Füreya Koral, soyuttan gerçekliğe uzanan, zaman zaman yerel etkilerin görüldüğü anlatımı ve doğu-batı sanatının senteziyle dünyada adını duyurmuş, Türkiye’nin ilk seramik sanatçısıdır. Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde eserleri sergilenmiş, büyük bir takdir toplamıştır. Türkiye’de seramik alanında sanatsal anlamda ilk atölye Koral tarafından kurulmuştur. Sanat her yerde görüşünün savunucularından olan sanatçı, birçok öğrenci yetiştirmiş ve bu günün çağdaş seramik sanatının temelini atmıştır.
Toprak ve su
Ateş ve sır
Madde ve şekil
Elleriyle biliyor bunları Füreya
Çamuru yoğurduğu elleriyle
Çamura biçim verdiği elleriyle
Ekmeği fırına veren fırıncı gibi
Çömleğini fırına verdiği elleriyle yaşıyor sıcaklığını ateşin
Elleriyle görüyor Füreya elleriyle
Ferit Edgü
Füreya Koral ve annesi Hakkiye Hanım Büyükada’da bahçede, 1913
Füreya Koral, Şakir Paşa’nın Sare İsmet Hanım’la yaptığı ikinci evliliğinden olan dört kızından biri olan Hakkiye Hanım’ın Emin Koral’la evliliğinden, 12 Haziran 1910’da dünyaya gelir. Köklü, soylu birçok sanatçı yetiştiren Şakir Paşa ailesinin yedi sanatçısından biridir Füreya. Ünlü kadın ressamlarımızdan Fahrelnissa Zeid ve gravür sanatçısı Aliye Berger teyzeleri, Şirin Devrim, Nejad Devrim, Cem Kabaağaçlı kuzenleri, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı ise dayısıdır. Tek bir aileden bu kadar sanatçının çıkması Şakir Paşa Ailesi’nin mitini besler. Bu mitin kaynağını en güzel ifade eden ise, ailenin bir sonraki kuşağının temsilcisi Şirin Devrim’dir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan egzantrik ailesi için “Harika Çılgınlar” der. Travmatik olaylar, ölümler, hayatın zorluklardan yeterince nasibini alan ailenin, en ilginç özelliklerinden biri gözü kara çılgınlıkları olsa da, hayata hep sanatla tutunmuşlardır.
Teyzesi Fahrelnissa Zeid tarafından 16. yaş günü hediyesi olarak yapılan portresi
“1910’da Büyükada’da doğdum. Büyük ve güzel bir bahçenin içindeki büyük bir köşkte. 4-5 yaşına kadar orada kaldım. Sağlığımdan dolayı annem çok titizlenir ve beni kimseyle konuşturmazdı. Yani hep o bahçenin içinde yetişmişimdir. Bahçenin demirleri üzerinden bakar, hep imrenirdim mahalle çocuklarının oyunlarına. Ben kolalı esvap giymekten illallah diyorum, onlar bakardım ne güzel rahat rahat düşerler kalkarlar, satıcı gelir satıcıdan bir şey alırlar yerler. Hepsi bunlar benim için yasak olan şeylerdi tabii. İnsan yasak olan şeyleri seviyor. O zamanlar Büyükada 10-15 ailenin sürgün gibi yaşadığı ıssız bir yer. Zannediyorum bunlar beni çok etkiledi, bir yalnızlık hissi uyandırdı. Aynı zamanda da o bahçenin duvarlarından kurtulmak arzusu, kendimi bildim bileli bir özgürlük isteği, tutkusu yerleşti bende. Sonra çeşitli dönemlerde hayat şartlarının çok değişik olmasına rağmen tutarlı bir çizgi izledi. Bu çizgi özgürlük çizgisiydi. Ve bu özgürlük çizgisi büyümemin koşullarından kaynaklanıyordu sanıyorum.”
Füreya, Notre Dame de Sion Lisesi’nde okurken, teyzesi Aliye Berger’in bir süre sonra evleneceği Karl Berger’den keman dersleri alır. Liseden mezun olduktan sonra, tıp okumak ister, ancak yaşadığı bir olay nedeniyle bu fikrinden vazgeçer.
