Menu

100 Temel Eser ve Eserlerden Alıntılar



Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2004 ve 2005 yıllarında ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerine okumayı tavsiye ettiği 100 temel eser seçkisi, öğrencilere okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaya yönelik önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.

Bu seçki, eğitim ve bilim çevrelerinde tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Seçkinin başında yer alan kitap sayısının 100 ile sınırlandırılması ve seçkideki kitapların klasik özelliği taşımadığına dair görüşler
  • Hazırlık aşamasında komisyona alınan kişilerin değişmesi ve her kesimden kişinin seçilmemesi
  • Ölmüş yazarların eserlerine yer verilip yaşayan yazarların eserlerinin seçkiye alınmaması
  • Yerli ve yabancı eserlerin eşit olarak seçilmemesi
  • Bazı kitap içeriklerini günümüz çocuklarının ve gençlerinin hayatına benzerlikler taşımaması
  • Seçme (örneğin Mesnevi’den seçmeler) ve sipariş (seçme nitelikteki tekerleme, atasözü, deyim, türkü) usulü yayımlanan kitaplarda, seçilen derlemelerin siyaset ve inanç açısından kötüye kullanılabileceği endişesi
  • Çeviri kitaplardaki dil ve içerik hataları
  • Dil ve içerik açısından çocukların duygu ve düşünce sağlığını bozabilecek eserlere yer verilmesi (Keloğlan, Gulyabani, Tiryaki Sözleri vb.)

1. Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk

Nutuk, yazıldığı dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası Genel başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün yerli ve yabancı basın mensuplarının da katıldığı, partinin 2. yılı olan 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında, kendisinin ve silah arkadaşlarının faaliyetlerini özetleyen konuşmasının yaklaşık 900 sayfalık bir kitap olarak yayımlanmış halidir ve Yeni Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir.

“Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.”

2. Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib

Kutadgu Bilig, mutluluk veren anlamına gelen, Mesnevi nazım biçimiyle yazılmış 6645 beyitlik bir siyasetnamedir.

İnsan gönlü dibi olmayan bir deniz gibidir; bilgi onun dibinde yatan inciye benzer.
İnsan inciyi denizden çıkarmadıkça, o, ister inci olsun ister çakıl taşı fark etmez.
Kara toprak altındaki altın, taştan farksızdır, oradan çıkınca beylerin başına tuğ tokası olur.

3. Dede Korkut Hikayeleri, Anonim

Dede Korkut hikayeleri, Oğuz Türkleri’nin bilinen en eski epik destansı hikayeleridir.

Beri gel başımın bahtı evimin tahtı
Evden çıkıp yürüdüğünde selvi boylum
Topuğunda döklüm döklüm kara saçlım ,
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
İki badem sığmayan dar ağızlım
Kavunun yemişim düvleğim
Görüyor musun neler oldu.

4. Yunus Emre Divanı – Seçmeler, Yunus Emre

Divan, bir şairin şiirlerini belirli bir düzen içerisinde barındıran eserlere verilen addır.

Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler
Üzerinde, türlü otlar bitenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler

5. Mesnevi’den Seçmeler, Mevlana 

Mevlana 6 ciltlik Mesnevi’sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine eklenmiş hikayeler halinde anlatır. Mesnevi, her beyitin dizelerinin kendi arasında uyaklı, aruz vezninin kısa kalıplarıyla yazılan divan şiirinin en uzun nazım biçimidir.

“Ümitsizlikten sonra nice ümitler var… Karanlığın ardında nice güneşler var! Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu. Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz… Biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Allah’ya teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir.”

6. Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler

Nasreddin Hoca, Anadolu Selçukluları döneminde Hortu ile Akşehir ve çevresinde yaşayan, hazırcevaplığıyla tanınan efsanevi kişi.

“Nasreddin Hoca eşeğiyle ormandan çıkarken, memleketin sultanı atıyla avdan dönmektedir. O sırada Nasreddin Hoca’yı gören at ürküp, sultanı yere atar. Sultan, Nasreddin Hoca’yı uğursuzluk getirdiği için cezalandırmaya kalkınca, uyanık ve hazırcevap Nasreddin Hoca: “Asıl siz uğursuzsunuz. Sizin yüzünüzden kellem gidecek.” diyerek hayatını kurtarır.”

7. Divan Şiirinden Seçmeler

Divan şiiri, Arap, Fars Edebiyatı etkisinde, aruz vezniyle yazılan, aşk, ayrılık, hasret, ölüm, doğa sevgisi gibi konuları işleyen şiirlerdir.

Nice teşbîh olunsun erguvâna rûy-ı gül-gûnun
Anun hüsnü sebük-rev rengi ammâ dâ’imâ bûnun

Nedim

Günümüz Türkçesi:
Onun güzelliği çabuk giden renk, ama kokun sürekli.
Gül renkli yüzün nasıl erguvana benzesin.

8. Halk Şiirinden Seçmeler

Halk Edebiyatı kapsamına giren şiirlerde, mani, türkü, koşma, destan, koçaklama, ağıt, taşlama, semai, varsağı, ilahi türleri yer alır. Ozanı bellidir ya da anonimdir.

