Sanatın ne olduğu ve nasıl anlaşılabileceğine dair tartışmalar yüzyıllardır insanların kafasını meşgul eden konulardan (din, tanrı ya da varoluşsal sorunlar gibi biri olmuş ve neredeyse hiçbir dönem popüleritesini yitirmemiştir. İnsanüstü, hatta bir bakıma tanrı vergisi sayılabilecek özellikleri yardımıyla, hep yüksek bir mertebede kalabilmeyi başarmış olan sanat, bu durumuna açıklama olabilecek gerekçelere de fazlasıyla sahiptir.
Ambrogio Lorenzetti, The Effects of Good Government, 1338
Sanatta bireyselliği ve özgünlüğü kabul ediyorsak, kişiden kişiye değişen kriterleri de peşinen kabul ediyoruz demektir. Bu karmaşanın, sanatın olmazsa olmaz koşullarından biri olduğu, bunun tersini düşünmenin ise; meselenin özüne aykırı olduğu gerçeği de her zaman göz önünde tutulmalıdır. Çağlar boyunca, farklı coğrafya, farklı kültür, farklı yaşam koşulları ve belki en önemli faktör olarak farklı insan yapıları sebebiyle oluşan çeşitlilik, hem sanatı hem sanatı tanımlama şekillerini de çok çeşitlendirmiştir.
Sanat nedir sorusu, önce filozofların temel sorunu olmuştur. Özellikle evrenin yaratılmasına ilişkin fikirleri sanat sorusunun cevabını bulmak adına temel oluşturmuştur. Platon sanatı tanımlarken evrendeki varlıkların yansıması olarak açıklamaya çalışmıştır. Aristo ise sanatı taklit olarak açıklamayı uygun bulmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise diğer filozoflar, sosyologlar, psikologlar ve sanat tarihçileri sanatı tanımlamaya çalışmışlardır.
Rafaello Sanzio, Sistine Madonna (detay), 1513
Sanat ne bir nesne adıdır, ne de bir tekniğin adıdır. Öyleyse sanat bir olgudur. Böyle olunca nesneden hareketle yaptığımız adlandırmalar, yani resim sanatı, heykel sanatı, seramik sanatı, fotoğraf sanatı vb. ifadeler yanlış ifadelerdir. Bunlar olgu olan sanatı nesnelleştirme tehlikesi ile karşı karşıya bırakır bizi. Bu konuda birçok filozof ve sanat tarihçisinin farklı ifadeleri bulunmaktadır. Bazıları görselden, bazıları duyusaldan hareket ederek sanat sınıflamasına girişmişlerdir.
Sandro Botticelli, The Birth of Venus, 1482-86
Sanat, insanın yüksek benliğini devingen bir süreç sonrasında bir başka boyutta var etmektir. İnsanın yüksek benliği, Nietzsche ve Freud’un belirttiği benlik kavramlarından farklı olarak fark ediş boyutudur. Bu fark ediş var edildiğinde gerçekleşmektedir. Her insanın bu fark edişi yaşayabilmesi şüphelidir.
Sanata ilişkin yaratma sürecine giren kişi, bu yaşantısı içinde bazen tasarladığının dışında kontrol edemediği birçok faaliyeti gerçekleştirmektedir. İşte bu tür faaliyetler sonrasında yüksek benlik başka bir boyutta var olmaktadır. Bu başka boyutlar ise, yüzeydir, hacimdir, sestir, sözdür. Yani sanata ilişkin yaratma sürecine giren kişi kendi tercihleri doğrultusunda, yüksek benliğini yüzeyde var edebilir, hacimde var edebilir, sesle var edebilir, sözle var edebilir. Eğer yüzeyde var etmeyi tercih etmişse, bu sürecin sonunda bir resim ya da fotoğraf ortaya çıkar. Hacimle var etmişse ya bir heykel ortaya çıkar ya da mimari bir yapı ortaya çıkar. Sesle var ederse bir müzik eseri, sözle var ederse bir edebi eser ortaya çıkmaktadır.