“Notre Dame de Sion Lisesi’ni bitirdim ve üniversiteye gittim. Doktor olmak, sizin gibi psikiyatr olmak istiyordum. Hatta Tıbbiye’ye yazıldım. Daha okul başlamadan önce, bir Fransız profesör gelmişti… Lisan bildiğim için benim rehberlik yapmamı istediler. Tıp Fakültesi o zaman Haydarpaşa’daydı. Orayı gezerken morgu göstermek icap etti. Girer girmez bana fenalık geldi… “Dünyada doktor olamam” dedim… Büyük hata ettim… İçimde kalmıştır psikiyatr olmamak… Böylece Tıbbiye’yi bıraktım, felsefeye girdim…”
1929’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Felsefe Bölümü’ne kaydını yaptırır. Babasının hastalığı ve zorunlu emekliliği nedeniyle ailenin maddi durumunun kötüleşmesi, mezun olamadan okuldan ayrılmasına neden olur. Bursalı yakışıklı bir toprak ağası olan Sabahattin Karacabey ile kısa bir tanışmadan hemen sonra evlenmeye karar verir.
“Özgürlük duygum ve başlayan devrim hareketleri bende bir “Çalıkuşu” olma eğilimi yarattı. Anadolu’ya gitme hevesi doğurdu. Bu arada babam rahatsızlandı, ev düzenimiz biraz bozuldu. Ben de düşüncelerimi uygulamak istiyordum. Onun için bir talibim çıkınca ona düşüncelerimi açtım. Olumlu karşıladı. Çiftçiydi. Ben de tek başıma yapacaklarımı bir çiftlik sahibi ile daha kolay yaparım dedim. Evlendim ve Bursa’ya gittim. Gittiğim çiftlik bir köy odası gibi bir yer. Ne tuvalet var ne su var. Orada kalmama imkan yok. Ancak yakında köyde bir ev vardı, orada kalabilirdim, oradan çiftliğe gidip gelebilirdim. Bütün emelim kendimi orada kabul ettirmekti. Ben oraya giderken çocuklara bir sürü hediyeler aldım, elbiseler aldım ki bir yakınlık kurabileyim çocuklarla diye. Fakat o kadar şaşırdım ki ben bir yere giderken kadınlar kapılarının önüne çıkar seyrederlerdi beni. Vahşi bir hayvana bakarmış gibi. Dönüşümde içeri girerlerdi. Çocuklara yaklaşırım. Bir şey vermek isterim. Ya atarlar ya da gülerek kaçarlar. Bir, iki, üç hep böyle. Kesinlikle bir diyalog kuramıyorum. Kocamın ailesi “Yavaş yavaş olur” dediler. Ben sabırla gayet ilkel bir şekilde yaşadım orada. Kaynaşmak istiyordum. Okul yapmak, hastane yapmak orada köy enstitülerinin yaptığının çok daha ufağını yapmak istiyordum. Hayal ediyordum. Genç kızlık heyecanıyla Türkiye’ye bir katkıda bulunmak istiyordum. Benim fikirlerimi kabul etmiş gözüken kocam da oraya gittikten sonra tamamıyla oranın adamı olmuştu.”
Füreya, İstanbul’dan ayrılır ve Bursa’ya gider, fakat hayal kırıklığı yaşar. Zaman geçtikçe kocası kabalaşmaya, bağırmaya, her şeye karışmaya başlar, hatta içki içtiği zamanlarda Füreya’ya tokat bile atar. Boşanmaya karar verir, ancak 1931’de hamile kalınca vazgeçer. Fakat erken doğum nedeniyle bebeğini kaybeder, bunalıma girer. Gördüğü tedavi sayesinde düzelir, 1932’de boşanıp İstanbul’a döner.
Boşanmanın ardından yaşadığı hüznü üzerinden atması için teyzesi Fahrelnissa, Füreya’yı Avrupa seyahatine çıkarır. Atina, Paris ve Mısır’da altı aya yakın bir süre birlikte gezerler. İstanbul’a dönünce, ailece her sene gidilen Yalova Termal Oteli’ne, babası ve annesinin yanına Füreya da katılır. Orada Atatürk ile karşılaşırlar, Atatürk’ün sağ kolu Kılıç Ali ile tanışmaları böyle başlar.