Gel Hakka olma asi
Ta gide gönlün pası
Dört kitabın ma’nîsî
Var edeb öğren edeb
Gaflet içinden uyan,
Edebsüz olma iy cân
Edebdür asl-ı îmân
Var edeb öğren edeb

Kaygusuz Abdal

9. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden Seçmeler

“Ol ne diyârdır, derler; sovukdan “Ere zulüm” olan Erzurûm’dur, der. “Anda yaz olduğuna râst geldin mi”, derler? Derviş eydür: “Vallahi on bir ay yigirmi tokuz gün sâkin oldum, cümle halkı yaz gelir derler, ammâ görmedim”, der. Hatta bir kerre bir kedi bir damdan bir dama pertâb ederken mu‘allakda donup kalır. Sekiz aydan Nevrûz-ı Harzemşâhî geldikde mezkûr kedinin donu çözü- lüp mırnav deyüp yere düşer.”

10. Kerem ile Aslı

“Kerem de Aslı’nın peşinden yola düşer. İşte, Kerem’in sevdiği kızın ardınca bütün Anadolu’yu baştanbaşa gezmesi böylece başlar. Kerem, sadık arkadaşı Sofu, omzunda sazı ile bir aşık olmuştur. Bazı defa nehirlere, dağlara, kayalara, dağlardaki hayvanlara derdini döker; yolunu bağlayan karlı, boranlı bellerden yol ister. Onun önüne çıkan engeller, bir defa inkisarına uğradılar mı iflah olmazlar.”

11. Sergüzeşt, Sami Paşazade Sezai

“Ud çalan kız bir genç güzel paşayı sevmekte, paşa da kendisine ispat-ı muhabbet eylemekte iken bu küçük mesele-i muhabbet hanımı tarafından haber alı­ narak satıldığını şimdi esirci evlerinde bir paşanın derdiyle ağlamak ne kadar müessir olduğunu teessüratından titrek bir sesle anlatıyordu. Mahcubiyet ile önüne doğru bakarak kendisine de hanımına da hak veriyor, fakat kocasının bir hatasından dolayı ceza olarak beni satmalı mıydı, diyordu.”

12. Mai ve Siyah, Halit Ziya Uşaklıgil

Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız [talihsiz] ömür!.. Bir bârân-ı elmas altında inkişaf ederek [belirerek] şimdi bârân-ı dürr-i siyahın altında gömülen o emel çiçekleri!

13. Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç, Hüseyin Rahmi Gürpınar

Bir konferans daha verirsen üzerine okunmuş kırk bir çörek otu dikeceğim. O kadar kadının içinde kem gözlüsü de bulunur. Belki sana nazar değiverir. Allaha emanet evlatçığım. Maşallah, bülbül gibi söylüyorsun. Rabbim bağışlasın. Baban yok. Bir daha senin gibisini ben nasıl doğurabilirim ?

14. Şehir Mektupları, Ahmet Rasim

Her gece Beyoğlu‟nda gezdiğim halde Tokatlıyan’a –yazın Kalendere gider gibi- haftada, iki haftada bir gidiyorum…hele Cuma, Pazar günleri ön pencerelerden birini kapıp da bir sade kahve içip öğleden akşama kadar piyasayı seyrettiniz mi? Ömür! fakat Tokatlıyan bu ömr-i temâşâkârâneyi sevmez zannederim.

15. Çağlayanlar, Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Kartal bu yumuşak ve pembe tenli avı pençesinde sıkarak yükseldi, yükseldi, ulu Karadağ’ın arak tarafına geçti. Onu bir kayanın tepesine bırakmak istedi. Fakat çocuk bir çalılığın arasına düştü. Tam bu sırada fidanların altında bir dişi arslan da iki yavru doğurmuştu. Kartal arslanı görünce avının etrafında, havada birkaç defa dolandı, süzüldü.

16. Hikayelerden Seçmeler, Ömer Seyfettin

“Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda “Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “Heya, mola” naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.”

17. Safahat, Mehmet Akif Ersoy

Safahat, görünüşler, manzaralar demektir.

Başlattığı gün mektebe, duydum ki, diyordu,
Rahmetli babam “Adem olur oğlum ilerde?
Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu…
Ademliği geçtik! Paşalık olsun, o nerde?

18. Bize Göre, Ahmet Haşim

Hiç bir şey lisan kadar bir ağaca benzer değildir. Lisanlar – tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebi bir metni okuyorken, daha düne kadar canlı bir manası olan melek kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir lâfız haline geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi türkçede soğuk bir naaştan başka bir şey değildir.

19. Eğil Dağlar, Yahya Kemal Beyatlı

Yahya Kemal’in Kurtuluş savaşı yıllarında yazdığı yazıların bir araya getirilmesi ile oluşmuştur.

Şimdi elinizde Osmanlı Saltanatının fedakârca bekleyen bir Türk milleti ve Türkleşmiş bazı unsurlar var. Saltanatınızı bu millete ve bu unsurlara medyunsunuz. Size desem ki yalnız Türk ve Müslüman bir Türkiye kalsanız ve bu yeni vatan yeni Almanya ve yeni İtalya gibi yeni esaslar üzerine kurulmuş eski bir saltanat olacağınıza yeni bir devlet olsanız! Lâkin gaye-i hayâlinizce rencîde olursunuz. Tarihin en müsbet bir netîcesi atalar tesirini gideremez. Siz Türkler Avrupa toprağına ordularla girdiniz ve adım adım çekileceksiniz. Lâkin zannederim ki Türkler de er geç derslerimde gördüğüm genç Bulgarlar, genç Sırpların milliyet derdine tutulacaksınız.

20. Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı

Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa… (Eylül Sonu)

21. Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar
Hislerimizin hudutsuzlukları, hülyalarımızın sonsuzlukları sanki bu fani seslerin kısacık vücutları ve varlıkları içine sığmış ve girmiş gibi onlar bize güya hislerimizin bütün hazinelerini veriyor, onlar bizden güya hislerimizin bütün hazinelerini alıyordu. Zaman ile de bu mucize daha genişliyor, dinleyenler bilinmez nasıl tatlara erişerek bu hanende seslerinde ve saz nağmelerinde bütün yazı, Boğaz’ı, geceyi ve mehtabı olduğu gibi, sevdikleri hayatı ve hayattan daha çok sevdikleri sevgililerini de bulup duyuyorlar ve bu sesleri dinledikçe bütün sazdan, Boğaz’dan, geceden ve mehtaptan yapılmış bir iksir içmiş gibi oluyorlardı.

22. Diyorlar ki, Ruşen Eşref Ünaydın

Fuzulî, Fuzulî; hâlâ da, bugün de Fuzulî… Ve Nedim. Bunların ikisi arasında o kadar fark vardır ki; birisi aşk ve sevdada derin… Ötekini de şuhluğundan, şakraklığından severdim belki… Fakat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim… Şeyh Galib’i de çok sevdim. Ee… O zamanların edebiyatı bu idi.

23. Kiralık Konak, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Bu saate kadar askerliğin ölümle bir münasebeti olduğu hiç hatırına gelmemişti. Kendini alelade yorucu bir işe ve bir angaryaya çatmış zannediyordu. Meğer bu iş ne mehabetli ve bu angarya ne büyük bir şeymiş! Hakkı Celis giydiği asker esvabının içinde ilk defa olarak bir kahraman gururunu hissetti; (…) Hayatın hangi gayesi bir cenge doğru gidişten daha yüksekti? Bahusus onun gideceği cenk, cenklerin en büyüğü, bir cihan cengiydi. Böyle bir cenkte küçük bir zabit olmak, o eski orduların başında bir serdar olmaktan daha ehemmiyetli değil miydi.

24. Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalan gerçek!… Boz toprak dalgaları, alabildiğine uzuyor. Yeknesak ovayı ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli bir zelzelenin açtığı bir uzun, bir yılankavî yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Tâ yanına gittiğiniz zamanda bile, o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır.Ve tepeler… Ve tepeler, birer urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği âlem, ancak, bu ızdırap manzarası ile canlı görünür. Boş ve lüzumsuz feza içinde, hiçbir kuşun geçtiğini görmedim.

25. Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Hayatın aşağı tabakalarda insanları kasıp kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları burasını tutmuyordu. Burada maneviyat itibarile de durgun, tahavvülsüz bir hava, karları lapa lapa yağan, sakin bir dağ havası vardı. Köylerinde ahali apaçık, kaç göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada kadınların bir gözünü görmek imkânsızdı. Gelin bir evde kayın babasından kaçar, güvey baldızının yüzünü tanımazdı. Sazsız sözsüz, düğünsüz, derneksiz bir felaket hayatı geçiriyorlardı. (Yatık Emine)

26. Gurbet Hikayeleri, Refik Halit Karay

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce titriye titriye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbir arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.” Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici döküldüğünü duydu. (Eskici)

27. Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar

Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal. Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman sokakları… Köşenin başında durup bakarsınız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil…

28. Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar

Bu ev, Ihlamur’a giden uzun caddeye inen, birbirine muvazi dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kâgir konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Saray’larını görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin mavi sularına bakar.

29. Anadolu Notları, Reşat Nuri Gültekin

Şarka yakın bir vilayetteyim. Penceremin karşısında bir şekerci dükkânı var. Sokakta dolaşan birkaç çocuğun bir aralık bu dükkânın önündeki süprüntüleri eşelemeğe başladıklarını görüyorum. Hava son derece soğuk, çocukların ayakları çıplak, sırtlarında bir gömlekten başka bir şey yok. “Zavallılar galiba fıkaralıktan çörek filan kırıntıları arıyorlar” diyorum.

30. Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin

Şahap Efendi’nin getirdiği kutu, bavulumun üzerinde duruyordu. Ne olduğunu merak ederek açtım. Bir kutu fondan… Benim dünyada en delicesine sevdiğim şey. Küçük katibin hediyelerinden birini dudaklarıma götürdüm. Fakat birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Niçin böyle ağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime söz anlatmak istedikçe gözyaşlarım artıyor, göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçare şekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyu yakaladım, kamaranın minimini penceresinden denize fırlattım.

31. Çankaya, Falih Rıfkı Atay

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı vakit durum kötüdür. Çerkez Ethem ve Demirci Efe çeteleri batıda daha gelecek ay harekete geçecekler. Yunan yürüyüşünü aksatıcı bir dayatma henüz yok. İtalyanların Konya’da, Antalya’da, Akşehir, Fethiye, Afyon, Marmaris, Burdur, Bodrum, Milâs, Bucak ve Kuşadası’nda askerleri var. Sanki barış olup da nüfuz bölgelerinde iş görmeye sıra gelmiş gibi Antalya – Burdur – Bolvadin demir yolu için uzmanları ilk çalış- malar üzerinde. Fransızlar Kilikya’da ve güney bölgelerimize yerleşmekte. Rumlar nisbetsiz azınlıklarına rağmen Sivas vilâyetinin Amasya ve Tokat gibi sancaklarında bile yirmi bir çete ile harekete geçmişler.

32. Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay

istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: – Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: – Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?