Yüksek benliği yüzeyde var etmek için yaşanan sürece ait yaşanmışlığın ifadesini resim ya da fotoğrafı oluşturan unsurlar ki, bunlar temel olarak lekeler ve biçimlerdir, bunların bir araya geliş dinamiğini oluşturan kompozisyon tüm bu yaşanmışlığın ifadesini ortaya koymaktadır. Bu durum heykelde doku ve biçimler olarak, müzik eserinde sesle (nota) ilişkisiyle, edebi eserde sözcüklerin ifadesiyle ortaya konmaktadır.
Ayasofya
Geçmiş zamanlarda, sanat olgusu kapalı bir tanımla karşımıza çıkar. Bu tanım sanat ediminin amacını ve işlevini belirgin kılar. Örneğin, Antik Mısır döneminde veya Gotik dönemde resim ve heykel yapılmasının tekil ve belirgin bir amacı olduğu söylenebilir. Bu gibi bütüncül anlayışa sahip dönemlerde ve medeniyetlerde resim ve heykel bütün bir medeniyetin kutsal/dini değerlerini vurgulamak ve bu manevi değerleri ölümsüzleştirmek üzere uygulanmaktadır. Bu kapsamda sanat, modern zamanların anlayışıyla bir yaratma alanı değil, bir uygulama alanıdır. Dolayısıyla sanat henüz zanaattan ayrı bir alan değildir. Bu kapsam aynı zamanda sanat yapmanın ölçütlerini ve aynı zamanda uygulayımcının rolünü ve uygulayım sınırlarını da belirgin kılar.
Antik Mısırda heykel/büst yapılmasının çok belirgin bir amacı vardır. Buradaki amaç ne estetik duyuma ve hazza dayanır, ne de sanat modern zamanlardaki gibi bağımsız bir sorgulama, keşfetme, karar verme ve yaratma alanıdır. Buradaki yegâne amaç, öncelikle kutsal tanrıların imgeleştirilmesi ve ardından kendisi de bir tanrı sayılan ancak ölümlü olan firavunun bu dünyadaki imgesinin korunması ve varlığının ebediyete dek yaşatılmasıdır.
Mısır Luksor Tapınağı, II. Ramses Heykeli
Sanatın ve sanat eserinin amacı uygarlığa ait manevi değerlerin maddi bir beden kazanarak anıtlaştırılması ve ölümsüzleştirilmesidir. Sanat eseri krallığın, devletin, kilisenin vb. idari organın hükmünde vuku bulur ve eser sanatçının değil bu idari organın aidiyetinde var olur. Sanat eserinin dini özü aynı zamanda eserin ahlaki kapsamını oluşturur ve bu kapsamda sanat eserinin statüsü ticari bir mal olmanın aksine uygarlığa, devlete, kiliseye ait kutsal bir mülk olmaktır.
Mısır, Fayyum Portrelerinden, M.S 120-150, Liebieghaus, Frankfurt
Bizim bugün çağdaş anlamda sanat dediğimiz şeyin kökeni değilse de, sanatçı dediğimiz şeyin en geri plandaki kökeni ancak Rönesans’a dayandırılabilir. Yine de, Rönesans döneminde sanat, bağımsız bir yaratma alanı değil ancak zanaatın bir kolu olarak yaşamaya devam etmiştir. Ancak bizler, Rönesans resimlerini yalıtılmış sanat eserleri olarak görmeye o denli alıştık ki; Rönesans’ta güzel sanatlar kategorisinin bile olmadığını keşfedince şaşırıyoruz. Rönesans’la birlikte sanat olgusunun ana hattı; temaları, amacı ve işlevi çok büyük farklılık göstermemişse de sanatçının statüsü değişmeye başlamıştır.