“Babamla Yalova’ya gittiğimizde ben annemle çınar altında oturuyordum, Atatürk geldi. Etrafındakilerle oturdu, annemi eskiden tanıyormuş. Görünce masasına davet etti. Tabii ben de beraber gittim. Dolayısıyla orada Kılıç Ali’yi tanıdım.”
Füreya Florya’daki Sırıklı Köşk’ün terasında, 1935
Kılıç Ali, aşık olduğu Füreya’ya evlenme teklif eder. Aralarında 33 yaş vardır. 1935’te Kılıç Ali ile evlenen Füreya, eşinin dört oğlundan en küçükleri Altemur ile birlikte Ankara Yenişehir’de yaşamaya başlar. Bu dönemde, ünlü sofralarında sık sık devlet erkânını ağırlar. 1938’e dek Mustafa Kemal’in yakın çevresinde bulunur. Atatürk’ün ölümünden sonra ailece Ankara’dan İstanbul’a taşınırlar. 1940 – 1944 arasında Vatan Gazetesi’nde müzik eleştirileri yazar. Ancak, 1945’te Füreya’ya verem teşhisi konur.
Füreya Koral ve Kılıç Ali
“1946 sonu ben kendimi İsviçre’de sanatoryumda buldum. Kendi özel hayatıma nasıl yön vereceğimi bilmezken bir de hastalık. Bir de kıpırdamamak, odanın içinde yalnız kalmak. Tedavinin yanısıra birşeye bağlanmak lazım.”
“Müzik dinliyor, kitap okuyordum. Ama yalnızca bunlar tatmin etmiyordu beni. Sonra insan, kendisiyle baş başa kalınca yoğun bir hesaplaşmaya da girişiyor. Orada anladım ki benim ciddi bir şeye bağlanmam lazım. Tiyatroya, konsere gitmek, kitap okumak yeterli değil. Sonra şuna da inanıyordum ki bütün bu hastalıklar psikosomatik. Amaç edinebilirsem, hastalıktan da kurtulurum, hayatın bir manası olur.”
“Teyzem Fahrelnissa resim yapmaya zorladı. Ama o özgürlük tutkusu gene geldi. Ondan etkilenmek istemedim. Öbür teyzem Aliye Berger beni plastikle tanıştırdı. Yapıyorsunuz, havada kuruyor, sonra üzerini boyuyorsunuz. Biliyorum ki İsviçre’de hasta olmasam seramikle tanışmazdım. Bayağı hoşlandım, 5-6 ay uğraştım.”
“Kitaplar getirttim. Şunu doğru dürüst toprakla yapayım dedim. Toprak getirttim yaptım. Polonyalı bir ressamdan resim dersleri de alıyorum bu arada.”
Füreya Koral İsviçre’de sanatoryumda
Tedavisinin ardından, 1949’da Lozan’da başlayan seramik öğrenimi ve çalışmalarını Paris’te sürdürür. Paris’te yolunun kesiştiği seramik sanatçısı, Art Deco vazolarıyla tanınan Georges Serré’nin tavsiyesiyle bir atölyede pişirme teknikleri üzerine çalışır. Sonradan Paris’teki buz gibi atölyeye gitmek için günde dört saatini metroda, otobüste ve yürüyerek geçirmesiyle ilgili, “Bunların hepsine razıydım, Paris’teyim ve bana hiçbir şey söylemeyen Avrupa seramiği var. Çok güzel şeyler, fakat ben onu istemiyorum. Ben kendi seramiğimi yapmak istiyorum. Benim köküm burası. Zannetmeyin ki burada milliyetçilik filan giriyor işin içine. Ama bir kök lazım, bir yerden başlamak lazım.” der. Böylece, çini geleneğine modern bir yorum getirerek duvar panolarını oluşturmaya başlar.