33. Han Duvarları,  Faruk Nafiz Çamlıbel

Bu gelen, bir yuvasız kuş gibi pervasızdı;
Bu gelen köylü, sesinden tanıdım, bir kızdı.

Sanki vurmuş da onun bir kara sevdâ başına,
Kahramanlar gibi yalnız çıkıyor dağın başına,
Ne uzun yol yürümüş hâli, ne yorgunluk izi…
Saçının rengi bakırdandı, bakırdan derisi. (Kızıl Saçlar)

34. Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet

Haydarpaşa garında 
1941 baharında 
        saat on beş. 
Merdivenlerin üstünde güneş 
                                            yorgunluk 
                                                        ve telaş. 
Bir adam 
        merdivenlerde duruyor 
                  bir şeyler düşünerek. 

35. Suyu Arayan Adam, Şevket Süreyya Aydemir

Milletimizin adı bize malum mu? Türk müyüz yoksa Osmanlı mı? Vatanımız nerede başlıyor, nerede bitiyor? Anadolu’dan daha büyük olan ve şimdi her sınırında şu beğenmediğimiz Anadolu çocukları, çarpışan o Arap çölleri acaba vatanımız mı, yoksa değil mi? Bu suallere biz hangimiz cevap verebiliriz? Vatanımız Türkiye mi, yoksa hayalimizde yaşattığımız Turan mı? Bunun cevabı nedir?

36. Ayaşlı Ve Kiracıları, Memduh Şevket Esendal

Allahın bildiğini kuldan ne saklayayım. Bana sorsanız, ben artık kadın kalmadı, diyorum. Niçin mi? Şimdiki kadınların hepsi birer erkek Fatma! Sokak bunlar için kalem bunlar için tiyatro, sinema bunların. Gitmedikleri neresi var? Amma kabahat kimde? Gene erkeklerde.

37. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa

Bahçe. Parlak bahar güneşi. İçerinin renklerinden ve kokusundan birdenbire ayrılan tatlı bir parlaklık, çamların yeşili ve taze bir tabiat kokusu. Uzakta, çamların altında, beyaz entarili hastalar derinliklere doğru gitgide küçülen, yumuşak hayaletleriyle uzanmış, güneşleniyorlar. Koğuşlardan birinin penceresinden hasta bir çocuğun söylediği türkü geliyor. Kumlu yolda yürüyen ayakların çıtırtısı. Ve her an çamların karaltıları arasında ansızın beliren bir beyazlık. Her gidişimde hastahanelerin bahçeleri bana hüzün verirdi.

38. Fatih Harbiye, Peyami Safa

Neriman düşündü ve bir anda şarklıların kedileri ve garplıların köpekleri niçin bu kadar sevdiğini anladı. Hıristiyan evlerinde köpek ve Müslüman evlerinde kedi bolluğu şundandı: Şarklılar kediye, garplılar köpeğe benziyorlar! Kedi yer içer, yatar, uyur, doğurur, hayatı hep minder üstünde ve rüya görüyormuş gibidir; lapacı tembel ve hayalperest mahlûk, çatışmayı hiç sevmez. Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar; birçok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır.

39. Türkçe’nin Sırları, Nihat Sami Banarlı

Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili; bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek… Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek… Dilin, böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak…

40. Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaklili, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nisbetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır. (İstanbul)

41. Sahnenin Dışındakiler, Ahmet Hamdi Tanpınar

Kahvedeki halkın yüzünü gördün. Onların hepsi hayatlarının ıstıraplarında güzel ve büyüktür. Kendi küçük hesaplarında küçük ve biçaredir. Her zaman herkes için olduğu gibi. Fakat şimdi hiçbirinde ümit dediğimiz şey yok. Hepsini tereddüt kemiriyor. Onları bu kurttan kurtarmak istemez misin? Ama Nâsır Paşa arada yanacakmış… Ne yapayım? Mesele tek insan meselesi değil… Beni iyi dinle! Büyük, çok büyük hâdiseler olacak.

42. İbrahim Efendi Konağı, Samiha Ayverdi

İbrahim Efendi’nin konağında da ramazana giriş, şehrin mutad görenek ve geleneğine uygun çizgiler içinde cereyan ederdi. Sıra sıra beş altı leğenin basında güle şakalaşa köpüklü sularda güreşen genç halayıklar, sabahın erken saatlerinde başladıkları çamaşırı akşama doğru bitirip işten çıkınca, çamaşıra girmemiş kapı yoldaşları onları bir tarafa çekerek günlük işlere sokmaz, sıcak su içinde pembeleşip yumuşayan ellerine, mevsimine göre şerbet, limonata vererek ya da önlerine tepsi tepsi kuru yemiş getirerek ikram ederlerdi.

43. Çile, Necip Fazıl Kısakürek

Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

44. Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali

Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde, memnun olmaya çalışmıştı. Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkansızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu, hapsedildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?.. Niçin? Kimin için?..

45. Bütün Şiirleri, Ahmet Kutsi Tecer

Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana: Nerdesin? (Neredesin)

46. Şiirler, Ahmet Muhip Dıranas

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyle gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima. (Olvido)

47. Dostlar Beni Hatırlasın, Aşık Veysel

Aşık Veysel, halkça düşünüp konuşuyor. İşte yeni Türk şairlerinin, çok başka yollardan gelip halk şiiriyle ve Veysel ile buluştukları nokta da budur. Hem halktan hem kendinden olma; hem düpedüz Türkçe hem de kendince konuşma; kaybolmadan kaynaşma, çokluğa katılma.