Rönesans döneminde sanattaki ana temayı değilse bile üslubu belirleyen sanatçılar olmuştur. Öyle ki, sanat eserlerinin ardında sanatçıların özel isimleri anılmaya, hatta eserlerin içinde sanatçıların portreleri belirmeye başlamıştır. Sanatçı, artık belli ölçütler kapsamında yalnızca genel geçer tekniği uygulayan bir el işçiliği ustası olmanın ötesinde, kendi ölçütlerini kendisi belirleyen, teorik değil ancak pratik ölçüde özgün tavrını ve hatta eserde maddi olarak kendini yansıtan bir bilinç olarak karşımıza çıkar. Michelangelo 1523 senesinde yazdığı bir mektupta, Papa II. Julius’un kendisine Sistina Şapeli’nde istediğini yapmasına izin verdiğinden söz ediyor. Buradaki istediğini yapması, istediği şeyin resminin yapılabileceği anlamına gelmiyor, bunun yerine kendisine verilen temayı istediği tarzda işleyebileceği anlamına geliyor.
Ancak belirtmek gerekir ki, o dönemde, belli başlı Avrupa dillerinin hiçbirinde sanatçı ile zanaatçı arasında modern anlamda sistematik bir kavramsal ayrım yapılmıyordu. Dolayısıyla kendi döneminin koşulları kapsamında Michelangelo gibi bir örnek dahi zamanının ifadesiyle sanatçı değil, bir zanaat adamı, usta bir heykeltıraş olarak ifadelendiriliyordu.
Michelangelo, Pietà, 1499
Sanat alanının zanaat alanından kesin çizgilerle ayrılması ancak 18. yüzyıldaki sanat olgusuyla birlikte meydana gelmiştir. Bu yöndeki en önemli faktör elbette Aydınlanma olgusuyla birlikte din olgusunun önceki yüzyıllara oranla hükmünün azalmasıdır. Bu hususta din olgusu sanat alanının ana teması olmaktan uzaklaşmış ve dolayısıyla sanatın ana hattı, kapsamı ve amacı değişime uğramıştır. Yüzlerce hatta binlerce yıldır belli ölçütler doğrultusunda ve belli bir niyete dayalı olarak vuku bulan sanat/zanaat olgusu bu dönemde kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış, zanaat kolları teknik uygulayım neticesinde faydacı ürünler vermeye devam ederken, sanat insan bilincini, benliğini ve yaratıcılığını ön planda tutan özerk bir alana dönüşmüştür. Güzel Sanatlar ifadesi de ancak bu yüzyılda ortaya atılan bir kavramdır. Bu kapsamda sanatın kolları; mimari, heykel, resim, müzik, şiir, edebiyat gibi alanlar fayda, taklit, deha, hayal gücü, beğeni, ince zevk ölçütleri kapsamında farklı sınıflara ayrılmıştır.
Elbette bu değişimlerin ardından sanatın amacı ve işlevi de değişime uğramıştır. Sanat artık dini dogmaları betimlemek üzere değil, özgür iradesiyle düşünen insanın yüksek benliğinin bir yaratımı olarak vuku bulmaktadır. Bunlarla birlikte sanatçı ifadesi de zanaatçı sınıfından kesin biçimde ayrılmış ve sanatçı sınıfının statüsü yüksek değer kazanmıştır.
Pieter Bruegel the Elder, Hunters in the Snow, 1565
XVII. yüzyılda, yazarların, bestecilerin ya da ressamların çoğunun çevresi, özgül talepleri olan ve beğenileri de çok iyi bilinen az sayıda müşteriler, uzmanlar ve amatörlerden ibaretti. Fakat XVIII. yüzyılda, dinsel olmayan konser, resim sergisi ve edebiyat eleştirisi gibi yeni sanat kurumlarının da katkılarıyla çok daha büyük ve karmaşık bir kamuoyu oluşmuştu, bu kamuoyunun artan çeşitliliği ve anonimliği, sanat kavrayışını şekillendiren terimlerin yeni baştan tanımlanmasını zorunlu hale getirdi. Sergilere ve konserlere giden, kitapları ve eleştirileri okuyan ve bunları tartışmak amacıyla kafe ve kulüplerde toplanan bu çevre artık o kadar genişti ki sanatsal üretim bunların ortak bireysel tercihleriyle sürdürülebilecek bir desteğe kavuşmuştu. Tam da bu noktada sanatın muhatap kesiminin çeşitlik kazandığı söylenebilir. Çağın değişen gerçeklik anlayışına paralel olarak sanat, artık inanç sisteminin öğretilerinin değil, özgür düşüncenin ve de eleştirinin hüküm sürdüğü bir platform haline gelmiştir. Bu hususta sanat artık dinin ve dolayısıyla devlet mülkü olmaktan çıkmıştır.