Fahrelnissa Zeid’in yaptığı Füreya portresi
Paris’in ünlü eleştirmenlerinden Jacques Lassaigne ve Charles Estienne’nin kendisini yüreklendirmesiyle ilk sergisini, 1951 Haziranı’nda, Paris’te Galerie M.A.I.’da açar. Folklorun, yazının, el işinin esinlerini taşıyan seramik panolar o dönem oldukça güzel tepkiler alır, doğu ve batının bir sentezi olarak değerlendirilir. Aynı sergi, Türkiye’de formu dışlayan duvar panoları olduğu için eleştirilir. İlk yaptığı panoların duvarda bir resim gibi sergilenmesi ona hem garip gelecek, hem de daha sonra işlevsel olanla izlenir olanı birleştirmesi için yeni fikirler üretmesini sağlayacaktır. Bu yüzden seramik tabak örneklerini kullanıma değil, duvarda sergilenmeye yarayacak şekilde üretir.
“Sonra Paris’e geçtim birkaç yıl sonra. Orada atölyem oldu. İşin tekmil taraflarını orada mükemmelleştirdim. 1.5 sene kadar da o sürdü. O zaman bile ben bu seramik işinin hayatımı doldurup dolduramayacağını bilemiyorum. Dostlarım teşvik etti, ilk sergimi açtım. Çok iyi kritikler aldım. O sırada İstanbul’da Maya Galerisi açılmıştı. Adalet Cimcoz, benim çok iyi dostumdu. Onlara Paris’ten davetiyeyi gönderdim, yazıları gönderdim. Onlardan cevap aldım. Benim niyetim sergiden sonra İstanbul’a gelmek. Çok düşündüm İstanbul’a geleyim mi, orada kalayım mı diye. Ama maddi imkanlarım yoktu. Onun için İstanbul’a döndüm 1951 yılında.”
Füreya Koral ve Kılıç Ali
1951’de dönüşünden sonra, Kılıç Ali ile Harbiye’deki El Irak Apartmanı’na yerleşirler. Aynı yılın Kasım ayında ise Adalet Cimcoz’un kurduğu Maya Galerisi’nde Türkiye’deki ilk kişisel sergisini açar. Sergide çini geleneğini temel alan duvar seramiklerini ve folklorik temaları yorumlayan farklı çalışmaları mevcuttur.
Füreya’nın değerleri değişince yaşam tarzı ve arkadaşları da değişir. Kocası Kılıç Ali bu durumdan hiç memnun değildir. O, karısının eskisi gibi güzel bir ev sahibesi olmasını ister. Yemek davetleri versin, şimdiye kadar olduğu gibi yemekten sonra iskambil oyunları oynansın, bir “kil çılgınlığına” (sanatını böyle nitelendirir) tutulmadan önceki gibi olsun ister. Aynı yılın Ekim ayında, maddi açıdan rahatlamak için çok sayıda mobilya ve eşyasını bir gazete ilanıyla duyurarak müzayedede satışa çıkarır. Bu satış, Kılıç Ali ile yol ayrımının başlangıcıdır.
1952’de Paris’te yaptırdığı seramik fırınını İstanbul’daki gümrükten tanımlaması olmadığı için ekmek fırını olarak geçirir. Hastalığı tekrar nükseden Füreya, tekrar Paris’e giderek doktorunun tavsiyesiyle ameliyat olur. Riskli sayılan bu ameliyatla akciğerinin bir parçası alınır. Birkaç aylık dinlenmeden sonra İstanbul’a veremden kurtulmuş olarak döner.
Füreya, artık bambaşka bir kadındır. 1950’li yılların başında, tek bir broşu hariç bütün mücevherlerinin çalınması üzerine, hayatının sonuna kadar mücevher almamaya ve takmamaya karar verir. 1951’de annesine gönderdiği bir mektupta, “Ben kendimi bulacağımı hiç zannetmiyordum. Kendimi buldum, geçirdiğim her şeyi unuttum; hatta geçirdiğim bütün ıstıraplara şükrediyorum, çünkü onları geçirmeseydim ben, ben olmazdım. Hasta olduğuma şükrediyorum çünkü o beni kurtardı.” yazması, bu değişimin özetidir adeta.