48. Bütün Şiirleri, Orhan Veli Kanık

Giderayak
Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığında hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icat ettik,
Avunamadık
Yoksa biz…
Bu dünyadan değil miydik?

49. Otuz Beş Yaş, Cahit Sıtkı Tarancı

Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

50. Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir

Burada on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdayan kocaman bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi.

51. Eskici ve Oğulları, Orhan Kemal

Sertçe baktı babasına. Babasının on sekiz yaşında, küçük bir modeli. Babasına hatırlatan püskül kaşları hırsla çatıldıysa da, karşısında oturan ağası masanın altından ayağıyla ayağına gene hafifçe bastı. Ağası ne babasına benziyordu, ne de kendine. Uzun boylu kupkuru, kavrulmuş… Saygısı sonsuzdu ona. “Çemkirme babana sakın!” demek istediğini anlamıştı. Anlamıştı ama, kendi çemkirmiyor, saygıda kusur etmiyordu da ne oluyordu?

52. Kayıp Aranıyor, Sait Faik Abasıyanık

Önemli olan kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır. O zaman insanlık denilen şey kafasını kaldırır: “Durun bakalım,” der, “Biz de varız.” Onun, insanlığın terazisi içinde teker teker tartılan kıymetler ancak kötülüğün silahlarını düşmanca değil dostça, elinden alır. Ancak böylece iyiler ve iyilik dünya yüzünde manasını bulur, masallardaki gibi yüz yıllarda muammer olur.

53. Hikayelerinden Seçmeler, Sait Faik Abasıyanık

Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havalı isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robenson Kruzoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. (Haritada Bir Nokta)

54. Aganta Burina Burinata, Halikarnas Balıkçısı

İçine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, bir günceğiz olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayamamak ve böylece dünyadan defolup gitmek de Allah’ın emri değil a!

55. Cemo, Kemal Bilbaşar

Cemo’yu ben büyütmüşüm. He vallaha. Anasız büyütmüşem hemi de onu. Kör etmemişem, topal etmemişem. Dişi kurt kimi yavuz ceyran, kimi tez ayak etmişem. Gözüm gibi korumuşum, sözüm gibi sakınmışım. Anasından yadigar idi bana.

56. Kalpaklılar, Samim Kocagöz

Efelik, mefelik bir yana bal gibi eşkıyalık ettim. Gençlik, cahillik işte. Gelgelelim bizim eşkıyalık kitabında bile bu çeşit namussuzluk, ırz düşmanlığı yoktur. Büyük kabadayı efem Çakırcalı’nın, çok sevdiği kızanını kendi elceğiziyle bir kurşunda nasıl devirdiğini bilir misin? Deyivereyim sana: Bir tarlanın kenarından geçerken, tarlada çalışan bir kıza yan bakmış, laf atmıştı. Efe bunu, atının üstünden elli adım uzaktan gördü, duydu.

57. Küçük Ağa, Tarık Buğra

Bir millet mezarının kıyısında boğuşuyor, yeniden hayata katılmak için dişini tırnağına takıyordu. Fakat zor olan zaferdi, zaferden sonrasıydı. Başlangıç bu günler değildi, başlangıç zafer denilen şey olacaktı. Başlangıç yani Türkiye’nin hayatıyla ilgili asıl savaşın başlangıcı… Bu savaş zaferden sonra başlayacak; iyilerle kötüler, mideciler ve budalalarla vatanseverler arasında geçecekti.

58. Tütün Zamanı, Necati Cumalı

Recep, güneş batmasına yakın kasabadan döndü. Kızları, tarlaya, ertesi gün dizecekleri tütünü kırmaya çıkmıştılar, karısı akşam telaşına dalmış, çardağın etrafında dolanıp duruyordu. Akşam üstleri, bir de sabahın erken saatlerinde, tarlayı, tütün sergisini dolaşmaya çıktı mı, değişir, canlanır, işini seven bir adam olurdu.

59. Karartma Geceleri, Rıfat Ilgaz

Gerçek bu! Haklısın! Ama sen eğer önem verirsen şöyle de düşünebilirsin; bir şairin karısı olduğunu! Bırak şairliğimi, halkının çilelerden kurtulmasını isteyen, onu seven, onun parasıyla okutulduğu için halkına, ulusuna karşı borcunu ödemeye çalışan bir öğretmenin karısı… Eğer bu sana yetmiyorsa…”Gerisini getiremediği için mi sustu, bu kadar açıklamayı yeter bulduğu için mi? Gerisini getirmeyi ondan beklediğinden mi yoksa? Sustu bir süre.

60. 7. Gün, Orhan Hançerlioğlu

Sırlarımız içimizdeyken bizim emrimizdedirler; ama dışarı çıkar çıkmaz biz onların emirlerine boyun eğmek zorunda kalırız.

61. Kaplumbağalar, Fakir Baykurt

– Devlet bize ne yapıyor ?
– Ne yapsın daha ? Altı ay sonra yeni bir vergi çıkartır. Öteberiye zam yapar.
Daha nasıl düşünsün devlet sizi ? Dünyayı kalbura koyup eleseniz böyle devlet, hökümet bulabilir misiniz?