Ancak bu noktada önemli bir ayrıntı şu olarak belirir ki, sanatın ancak deha, özgürlük, yüksek benlik, yaratıcılık ve ince zevk gibi unsurların yüceltildiği şiirsel bir platforma dönüşmesi sanatın ancak yüksek kültürün ihtiyaçları ve desteği doğrultusunda yönlenmesine sebebiyet vermiştir. Bunun karşılığında sanat artık kendi piyasası oluşan özerk bir alana dönüşmüş ve sanat eserleri de bu piyasanın ticari malları haline gelmiş gözükmektedir.
Gian Lorenzo Bernini, Apollo and Daphne, 1622-25
Bir çalışmanın sanat eseri olduğunu üreten kişi olarak, bizzat sanatçının kendisi mi söyler? Yoksa konuyla ilgili yakın çevresindeki sanatçı, eleştirmen, galerici, sanat izleyicisi ya da koleksiyoner gibi diğer kişiler mi bu kararı verirler? Burada, belirleyici pek çok etken (eğitim, mesleki kariyer, sosyal çevre, alıcı tercihleri ve şans faktörü) sayılabilir. Muğlak yapısı sebebiyle, sanatı herkesin hemfikir olacağı bir şekilde tanımlamak neredeyse imkansızdır.
Bir sanatçıyı betimlemeye kalktığımızda ise genel olarak; marjinal, öncü, yerleşik değerler ve kalıplaşmış düşüncelerle barışık olmayan, her daim yenilik peşinde koşan, özgür ruhlu, isyankar, biraz anarşist, biraz da narsist olan ve standart kalıplara sokulamayacak türden insanlar akla gelir. Ne var ki, sanatçı olarak üstlendikleri misyon oldukça ağırdır ve biraz önce sıralanmış olan o fantastik özellikleri yanında, kendilerinden hem kontrollü hem de inandırıcı ve tutarlı bir sanatçı kişiliği beklenir. Sadece bunlar bile sanatçı özgürlüğünün lafta kalması için yeterli sebeptir ve biçimsel anlamda ne kadar özgün ya da marjinal olursa olsun; dikkat çekmeyi başarmış ve talep edilen bir sanatçı haline gelmişse eğer; kendisine şöhret sağlayan biçim anlayışını terkedip yeni arayışlara girmesi risk almak anlamına gelir. Çünkü bu durumun, hem eserlerine para yatırmayı düşünen koleksiyonerler ve hem de hayran kitlesi tarafından hoş karşılanmama olasılığı fazladır. Tamamen özgür yaratımı benimsemek bu kişiler tarafından refüze edilme tehlikesi barındırdığı için de bazı sanatçılar, tutarlılık söylemini özgürlük söyleminden daha çok tercih eder hale gelebilirler. Eserlerinin satılıyor olmasını, sanatçının özgürlüğünü kısıtlayıcı bir etken olarak görmek yanlış olmayabilir; ancak, çelişkili görünse de başka bir açıdan ele aldığımızda, sanatçıyı özgürleştiren bir yanı olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Van Gogh, Lane in the Jardin du Luxembourg, 1886
Bazı kimseler; sanatçıların, sadece üretmeye odaklanmaları ve bunu yaparken, konsantrasyonlarını bozacak dış etkenlerden de kendilerini korumaları gerektiğini düşünürler. Adeta bir fanus içinde yaşamak ve üretmek olarak tanımlayabileceğimiz bu izole durum, bazı sanatçılar için ideal çalışma şekli de olabilir. Sanat, sanat içindir ve halk için yapılması durumunda sanat olma vasfını kaybeder diyenler, çoğunlukla bu gruba ait sanatçılardır.