Füreya Koral’ın kalan tek broşu
Kılıç Ali’nin ilk evliliğinden dünyaya gelen gazeteci Altemur Kılıç, o dönemi şöyle anlatıyor: “(…) Yıllar geçtikçe, hele babamın zaten mahdut olan servetini hayat pahalılığı aşındırdıkça, Füreya ile araları soğumaya başladı. Herhalde Füreya da sanatı özlemeye, babamın muhitinden sanatçı kişilere ve muhitlere özlem duymaya da başladı. Bu sırada verem oldu. Babam bütün mali gücünü sarfederek onu İsviçre’ye Leisen’e sanatoryuma gönderdi ve tedavi ettirdi. Avrupa’dan dönüşlerinde Harbiye’deki El Irak apartmanındaki dairede bir seramik fırını kurulacak ve Füreya ilk güzel eserlerini burada vermeye başlayacaktı. Ama babamla çevreleri de ayrılmıştı. Füreya, babamın asla uzlaşamayacağı bir sanatçı çevresine girmiş, o çevre de eve girmişti. Babam bunlardan fena halde rahatsız oluyor ve aynı evde kendi eski çevresini devam ettirmeye çalışıyordu. Olamadı. Bir aralık bir süre Paris’te yaşamayı denediler, olamadı. Neticede bir gün ayrılmaya karar verdiler. “
Hilton Oteli için yaptığı sehpa
“İstanbul’a gelince atölyemi açtım, evimi yerleştirdim. 51’de ilk sergimi açtım. O zaman daha Türkiye’de ne seramik sergisi ne de atölyesi var. Ve bu benim üçüncü olayım ve üçüncü evliliğim oldu. Çünkü üçüncü evliliğimi ben seramikle yaptım.”
1953’te Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra El Irak Apartmanı’nda Türkiye’nin ilk özel seramik atölyelerinden birini kurar. Bu atölye o dönemin sanat ve düşünce insanlarına ev sahipliği yapar. Yahya Kemal’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Abidin Dino’ya ve dayısı Cevat Şakir Kabaağaç’a kadar dönemin ünlü edebiyatçı, sanatçı, kültür ve düşünce insanlarını atölyesinde ağırlar. Bir yıl sonra bohem hayatını kabul edemeyen Kılıç Ali’den boşanır. Elmadağ’da bulunan Şakir Paşa Apartmanı’na taşınıp küçük atölyesini kurar. O dönem Hilton’dan 50 tane sehpa siparişi aldığında duyduğu memnuniyeti yıllar sonra, “Daha seramikten hiç para kazandığım falan yok. Param yok, pulum yok. İlk defa hayatımı kazandım” diye anlatır.
Füreya Koral ve Şirin Devrim
Füreya Koral’ın ilk dönem yalnız motif bağlamında değil, pano formunda olma özellikleriyle de, el işi, çini, hat, rölyef gibi türlere yakındır. Resimsel üslupla ele aldığı panolarının resim muamelesi görmesi hoşuna gider.
Füreya Koral, 1955 (Yıldız Moran’ın fotoğrafı)
“Şaşkınlıkla şunu gördüm, bu küçük panoları insanlar alıyor ve birer resim gibi duvarlarına asıyorlardı. Kuşkusuz seramik panonun yeri duvardır, ama duvara gömülen, duvarla bütünleşen, daha doğrusu duvarın kendisi olan panodur. Ama bu, seramik panoya resim muamelesi edilmesi hoşuma gitmedi değil.”
Füreya Koral’ın litografi (taş baskı) ve çizim yaptığı 1950’li yıllardan Paris
Çalışmalarıyla seramik sanatımızı dünyaya açan Füreya Koral, çini sanatımızı da çağdaş bir yorumla Türk mimarisine yeniden kazandırır. İlk dönem seramiklerinde Batı’da olduğu gibi formlandırma amacını değil, geleneksel İznik çinilerinde izlenen yüzeyselleşme ve mümkün olduğunca panolaşma eğilimi gösteren Koral, bu amaçla Osmanlı yapılarında araştırmalar yapar. Bu araştırmalarının etkileri sanatçının büyük boyutlu panolarında ortaya çıkar. Koral, Süleymaniye ve Valide Camisi’nde görülen İznik çinilerinin durgun, ölümsüzlüğü çağrıştıran havasına karşılık, eserlerinde İstanbul’daki güncel yaşamının uzantısı olan bir hareketlilik, kıpırtı yorumu getirir. Sanatçının yaptığı ünlü Divan Pastanesi Panosu bunun en yetkin örneğidir.