62. Drina’da Son Gün, Faik Baysal

Ben bu eve gelin geldiğimde bu tahtalar kapkaraydı. Onları ağartıncaya kadar ellerime kan oturdu. Şu duvarlara bak kendi ellerimle badanaladım hepsini. Tam biraz rahat edeceğim bir günde beni alıp götürmeye kalkıyorsunuz. Niye çalıştım bu kadar ben? Ölürsem bile sizin aranızda rahat öleyim diye didinip durdum hep. Neden anlamak istemiyorsunuz beni. Evi korumak benim görevim.

63. Yılkı At, Abbas Sayar

Bir şeyler arıyordu besbelli. Aradığını da bulamamıştı. Son kişnemesini tepelere doğru bıraktı. Başı önüne düştü, durgunlaştı. Epey süre kıpırdamadı. Çılkır yoktu. Doru’nun eşi yoktu. At kalabalığında yapayalnızdı şimdi.

64. Hikayelerinden Seçmeler, Haldun Taner

“Bütün bunlardan sonra sıra nihayet konçinalara gelir. Konçina diye, bilindiği gibi, altıdan aşağı kağıtlara deniyor. Konçinalar, adı üstünde işte, konçinadırlar. Geçin Bezik gibi, Poker gibi kibar oyunları, Aşçı İskambili gibi en bayağı oyunlarda bile hiçbir işe yaramaz, üzgün ve küskün, oyunu dışarıdan seyrederler. Diyeceksiniz ki, Pinakl’da, Kanasta’da oyuna alınıyorlar ya… Ben ona oyuna alınmak mı derim.” (Konçinalar)

65. Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay

İlkokul sıralarından başlayarak ‘kendi bacağından asılan koyun’ felsefesiyle yetiştirilenlere asla itibar etmeyeceksin. Onların arasından ülkeye yararlı birinin çıktığı görülmedi. (…) Ve hiçbir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başarısızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni rahatlatır, fakat kurtarmaz. Elbette dünyayı tanıyacaksın ve kendi ülkenin durumu üzerinde düşüneceksin. Bir aydından zaten başka türlü bir davranış beklenir mi?

66. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Aziz Nesin

Okula gideceksem, yaşamıyorum. Askere alacaklarsa, yaşıyorum. Nüfus kağıdı istersem, yaşamıyorum. Vergi alacaklarsa, yaşıyorum. İş ararsam, yaşamıyorum. Ceza keseceklerse, yaşıyorum. Dava açarsam, yaşamıyorum. Tımarhaneye kapatacaklarsa, yaşıyorum. Evleneceksem, yaşamıyorum. Ama şimdi bir casusla içli dışlı olduğum duyulursa, yaşıyorsun der de asarlar.

67. Gazoz Ağacı, Sabahattin Kudret Aksal

Kimi kez duymazdı bile. O vardı ya karşıda, karşı evde. Pencereyi açsın kapasın “Yoğurtçu” diye bağırıp kahveye baksın da, isterse her oyunda yenilsin, isterse gazeteler yazsın gazoz ağacı olduğunu, ne çıkardı! O ömründe o güne dek bilmediği öylesine bir duyguydu. Ne tuhaf, ne anlaşılmaz şeydi öyle, alıp yere çarpmış paçavraya çevirmişti onu.

68. Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan

Olağanüstü bir durum olmazsa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama, dört haftada bir saç traşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul ‘a yerleşen Faruk Keçeci’ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini de yatırırdı ama bunun için çıkmazdı; postaneye gittiği gün yatırırdı. Her çıkışında özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı.

69. Bu Ülke, Cemil Meriç, Deneme

Her dudakta aynı rezil şikayet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.

70. Gençlerle Başbaşa, Ord.Prof.Dr Ali Fuat Başgil

Muvaffak olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Zira, ötedenberi denilegeldiği gibi ‘İnsan tembel bir hayvandır. Yalnız ben sana şunu söyleyeceğim ki, tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Bilâkis, eski peri hikâyelerindeki kahramanlar gibi, şekilden sekile girerek ve binbir hile kullanarak alt etmeğe çalışan bir namerttir. Tehlikesinin büyüklüğü de buradan gelmektedir.

71. Türk Masalları, Naki Tezel

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Yürümekten yoruldukları sırada gözlerine bir kale ilişmiş. Biraz daha gayret ederek kalenin yanına varmışlar. Bakmışlar ki görünürde kimsecikler yok. Kalenin nasıl bir şey olduğunu merak etmişler. Açık buldukları kapıdan içeriye girerek kaleyi gezmeye taşlamışlar.

72. Boğaziçi Şıngır Mıngır, Salâh Birsel

1946 Şubatında, bir pazar günü, üç adam, Şişli’den yola çıkıp, Mecidiyeköy-Zincirlikuyu üzerinden derelere, tepelere vurmuşlar -o sıralar ortalarda Levent ya da Etiler adını taşıyacak tek bir ku­lübe bile yoktur- ve Baltalimanı çayırına inmişlerdir. Bu üç adam bizim Sait Faik, Oktay Akbal ve Salah Birsel’den başkası değil­dir. Yolda Sait bir ara Oktay’la Salah’ı durdurmuş, eliyle uzaktaki bir koyuluğu göstererek: “İşte Menekşeli Vadi orası. demiştir.

73. Sokakta, Bahaeddin Özkişi

Çünkü, otuz yıl önce ONLAR vardı. Annem, babam gibi, konak gibi, sokağımız gibi, türbe gibi. Topacım, uçurtmam gibi, bütün hatıralarım gibi şüphesiz vardı. ONLAR’ın varlıkları bütün bu saydığım ve çocukluğumu yapan gerçek renkler gibi inkâr edilemezdi. O zamanlar ONLAR’ın varlıkları o kadar kesindi ki olay otuz yıl önce olsaydı ben de aynı ses tonuyla ona “bunu ONLAR mı yaptılar?” diye sorardım.