Sanat Toplum İçindir diyen sanatçılar açısından söz konusu kriterler biraz daha esnek olabilir. Çalışmalarını içinde yaşadığı toplumun verileri doğrultusunda; onların çıkarlarına yönelik ve yine onların anlayabileceği şekilde biçimlendiren sanatçıların çok yüksek ideallerden bahsetmesine zaten ihtiyaç da yoktur. Gerçekte bu sınırları, çok keskin hatlarla birbirlerinden ayırmak mümkün değildir. Toplum için ürettiğini söyleyen sanatçıları idealist olmamak ve kolaycılıkla suçlayamayacağımız gibi; sanat sanat İçindir diyenleri, topluma arkasını dönmüş kişiler olarak nitelendirmek de doğru olmaz.
Henri Matisse, The Red Room, 1908
Modernizm olgusunun çıktıları her coğrafyada ve her kültürde farklı biçimde vuku bulmuştur. Ancak ortak olan nokta şudur ki, modern hareket bütün kültürlerde toplu bir yenilenmeyi doğurmuştur. 18. yüzyılda Aydınlanma olgusuyla birlikte din kültürün yegâne simgesi olmaktan çıkmış ve ardından gelen süreçteki yeni yaşam felsefesi inançsal değil akılsal ilkelere dayanmaya başlamıştır. Bu noktada insan aklı ve aklın doğurduğu yeni fikirler kültürel değişimin ana kaynağı olmuştur
Modernleşme süreci elbette yalnızca resim ve heykel alanındaki yeni fikirlerden ve değişimlerden ibaret değildir; yeni dünya görüşlerini ve düşünce sistemlerini doğuran yeni felsefi ve edebi kuramlar, yeni üretim anlayışı ve beraberinde sanayileşme, kentleşme ve beraberinde yeni mimari üsluplar, yeni icatlar ve sanat alanının da kaderine yansıyan bir etken olarak fotoğraf makinesi ve yeni baskı tekniklerinin ortaya çıkması vb. daha birçok sebep bu değişimler arasında sayılabilir.
Picasso,Les Demoiselles d’Avignon, 1907
Modern Sanat olgusu sanatın artık laik ve demokratik bir kurum olarak özgürlüğünü ilan etmesidir denilebilir. Bu kapsamda sanat olgusu sanatçıların aidiyetine girmiş ve sanatçılar artık kurumlardan veya yüksek sosyeteden sipariş alan değil, bağımsız birer yaratıcı birey olarak kendi siparişini kendilerine vermeye ve konularını kendi seçmeye başlamış, en önemlisi de betim tarzlarını tamamen kendi özgür iradelerince ortaya koymuşlardır. Öyle ki, bu özgürlükçü tutum sanatta yüzyıllarca egemen olan natüralist tavrın yıkılmasına ve sanat alanında beliren yeni konularla beraber yeni görme biçimlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çoğunlukla modern sanat akımlarını birbirinden ayıran temel unsurlar da ele alınan temalar ve bu temalar kapsamında birbirinden ayrışan görme biçimleri ve de bu biçimlerin betim tarzları olarak belirir. Bu dönem hem tek tek sanatçıların yaratıcı birer birey olarak hem de bu tekil bireylerin/sanatçıların ortak bir tema kapsamında bir bütün olarak yeni sanat anlayışlarını ortaya koyduğu bir sanat dönemi olarak belirir; izlenimcilerin ortak probleminin dış mekân ve ışık unsuru olması, kübistlerin model alınan bütünü parçalara ayrılması ve bu bütünü yeniden kurgulaması, fütüristlerin değişen üretim anlayışına bağlı olarak geleneklere rest çekmesi ve güncel konular ve malzemeler arayışı, konstrüktivistlerin gerçek mekân ve gerçek malzeme vurgusu bağlamında resim ve heykeli mekânsal kapsama taşıması ve sanatı mimariyle bütünleştirmesi gibi.