Divan Pastanesi, 1968
“Düşlediğim büyüklükte bir duvardı. Siyah beyaz olacaktı. Ama konusu ne olacaktı? Düşünüp duruyordum ve Divan Oteli’ne sabah, öğlen, ikindi, akşam gidip duruyordum. Bir gün, bir akşamüstü otelin önündeki ağaçlara tünemiş sığırcıkları gördüm. Arada bir hep birlikte havalanıyor, sonra yeniden gelip ağacın dallarına konuyorlardı. Müthiş bir hareketti bu, onca trafiğin, gelip geçen insan kalabalığının arasında. İşin garibi, bu gelip geçen kalabalıktan hiç kimse onları görmüyordu. Bu bir anda havalanan siyah kuşları, onların boşlukta yarattığı devinimleri kimse ayırt etmiyordu. Yalnız kuşlar değil, insanlar da, o sokakta karşılaştığımız kalabalıklar da benim ilgimi çekmiştir. Nerden gelirler, nereye giderler, ne düşünürler? Niçin yüzleri böyle asıktır? Niçin hiç gülmezler? Niçin burunlarının dibinde, bir doğa mucizesi gibi gök boşluğunda kanat çırpan sığırcıkların farkına varmazlar? Hep merak etmişimdir. O gün de, bir yandan sığırcıklara, bir yandan onları görmeyen, sanki hiçbir şey görmeyen bu insanlara bakadurdum. Eve döndüğümde o heyecanla ilk notumu aldım: Otelin önündeki ağacın dallarına konmuş, arada bir havalanan sığırcıkları gerçekleştirecektim siyah beyaz panomda. Böylece dışardaki kuşlar içeri girecek, pastanenin duvarında yerlerini alacaklar, gören göz de, bunların dışardaki kuşlar olduğunu, buraya konuk geldiklerini, birazdan bu panodan da kanat çırpıp dışarı, o kirli havaya, gök boşluğuna doğru süzüleceklerini anlayacaktı. Kahveler, çaylar, limonatalar içilecek, turtalar, pastalar, dondurmalar yenilecek ve duvardaki siyah beyaz panoya bakılacaktı.”
Wall Panel A, Ziraat Bankası, Harbiye, 1966
1966 yılında İstanbul’da bulunan Ziraat Bankası’nın cephesine montajını gerçekleştirdiği Wall Panel A isimli seramik eseri aynı ölçüde olan kare boyutlardaki kesitleri bir araya getirilerek oluşturulmuş ve çini sanatının çağdaş anlamda uygulanmasına bir atıf niteliğindedir. Koral, sanatsal bir miras niteliğinde olan Osmanlı ve Selçuklu çinilerinin kendini tekrar eden tutumundan sıyrılması gerektiğini, ancak özünde bulunan teknikleri ve kompozisyon uygulama tekniklerini kaybetmemesini gerektiğini düşünür. Wall Panel A isimli seramik eserinde bunu uygular. Eserinde, kobalt oksitle renklendirmeyi tercih ederek gelenekselliği, desenlerinde ise çağdaş etkileri ve soyut öğeleri kullanmıştır.
