini, biraz daha dayan’ diyordum ona içimden. Üçüncü gün ‘Artık bitsin bu kabus’ demeye başladım. Kendime açıkça itiraf edemesem bile, ‘Konuşsa da kurtulsa’ diye düşünüyordum. Ve konuştu. Onu tutukladılar. Beni ise Selimiye’den serbest bıraktılar.”
7. Feyza Hepçilingirler (1948 – ) – Çiçekli Dallar Kıyımı (Eski Bir Balerin), 1985
1986 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı alan Eski Bir Balerin adlı öykü kitabında, kadın, yalnızlık, unutulmuşluk eksenindeki öykülerinde kadın duyarlılığı ve inceliğini anlatır. Kimi öykülerde kahraman erkek olsa da asıl öykü kadınlar çevresinde döner. Feyza Hepçilingirler’in hemen hemen bütün hikayelerinde kadın hakimiyeti görülür, kadınlar, hikayelerin genelinde doğrudan etkilidirler. Çiçekli Dallar Kıyımı adlı öyküsü, emekten, aydınlanmadan yana bir öğretmenin, görevden atılmışlığın bunalımını ve direncini birlikte yansıtır.
“Karım sesleniyor içerden. Bu kadın bu kadar iyi olmasaydı ne yapardım? Benim evde olmama alışamayacak diyordum; bak alıştı işte. Beni unutur bu odada, yokmuşum gibi davranır diyordum; bak unutmamış işte. Ne ‘Çocuklarla ilgilen’ diye söyleniyor, ne de ‘İş bul’ diye. (…) Derim ki çocuklara: Öğretmen olursanız yarın, kimi şeyleri iyi belleyin. Sürülebilirsiniz, aşağılanabilir, aç bırakılabilirsiniz…”
8. Osman Şahin (1940 – ) – Kolları Bağlı Doğan, 1988
Osman Şahin’in Kolları Bağlı Doğan öykü kitabının tamamı hapishane ve gözaltında geçen hikayelerden oluşur. 12 Eylül’de 1.5 yıl hapis yatan Şahin bu kitapta gördüğü, yaşadığı, tanık olduğu olayları yazmıştır, toplumcu edebiyat anlayışına bağlılığını en çok bu hikayelerde gösterir.
“Özünde öyküleştirilmiş bir 12 Eylül belgeselidir Kolları Bağlı Doğan. Kitabın yazılışı bile başlı başına bir macera. Görüp yaşadıklarım, başka cezaevinden naklen gelenler, sevk edilenler, işkence görenlerle konuşuyor, notlar tutuyordum. Cuma günleri jandarma bütün koğuşlarda iğneden ipliğe arama yapar, yazılı kağıtları alır götürürdü. Ben de peçete kağıtlarının katlarını ayırdım, her kağıda kurşun kalemle, kağıdı deldirmeden usul usul yazdım. Sonra peçete kağıtlarını avucumda nohut gibi top yapıp, sakladım. Görüş günümde onları eşime, kızıma verir, ‘Bunları cam kavanozlarda saklayın, çok önemlidir’ dedim. Cezaevinden çıkınca, altı yedi kavanoz dolusu kağıt topu birikmişti. Büyük bir sabırla onları açarak, numaralandırarak temize çektim, düzelttim. Kolları Bağlı Doğan, işkencenin sayfalardaki dolaşımıdır.”
“Büyük dedeniz, “Yahu ne yaptın sen? Benim bin bir emekle besleyip büyüttüğüm kuşlarımı nasıl boşandırır salarsın?” diye çıkıştı konuğuna. Adam bilge, sakin birine benziyordu. Sinirlenmedi hiç. Bıçağını kınına koydu. Mendiliyle, kanayan elinin yarasını silip sardıktan sonra, dedenize döndü. “Bey bey” dedi, “Bir kuş düşün ki, elleri ayakları bağda esirken bile, kendini esir alan insanoğluna asla yalvarmıyor, yaltaklanıp pusmuyor. Aksine saldırıyor. Görmüyor musun ki, bu kuşlar mağrur, yiğit, cesur kuşlar. Böylesi kuşları kolları bağda esir tutmak senin şanına şan katmaz. Hele hele insanlığa hiç yakışmaz. Günahtır,” dedikten sonra atına atladı. Bir acı kahvemizi bile içmeden dörtnal oldu, sürdü gitti. Dedeniz fena bozuldu. Ne diyeceğini bilemedi. Bakakaldı giden konuğunun ardından. Bir daha da doğan kuşu beslemez oldu.”
9. Özcan Karabulut (1958 – ) – Gecedeki Sevgili (Hüzünle Bazı Günler), 1990
Hüzünle Bazı Günler’de, 1980-88 yılları arasında yazdığı öyküler var Özcan Karabulut’un. 80 öncesinin çalkantılı, huzursuz döneminin, tutuklanmalarının, genel grevlerinin, ölümlerinin, 80 sonrasının da karanlık ortamını yaşamış bir gençliğin, 78 kuşağının bir bireyi Özcan Karabulut. Buradaki öykülerde de sıkıntılarla, umarsızlıklarla yoğrulmuş yılların izdüşümleri var; aşklarını bile ürkerek, yarım, eksik yaşamış bir gençliğin, kırık umutların, umutsuz bekleyişlerin insanlarının yaşamlarından birer kesit. Gecedeki Sevgili darbeyle gelen yeni dönemin getireceği, engelli, yasaklı, ayrılıklı, ölümlü yaşama içsel bir tutunma hazırlığı gibidir.
“Dışarısı karanlık. Yıldızlar ölümcül uykularında. Her tarafta sıkıntı, korkulu bir bekleyiş kol geziyor gündelik yaşamımız değişti, biliyorsun tabii. Duygularımızı, düşüncelerimizi içimize bastırıyor, birbirimize güzel bir şeyler söyleyemeyip, akıl almaz işlere veriyoruz kendimizi. İhbarcılarımızı izliyor, itirazlarımızı saklıyoruz. İsyanımız kendimize!”
Kaynak
12 Eylül ve Öyküleri Üzerine, 1980 Sonrası Türk Öykücülüğünde Cemil Kavukçu ve Temmuz Suçlu Adlı Öykü Kitabının Tutunamayan Karakterlerinde Kimlik Bunalımı, Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?, Dilsiz Yara: Feride Çiçekoğlu’nun Yapıtlarında İşkence ve Travma