Jackson Pollock, Convergence, 1952
Bizim bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğinde çağdaş anlamda sanat dediğimiz olgu belli bir coğrafyanın ve belli bir kültürün yaşam ve düşünce biçiminin karşılığı olmaktan ziyade, farklı kültürlerin veyahut da karma bir kültürel yapının değişken yaşam, düşünce ve üretim biçimlerinin ortak potası olarak belirmektedir. Çağdaş sanat ifadesindeki önemli bir kapsam sanatın üretim ve tüketim veyahut da alımlayım koşullarının ölçütlerini katiyetten göreceliğe taşımasıdır.
Çağdaş sanat olgusunun mevcut ve güdümleyici prensibi sanat alanında adeta birer ilke sayılan sanatçı ve model ilişkisi, sanatçı ve atölye ilişkisi, eser ve galeri ilişkisi gibi kaidelerin negatif varoluşlarına yönelmesi olarak belirir. Bu kapsamda sanatın ardındaki öncelikli motivasyon yeni benliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte farklı bakış açıları sunabilecek yeni konuların, yeni üretim olanaklarının, yeni mekânların ve yeni düşünme biçimlerinin açığa çıkartılması olarak belirir. Bu noktada çağdaş sanat olgusu farklı kültürel değerleri ve bunların maddi ve manevi varlıklarını ortak platforma veyahut da piyasaya taşıyan bir anlayış olarak gözükmektedir. Sanatın çağdaş hali melez bir kültür anlayışı kapsamında belli bir kültürel yapı dayatmasından farklı olarak, farklı kültürel varlıkların tek bir potada erimesine yöneliktir denilebilir.
Auguste René Rodin, La Danaïd, 1889
Fonksiyonel olan sanat dallarını bir tarafa koyarak sanatın işlevini sorguladığımızda; toplum için doğrudan bir fayda oluşturmak yerine, nerdeyse tamamen estetik hazzı tatmine yönelik bir amaç içinde olduğunu görebiliriz. Tabii ki bu saptama sanatın sadece estetik güzellik ve hoşluk peşinde koştuğu şeklinde algılanmamalıdır. Sanat, mağara devrinden günümüze, topluma bir şeyleri aktarmanın yolu olmuştur. Yazının olmadığı ya da varsa da okuyanın az olduğu dönemler için üstlendiği fonksiyon çok net ve belirleyicidir. İster büyü amaçlı, isterse dinsel, siyasal ya da toplumsal mesajlar vermeye yönelik olsun sanat en önemli ifade aracı olmuştur. Sadece haz vermeye yönelik değil; çirkinlik bayağılık olarak değerlendirebileceğimiz şeyleri de malzeme olarak kullanmaktan çekinmemiş olan sanat, her türlü kaynaktan beslenmiş ve kendine has bir estetik dil oluşturmuştur. Sanat yoluyla aktarılan hikaye, olay, öğüt, propaganda ya da bir sanat kavramları, ayni zamanda sanatı da güçlendiren bir etki oluştururlar ancak şurası kesinlikle göz ardı edilmemelidir ki sanatta önemli olan ne anlatıldığı değil, nasıl bir sanat diliyle anlatıldığıdır.
Kaynak
Sanat Olgusunun Tarihsel Süreçte Değişen Tanımı, İşlevi Ve Değeri Üzerine, Sanat Nedir, Yrd.Doç.Dr.Özand Gönülal, Sanat-Sanatçı Ve Bir Meta Nesnesi Olarak Sanat Eseri