Unkapanı Manifaturacılar Çarşısı, Soyut Kompozisyon, 1969
“Unkapanı’ndaki Manifaturacılar Çarşısı yapıldığında, bazı sanatçılara duvarlar verildi. Bunlardan kimi ana caddeye bakan duvarlardı. Kimi yan duvarlardı. Kimi avlunun içinde yer alan, ama ana caddeden de bir oranda görülen duvarlardı. Benim payıma, bu sonuncu duvarlardan biri düştü. Bu duvarı yerinde görmeye gittiğimde, duvarı ve çarşıyı değil, Süleymaniye Camii’ni gördüm. Yalnız onu gördüm. Çarşı, Süleymaniye’nin eteklerinde, daha doğrusu onun gölgesinde kurulmuştu. Ben Süleymaniye’nin eteklerinde, daha doğrusu onun gölgesinde kurulmuştu. Ben, Süleymaniye’nin, o görkemli yapının gölgesinde ne yapabilirdim ki? Günlerce gidip bu duvarın karşısına oturdum. Sabah, öğlen, akşam. Işık durumuna baktım. Ve durmadan gün boyu değişen Süleymaniye’nin silüetini seyrettim. Sonra duvardan uzaklaştım, ana caddeye çıktım. Buradan geçenler duvarı uzaktan görüyordu. Dolayısıyla, ancak büyük bir leke onların gözünü çekebilirdi. Ben de bir değil, üç büyük leke düşledim. Üç büyük leke, yaklaştıkça keşfedilebilecek, görülebilecek, ayrıntıları okunabilecek üç büyük leke… Bu nedenle de cam kullanmayı düşündüm. Çünkü, pencere, şişe camı gibi sıradan cam, belli bir sıcaklıkta pişirildiğinde bir prizma etkisi sağlıyor seramiğin üzerinde. Sıcaklık arttığında eriyor ve bu kez seramiğin üzerinde bir sır etkisi yaratıyor. Ben, camı eritmeden prizma etkisi yaratmaya çalıştım. Böylece, seramiğin renkleri, bu cam prizmadan süzülerek yansıyacaktı… Yalnızca, sevgiyi, sevinci, mutlu, hoş anları dile getirsin istedim biçim ve renklerim. Ve bu panoyu gerçekleştirirken, Büyükada’daki çocukluk günlerimi, o günlerin anılarını yaşadım, elime yön versin, işimi kolaylaştırsın diye.”
“Bu kuşları yaparken aslında bir hareketi gerçekleştirmek istedim. Giacometti’nin figürleri nasıl yürümekte iseler, ben de bu kuşlardan, kuşun uçuşa geçtiği ânı gerçekleştirmek istedim. Yerden havalanışlarını. Ama gördüğünüz gibi üstesinden gelemedim. Çünkü kuş değil, kuşun uçuşu, kanatlanışı, havaya yükseliş ânıydı benim ilgimi çeken. Çok kuş yaptım. Tünemiş kuşlardı. Hareketsiz. Bu kez uçuşlarını, yerden havalanışlarını yapabilir miyim diye sordum kendime.”
Her bir eseri çok değerli olan usta sanatçının, Türkiye Büyük Millet Meclisi için sehpa, vazo, çanak ve küllük gibi çalışmalarından neredeyse hiç kimsenin haberi olmamıştır. Birçoğu Füreya imzalı olan sehpalar meclis odalarında ve bahçelerde kullanılmak üzere, 1960 – 1969 yılları arasında yapılmıştır. Sehpalar, birkaç farklı formda tasarlanarak ölçüleri neredeyse eşit ve seri halde üretilmiştir. Bir dönem meclis odalarında milletvekilleri tarafından kullanılan bu sehpalar depolara terk edilmiştir. 2017’de Füreya Koral’ın Meclis binası için atölyesindeki öğrencileriyle birlikte özel olarak tasarladığı sehpalar, depolardan çıkarılıp onarılır. Meclis’te halen 200 dolayında Füreya Koral ve öğrencilerinin imzası olan seramik sehpa bulunur.
“İstiyorum ki yaptığım çini tabakta en fakir ev yemek yesin. Benim çinilerim herkesin olsun. Yaptığım masa her evde bulunsun. Bir ocak yapmalıyım çiniden. Güzel bir merdiven başı. Kahve fincanlarım olsun bütün kahvelerde. Zengin fakir, iyi kötü bütün evlerde. Genç, ihtiyar bütün ellerde. Sanatı müzelerde hapsetmek yok. O sanat ölü sanattır. Çağımıza yakışmaz. Eski Yunanlılar, sanatı hayatlarına karıştırmışlar. O üniformalı müzelerde gördüğümüz Yunan çanağı şarap içmek içindi. Güzelim testi su koymak, güzelim tas su içmek içindi. Heykeller meydanları doldurmuştu.”