74. Kelile ve Dimne, Beydeba

Hükümdarların ülkeleri üzerinde hakları varsa, bilgelerin de erdemlerinden dolayı büyük hakları olmalıdır… Zira bilgeler, tecrübe ve bilgilerinden ötürü hükümdarlara muhtaç olmazlar. Ama hükümdarların mutlaka onlara ihtiyaçları vardır. Bilgi ve kudreti birbiriyle sarmaş dolaş iki dost gibi görüyorum.

75. Devlet, Platon

Doğruluk, dürüstlük karşısında birçokları görünüşte kalırlar ve bu görünüşteki değerler ne kadar boş olursa olsun, onların ardına düşer, onları elde eder, ya da elde etmiş görünürler. İyi karşısındaysa, kimse görünüşlerle yetinmez, herkes gerçek olanı arar, görünüşe değer vermez.

76. Sokrates’in Savunması, Platon

Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, siz de onları öyle azarlayınız.

77. Gülistan, Şeyh Sadi Şîrazi

Canını sıkma hiçbir zaman işler yolunda gitmiyor diye.
Hayat kaynağının suyu karanlıktadır.
Gün olur kavuşur aydınlığa.
Başından felâket gitmeyen adam!
Sakınma üzülme.
Allah’ım çok gizli lütufları var.
İşlerin düzelmedi diye
Üzülme her geçen güne.
Unutma! 
Sabır acıdır ama meyvesi 
Çok tatlı olur.

78. Don Kişot, Cervantes

O sırada, o ovada bulunan otuz kırk yeldeğirmenine rastladılar; Don Quijote onları görür görmez, silahtarına dedi ki: “Talihimiz, olayları bizim isteyebileceğimizden de daha iyi bir şekilde yönlendiriyor. Bak şuraya, arkadaşım Sancho Panza, ileride otuz ya da biraz fazla, azman dev var. Onlarla savaşıp hepsini öldürmek niyetindeyim, elde edebileceğimiz ganimetle zenginleşmeye başlarız. Bu kötü tohumları yeryüzünden silmek hayırlı bir savaştır, Tanrı’ya büyük hizmettir.

79. Vadideki Zambak, Honoré de Balzac

İncecik kökleri henüz ana toprakla sert çakıllardan başka bir şeye rastlamamış, tik sürgünleri hain eller tarafından parçalanmış, açılır açılmaz çiçeklerini don vurmuş ruhlardaki sessiz acının resmini yapacak, ağıdını en dokunaklı şekilde söyleyecek sanatçı ne zaman gelecek?

80. Sefiller, Victor Hugo

Tanrı, hiç bir çocuğu kötü olsun diye yaratmaz! Onu kötü yapan, kötü eğitimdir!..Kötü anne-baba, kötü çevre, kötü yönetim balçık gibidir, zavallı yavruları da çekip yutar.

81. Faust, Johann Wolfgang von Goethe

Sonuçta- neysen o’sun.
Başına,
Kıvırcık saçlı bir peruk da taksan,
Ayağını,
Kaidelerle arşın arşın yükseltsen de,
Her kimsen hep o olursun

82. Robinson Crusoe, Daniel Defoe

Ulu Tanrı insanları yönetirken, onların olaylarla ilgili görgüleriyle bilgilerini böylesine dar sınırlar içine almakla ne büyük bir iyilik etmiştir; insan binlerce tehlike arasında dolaşır; ama bu tehlikeleri görseydi ya da bilseydi, düşüncesi darmadağın, ruhu da mutsuz olurdu; kendisini kuşatan tehlikelerden hiçbirini bilmediği, nesnelerle ilgili olaylar gözlerinden gizlendiği için rahat, esen kalır.

83. Suç ve Ceza, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Raskolnikov için tuhaf bir dönem başlamıştı: Sanki yanını yöresini bir sis sarmış ve onu kurtuluşu olmayan, ağır bir yalnızlığa gömmüştü. Çok sonraları, hayatının bu dönemini hatırladığında çıkardığı sonuç, bilincinin bulanıklaşır gibi olduğu ve bu durumun aralıklarla son felaket anına kadar böylece sürüp gittiğiydi. O sıralar pek çok şeyde, örneğin bazı olayların tarihlerinde ve ne kadar sürdüklerinde yanıldığından kesinlikle emindi.

84. Ölü Canlar, Nikolay Vasilyeviç Gogol

Dünyanın neresinde olursa olsun, ister sefil, binbir engelle dolu yoksul bir yaşam sürenler arasında, isterse tekdüze, soğuk, sıkıcı bir yaşam süren yüksek tabaka arasında olsun, hayatta hiç değilse bir kez, insan o ana dek karşılaşmadığı, bilmediği, görmediği, ona ömrü boyunca yaşadığı duygulara hiç benzemeyen duygular yaşatacak durumla karşılaşır.

85. Babalar ve Oğullar, İvan Sergeyeviç Turgenyev

Mutluluk üzerine konuşuyorduk galiba. Ben size kendimi anlatıyordum. Bakın yine mutluluk sözünü kullandım. Söyleyin neden güzel bir müzikten, hoş geçirilmiş bir akşamdan, cana yakın insanlarla konuşmaktan zevk duyduğumuz zaman bütün bunlar sanki bir yerlerde var olan, ama bizim sahip olamadığımız gerçek, sonsuz bir mutluluğun basit bir kopyasıymış gibi bir hisse kapılıyoruz? Neden öyle oluyor? Yoksa siz böyle bir duygu içinde kalmıyor musunuz?