“Bense kendimi hiç doğuya ait hissetmedim yaşamım boyunca. Bir gün seramiğe başladığımda bir de ne göreyim, içimdeki tüm imgeler, hayranı olduğum batı toplumunun zevkini, felsefesini biçimini değil de, benim doğup büyüdüğüm toprakların renklerini, biçimlerini, simgelerini yansıtıyordu. Ben Osmanlı laleleri, karanfilleri ve söğütlerinin, Kütahya yeşilinin, kiremit kırmızısının hele de Akdeniz turkuazının tutsağı imişim… Ben tepeden tırnağa Bizans, İstanbul ve Anadolu imişim, meğer!”
“Benim için seramik her şeyden önce bir araç, kitap, müzik gibi… Dünyayı ifade etmek, kendi dünyamı yaşamak, yaşayabilmek için paylaşabilmek için bir araç… Yani seramik yalnızca bir süs eşyası, bir tüketim malı değil…”
Koral, 1970’li yıllardan sonra ev ve insanı konu alan çalışmalar üretir. Seramik Evler, Seramik Kapı (1979), Mahalle (1980) adıyla anılan seriler üreterek evin içtenliğini, duygusallığını çevresiyle birlikte vurgular. Füreya’nın seramik evleri, anılarının izlerini taşıyan, evin sıcaklığını, düşselliğini hissettiren çalışmalardır. Saksı, kuş, kapı, pencere gibi sembolik elemanları birlikte kullanan Füreya Koral, kendine ait bir dünya oluşturma hissini küçük mekânlarda buluştururken, kapı ve pencereyle dışarıdan içeriye açılan küçük bir yuvayı duyumsatır. Füreya Koral’ın seramik evleri özellikle minyatür boyutlarıyla izleyeni düşsel bir dünyaya götürür, eve duyulan özlemi barındırır.
Yürüyen İnsanlar
Koral, eserlerinde yer yer figürlere de yer verir. Bunlar içinde en dikkat çekici olan, Ferit Edgü’nün en umutsuz yapıtları olarak nitelediği, Koral’ın 80’li yaşlarda gerçekleştirdiği, aralarında hamile bir kadının da bulunduğu, boşlukta hayaletimsi bir şekilde duran insanlardan oluşan pişmiş toprak figürlerdir.
Aliye Berger, Fahrelnissa Zeid, Robert Trainer, Şirin Devrim, Hakkiye Koral ve Füreya Koral
26 Ağustos’ta 1997’de, İstanbul’da 87 yaşında yaşama veda eden Füreya Koral’ın yapıtlarının en büyük özelliği seramiğin ana malzemesi kili, özgün yorumunu iletmede bir araç olarak kullanmasıdır. Onun bu tutumu, 1950’li yıllara kadar batı dünyasında bile yaygın değildir. Kurduğu Batı düzeyinde donanımlı atölyesinde Alev Ebüzziya, Bingül Başarır, Binay Kaya, Mehmet Tüzüm Kızılcan gibi sanatçıları yetiştirmiştir.
Ara Güler’in objektifinden Füreya Koral
“Birçok tanınmış seramikçi benim atölyemden çıktı. Ama ben hiçbir zaman ders vermedim. Çalışmak istedikleri zaman da “Ben size bir şey öğretmeyeceğim… Benim çalışmamı göreceksiniz… Ondan ne kapabilirseniz kaparsınız… Sorarsınız bana… Benim yaptığım gibi yapmanızı katiyen istemiyorum. Ama çamur nasıl kullanılır onu göreceksiniz… İstediğinizi yapın.”
Kaynak
Füreya Koral’ın Hayatı ve Sanatı, SERAMİK FORM VE YÜZEYLERDE RESİMSEL ANLATIMLAR VE İMGELER, Füreya’nın Yaşayan Seramikleri, Seramik Eserlerde Evin Anlamı, Yaşamı Güzel Kıldı Yalnızlığı Bile, Büyükada’daki Yalnız Kız: Füreya, Bir Yaşam Bir Anlatı Füreya Koral, Füreya’yı Yaratmak, Füreya Koral: Meclis Seramikleri, Çağdaş Türk Seramik Sanatının Mimari Dekorasyon ile İle İlişkisi ve Atilla Galatalı’nın Devingen Yüzey Kuramı