86. Savaş ve Barış, Lev Nikolayeviç Tolstoy

Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu, mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil, fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki, dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu öğrenmişti.

87. Madam Bovary, Gustave Flaubert

Hayatın düş kırıklıkları arasında ne hoştur insanın kendisini kafasında yüce kişilerle, temiz sevgilerle, mutluluk sahneleriyle özümsemesi! Hele bana gelince, burada böyle dünyadan uzak yaşarken, tek oyalandığım şey bu.

88. İki Şehrin Hikayesi, Charles Dickens

O günler en iyisiydi ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o günler, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler olduğunda ısrar ediyorlardı.

89. Açlık, Knut Hamsun

Utanmadan yalan söylüyor, fakir fukaranın kirasını iç ediyor, hatta başkalarının battaniyelerine sahip çıkmak gibi alçakça düşüncelere kapılıyor, bütün bunları bir pişmanlık, bir vicdan azabı duymadan yapıyordum. İçimi çürük lekeler kaplıyor, gittikçe genişleyen siyah mantarlar sarsıyordu. Ve Tanrı beni göz altında bulunduruyor, göçüşümün konulu kurallara uygun, yavaş ve sürekli, zaman ölçüsünü hiç bozmadan olacağımı önceden biliyordu. Ama cehennemin dibinde zebaniler beni bekliyordu, çünkü büyük bir günah, Tanrı’nın beni, insaf ve hakkaniyetinden mahrum edeceği affedilmez bir günah işlemem kaçınılmazdı.

90. Beyaz Diş, Jack London

Gözlerini açıp orayı görmeden önce, o duvar bu küçük gri yavruyu karşı konulamayacak biçimde çekmeye başlamıştı. Oradan sızarak göz kapaklarına vuran, gözlerini ve göz sinirlerini sıcak renkli kıvılcımlarla titreten bu ışık yavruda garip ama hoş bir duygu uyandırmıştı. Vücudundaki yaşam ve her bir hücresi, kendi kişisel yaşamının yanında varlığının da temeli olan o yaşam bu ışığa özlem duyuyor, marifetli kimyası bir bitkiyi nasıl ışığa yöneltirse onu da öyle ışığa yöneltiyordu.

91. Gora, Rabindranath Tagore

Uzun zamandır Avrupalılarla çalışıyorum ve onları iyi tanıyorum. Yalancılıklarını anlata anlata bitiremem.Çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir şey onları durduramaz. İçlerinden biri bir yalan söylerse çakallar gibi ulumaya başlarlar. Göze girmek için bizim gibi kendi insanlarını ele vermezler. İnanın bana yakalanmadığınız sürece onları aldatmak günah değildir!

92. Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Ernest Hemingway

Yeryüzünün herhangi bir yerinde bir insan ölürse senin de bir parçan ölür onunla birlikte. Onun için sorma. Bir çan sesi duyduğunda bil ki, o çan senin için çalıyor.

93. Ses ve Öfke, William Faulkner

Garip şey, derdin ne olursa olsun erkekler sana dişlerini muayene ettir der, kadınlar da evlen der. Hayatında hiçbir şeyi başaramamış bir adam kalkar sana işini nasıl yöneteceğini anlatır. Bir çift çorabı olmayan üniversite profesörlerinin on yılda nasıl milyoner olunacağını ve ömründe bir koca bulamamış bir kadının aileye nasıl bakılacağını anlatmasına benzer bu.

94. Drina Köprüsü, İvo Andriç

Drina, daha çok, sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır, kâh bir kıyısında, kâh her iki kıyısında insanların yaşamasına ve tarıma elverişli bazen düz, bazen dalgalı ama bereketli ovalar meydana getiri

95. Akdeniz, Panait Istrati

Ben bir çakıl taşı gibi çıplak ve parlak olmalıyım, çünkü koyun biraz yapağı tuttu mu hemen makas altına gider. Çaresiz: Her servet haset yaratır, iştah uyandırır. İnsanın hiçbir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahip demektir.

96. Fareler ve İnsanlar, John Steinbeck

İnsanın yüreğinin iyi olması için akla ihtiyacı yoktur. Bana zaten bu ikisi birlikte pek olmuyor gibi geliyor. Gerçekten akıllı bir adama bakıyorsun, hiç de iyi biri olmadığını görüyorsun.

97. Derviş ve Ölüm, Mehmet Selimoviç

Benim bir yüreğim var, o da acıyla dolu şimdi. Duam, cezam, hayatım, ölümüm hep dünyayı yaratan Allah’ a; acımsa bana aittir.

98. Onlar da İnsandı, Cengiz Aytmatov

Hoştu akşamlar; akşamlarda insanları kendine çeken, dertleri, yorgunlukları, kasvetleri unutturan bir kuvvet, tatlı bir boşluk vardı; akşamlar gecenin gözleri gibiydi; her yeri görüyor, her yere uzanıyor, her yere dalıyorlardı.

99. Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov

Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Issık-Göl’e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona ‘Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben!’ diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum. Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen.

100. Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov

Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi… Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi…

Kaynak
ÖĞRENCİLERİN İLKÖĞRETİM 100 TEMEL ESERİ OKUMA DURUMU


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir