Menu

7 Önemli Düşünür ve Sözleri



Montaigne, Spinoza, Marx başta olmak üzere binlerce yıllık felsefe tarihinin önemli düşünürlerini ve bu düşünürlerin önemli sözlerini özetledik. Bu yazımızın başlangıç yazısı olan Kısa Alıntılarla 8 Önemli Filozof ve Felsefe Tarihi yazımızı da okumanızı öneriyoruz.

1. Michel de Montaigne (1533 – 1592), Ruhumu Dinlendirmeye Çalışmaktansa Örselemeyi Tercih Ederim

Çocukluğunda iyi bir eğitim hayatı Michel de Montaigne, çok heves duymadan sürdürdüğü hukuk öğreniminin ardından kamuda görev almış, Vergi Mahkemesi danışmanlığına, ardından Bordeaux parlamentosuna atanmıştır. Burada Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’in yazarı Étienne de La Boétie ile orada tanışmıştır. Canciğer, istisnai dostluğu hakkında, popüler bir şarkıcının şarkılarından birine de isim veren şu ünlü sözleri edecektir: “Onu neden sevdiğim sorulacak olursa, sanıyorum, bunu ancak şu cevapla açıklayabilirim: Çünkü oydu, çünkü o bendim.”

La Boétie’nin 1563’te ölümü Montaigne’i adeta öksüz bırakacaktır. Birkaç yıl sonraki evliliği bile, sonsuza kadar kaybettiği yarısını getirmeye yetmeyecektir. 37 yaşındadır, sevgili dostunun kaybı dolayısıyla teskin edilemez haldedir. Kütüphanesine inzivaya çekilir. İnziva, onu yeniden bulmak ve dünyanın boş hengamesinde bir daha yitirmemek için fırsat olacaktır. Bu kütüphane inzivası, aynı zamanda La Boétie ile olan diyaloğunu kitaplar aracılığıyla sürdürmek anlamına da gelir. İşte bu süreç de ölümüne dek meşgul olacağı, türünün tek örneği olan yapıtı Denemeler’i yazmaya koyulur.

Michel de Montaigne

Denemeler, başlangıçta dağınık düşüncelerin yazıya geçirilmesi biçiminde başlasa da, yapıt çok kısa süre sonra yazarın içinde kendini bulmaya çalıştığı aynaya dönüşür. Kitabın ana malzemesi kendisi olsa bile, yaptığı o kadar da kendini anlatmak, otobiyografik biçimde kendini sunmak değildir. Sadece davranışlarımı, tutumumu yazıyorum, ben buyum diyecektir. Montaigne kendine hayran olmak ya da kendiyle hemhal olmak için yazmaz bu eseri, evrenselliklere temas ve tanıklık etmek için yapar.

Montaigne, ben filozof değilim der, hiçlik üzerine denemesinde. Felsefeyi sofistike bir şiir gibi görür. Felsefi tartışmalar karşısında dehşete düşer. Ona göre insan, hiçbir dogmanın içine hapsolmamalı ve düşünce özgürlüğüne sahip çıkmalıdır. Platon’un fikirlerini sorgulamadan inananlara “Bir şeyin gerçek olduğundan bu kadar emin olmak deliliğin belli bir türüdür ve inançsızlığın uçlarında gezmektir” der.

Bu oluruna bırakma, değişkenlik hali, çok farklı konulara değindiği, alıntılarla süslediği Denemeler’in formunda da açıkça bellidir. Okumak, Montaigne için derin bir bilgi ya da baş ağrısına dönüşmeyecek bir tür aylaklıktır. Bunu, “Aristotales’i incelerken tırnaklarımı yedim” diyerek itiraf eder. Ona göre beyne istif yapıp tıka basa doldurmamalı, bireyin zihinsel gelişimi sağlanmalı, aklı zenginleştirmeli, ruhu sağlamlaştırılmalıdır. Öğrenmeye neşe içinde başlanmalı, yoksa hiç başlanmamalıdır.

2. Thomas Hobbes (1588 – 1679), İnsan İnsanın Kurdudur

Bu sözün gerçek sahibi, MÖ 3. yüzyılın Latin komedya yazarı Plautus’tur, ama bu sözü Thomas Hobbes popüler hale getirmiştir. 1929’da ise Freud, içinde tartışma götürmez bir gerçek yakalayan bu sözleri yeniden kullanır. Uygarlık ve Hoşnutsuzluklar (Malaise dans la civilisation) isimli kitabında şu soruyu sorar. Hayatın ve tarihin bunca öğrettiklerinden sonra, kim böyle bir sözün haklılığını inkar etme cesareti gösterebilir?

Thomas Hobbes

Thomas Hobbes, aslında siyaset düşünürü olarak bilinir. Bir papazın oğludur ve Oxford’daki eğitiminin ardından Baron Cavendish’in oğluna öğretmen olur, onunla birlikte başta Fransa ve İtalya’ya olmak üzere birçok seyahat yapar. Galileo, Descartes, Gassendi gibi o dönemin büyük düşünürleriyle karşılaşır. Kralın yanında olması nedeniyle, beşinci İngiliz Parlementosu tarafından tutuklanma tehlikesi atlatır.

En tanınmış yapıtı Leviathan, bu dönem yayınlanır. Çok sert tepkiler alır. Ateist ve materyalist olmakla suçlanır. Kitabının ismine İncil’de yer alan, Tanrı’nın Eyüp’ü (Job) denemek için gönderdiği yaratığın (dev timsah ya da deniz yılanı) adını verir. Hobbes, “İç savaşların, din savaşlarının hüküm sürdüğü bir dönemde, güvenliği, eğitimi ve yönetilenlerin refahını güvenlik altına alacak tek güç, mutlak iktidar sahibi ve dinden uzak duran rasyonel bir devlettir” der.

Leviathan isimli eserinde, “Doğa insanları zihinsel ve bedensel yeteneklerine göre öyle eşit kılar ki, kimileri bazen ötekilere oranla bedensel olarak daha güçlü ya da zihinsel olarak hızlı olsa da, yine de her şey iyi ölçüp biçilmiştir ki, aralarındaki farka rağmen, birinin herhangi bir şeyden sağladığı çıkar konusunda, öteki de pekala hak iddia edebilir. Sorunun can alıcı noktası da budur zaten. Doğa insanlar arasındaki çatışmayı körükler, çünkü herkes komşusunun göz diktiği şeye kendisi de sahip olmak ister. İnsan sadece kendini korumaya çalışan değil, arzularını tatmin etmek, gücünü arttırmak isteyen bir varlıktır. Benzerlerine karşı kendiliğinden saygı duymaz. Aşırı bireycidir, arzuladıklarına ulaşmakla kalmaz hep daha fazlasını ister. Bu yüzden, insanların evrensel amaçlarının en başına, gücünün üstüne güç eklemeye yönelik tutkuyu koyarım. Bu tutku ancak ölümle sona erer.” der.

“Herkes tutkularını ötekilerle yarıştırır, amaca ulaşmak için her yol mübahtır. Dolayısıyla insan sürekli gizli ya da açık, kendine benzeyenlerle çatışma halindedir. Sonu gelmez bu açgözlülük, tamahkarlık, rekabetin yanı sıra komşusundan çekinmesine de neden olur. Herkes gelecekteki tehlikeleri önceden sezmek, güvenliğini sağlayacak, çıkarını garanti altına alacak, şöhretini korumasına hizmet edecek şekilde önceden saldırmak zorundadır. Bu durum, eşit insanları birbirine hasım haline getirecektir. Bu nedenle, sonsuza kadar insan insanın kurdudur.”

3. Blaise Pascal (1623 – 1662), Kalbin, Aklın Asla Anlamayacağı, Kendine Göre Nedenleri Vardır

Düşünceler adlı eserinde, felsefeyi bir saat bile sıkıntı çekmeye değmez bir disiplin olarak gören Pascal, filozof olarak nitelendiğini bilse şaşırır, hatta rahatsız olurdu. Felsefeyi toptan reddetmesinin temelinde, filozofların boşa kürek çeken zayıf, yalancı, cahil insanlar olduğu kanaatinin büyük payı var. Felsefeyi mahkum eder, çünkü sıkı bir Hristiyandır. Tıpkı Descartes gibi 1654’ten sonra kendini neredeyse tümüyle din sorununa, ateistleri yola getirmeye yönelik Hristiyanlık Dini Savunması’nı yazmaya verir. Bu eser, ölümüyle yarım kalır ve geriye birkaç yüz fragmandan oluşan Düşünceler kalır.

Blaise Pascal

Pascal, bir hukukçunun oğludur. Gençlik yıllarından itibaren dehasıyla kendini kanıtlar. 11 yaşında sesler üzerine bir metin kaleme alır. Bir yıl sonra, Öklid Teorileri’ni otuz ikinci önermeye kadar ispat eder. Hesap makinasının atasını icat eder, projektif geometri, yerçekimi, boşluk vs. ile ilgili çalışmalarıyla matematik ve fizikte tanınır. Geometrik bir düzenlemeye (Pascal Üçgeni), akışkan mekaniğiyle ilgili bir prensibe, basınç ölçümüyle ilgili bir birime adını verir.

Pascal’ın dine dönüş süreci üç süreçte olur: 1646’da babasının hastalığı sırasında spiritüaliteyi keşfi, 1654’te saklı tanrının ona göründüğü Memorial Gecesi ve hasta yeğeninin 1656’da iyileşmesi.

Pascal’ın yol haritasını çizmesinde yararlandığı filozoflar, Epiktetos ve Montaigne dışında, formasyonu ve sorgulama biçimiyle kendisine çok yakın, ama verdiği cevaplarla çok uzak hissettiği Descartes’tir. Metafizik konusunda Pascal, Descartes ile iflah olmaz bir hasım olacaktır. “Kalbin, aklın asla anlamayacağı, kendine göre nedenleri vardır” sözü Pascal’ın Descartes felsefesine muhalefetini kusursuz biçimde ortaya koyar. Bu söz, aklın, duyguların talepleri karşısında aciz kalması olarak yorumlanır. Ancak bu tanım, cümlenin son derece derin metafizik anlamını unutturur.

Pascal, bugün değerler sistemi denilen üç şeyi birbirinden ayırır: Ten, ruh, kalp. Ten dünyevi yanımıza, ruh bilgiye, fikirler dünyasına aittir. Kalp ise inanç ve merhamete dairdir. Pascal, “Tanrı’yı kalp hisseder, akıl değil. İnanç denen budur. Tanrı kalbe duyarlıdır, akla değil.” der. Kalbin, aklın asla anlayamayacağı, kendine göre nedenleri vardır derken kimi zaman açığa vurmakta bile sıkıntı çektiğimiz küçük duygularımızdan çok, metafizik ve tanrı bilincinden söz eder. Gerçeği sadece akıl yoluyla değil, dahası kalp yoluyla da biliriz. Kim olduğumuza dair kendimiz, bize bir şey öğretemiyorsa, bunu öğrenebileceğimiz tek mercii Tanrı’dır.

4. Baruch Spinoza (1632 – 1677), Arzu İnsanın Özüdür

Pek az filozof Baruch Spinoza kadar itilip, kakılıp, lanetlenir. 24 yaşında katı sapkınlık gerekçesiyle Yahudi cemaatinden atılır. Cezası fiziki bir saldırıyla ikiye katlanır. Fanatik bir Yahudi’nin bıçaklı saldırısından zor kurtulur. Hedefi olduğu saldırıyı ve bundan duyduğu utancı unutmamak için delinen paltosunu hayatı boyunca saklar. Daha hiç bir şey yayınlamadan aforoz edilir, üstlenmeyi düşündüğü aile işlerini terk edip yarı münzevi hayata yönelir. Geçinmek için gözlük camı perdahçılığı yaparken, kör olma tehlikesiyle ve çağdaşlarının her türlü hoşgörüsüzlüğüne maruz kalır.

Baruch Spinoza

Spinoza’ya göre gerçek bilgiye ulaşmak ve gerçek etik oluşturmak isteyen herkesin aşağıdaki yolu izlemesi şarttır: “Alay etmek, acımak ya da lanetlemek yerine anlamak.” Bu simgesel formülün yankısı ağır olur. Spinoza işe yaramaz önyargılardan kurtulmak için, duyguların köken ve doğasına tıpkı bir matematik olgusuymuş gibi yaklaşmayı önerir. Tanrı’yı, doğa gibi tanımlayan Spinoza şöyle der: “Değil mi ki, Tanrı her yerde hazır ve nazır olandır, doğayla iç içe geçmiş bir maddedir, öyleyse insan da doğanın ilahi yasalarına karşı gelemez. Duygu ve tutku da birer sonuçtur ve bunları insanın birer günahı, ahlaki bozukluğu ya da kusuru gibi anlamamak gerekir.”

Spinoza’ya göre insanın özü, Tanrı’nın özelliklerinin uğradığı kimi değişikliklerden oluşmuştur. İnsanın özü, Tanrı’nın doğasının özel ve belirlenmiş anlatımı olan haldir. Dünyadaki her şey gibi, insan her şeyden önce bedendir. Ruhumuzun nesnesi var olan bedendir ve bu beden hissettiğimiz, algıladığımız ve bilincinde olduğumuz için vardır. Spinoza’nın çoğu kez tiksintiyle anılan ya da yok sayılan bedeni, insanın özü tanımının merkezine oturtması dikkat çekicidir. Arzu insanın özüdür. Fakat bu arzu ne libido, ne de cinsel arzudur. Spinoza anlatmak istediği arzuyu, varlığın içindeki dayanma gücü ve çabası olarak tanımlar. Dolayısıyla arzu, doğadaki her gerçekliğin merkezinde hazır ve nazır olan dinamizmdir. Arzu, insanın kendisinin farkında olmasıyla gelen iştahtır.

Spinoza, “Arzu, iki duygu arasındaki oyunda kendini ortaya koyar” der. “Neşe ve hüzün. Neşe tam bir olgunluğa geçişi anlatır. Hüzün ise daha düşük bir olgunluğa geçişe aracılık eder. Bütün duygularımız bu iki duyguya göre tarif edilebilir ve arzu bu iki kutup arasında kuvvet olarak değişkenlik gösterir. Aşk, sevgi, hayranlık, umut, memnuniyet, tatmin duygusu, neşenin çeşitli biçimleridir. Nefret, gaddarlık, kin, tiksinti, öfke, kıskançlık, pişmanlık ise hüznün farklı biçimleridir.”

Arzu, bütün değerlerin, yaşamaya değer herşeyin temelini oluşturur. Bir şeyi hiç arzulamayız, çünkü onun iyi olduğu konusunda yargıya varmışızdır, ama bir şeye iyi deriz, çünkü onu arzularız.

5. Karl Marx (1818 – 1883), Ne Kadar Azsan ve Ne Kadar Az Görkemli Bir Hayatın Varsa, O Kadar Çoksun Demektir ve Hayatın Da O Kadar Görkemli Olur

1818’de Prusya egemenliğindeki Rhein bölgesinin Trier kentinde doğan Karl Marx, Yahudi kökenli ama sonradan Protestanlığı seçmiş bir burjuva ailesinin çocuğudur. Hukuk ve felsefe eğitimini tamamlar. Gazeteci, sonra da yazı işleri müdürü olduğu Rheinische Zeitung’da dönemin sosyal ve siyasal koşulları üzerine yazdığı makaleler, Prusya otoritelerinin hışmını üzerine çeker.

karl marx

1848’de Paris’e iltica eden Marx, orada dost olacağı ve hayatının sonuna kadar mesai arkadaşı olarak kalacak, Hegelci filozof Friedrich Engels’le karşılaşır. İkisi Belçika’ya, oradan da 1848 Devrim’ine katılacakları Frankfurt’a geçerler. Şubat 1848’de Komünist Manifestosu’yu kaleme alırlar. 1849’dan sonra bütün hayatını geçireceği Londra’da mütevazi, yer yer zorluklarla yaşanan bir hayatı olur. Filozof, ekonomist, tarihçi, sosyolog olarak, Engels ile birlikte, modern toplumun kalbindeki ekonomik dönüşümü ve sosyal gerilimi anlamaya çalışır.

Marx için siyasal ve sosyal tarihin motoru sınıf mücadelesidir. Modern kapitalist ekonomi aslında egemen bir sınıfa, burjuvaziye dayanır. İktidara geldikten sonra, yüzyıllardır süren ilişkileri parçalamış, ekonomik üretim yöntemlerini ve sosyal ilişkileri alt üst etmiştir. Kapitalizm hümanizm değildir. İnsanı insan olarak değil, işgücü olarak görür. Kapitalizm işçiyi kendine yabancı hale getirir. Yabancılaşma iki yönlüdür. Önce sahipliğinden uzaklaştığı emeğinin ürünü sebebiyle yabancılaşma yaşar. Ama en önemlisi kendi özüne yabancılaşır ki bu, yıpratıcı hatta alıklaştırıcı bir baskı olarak ortaya çıkar. Kendine yabancılaşan insan, artık varlığını hayatından vazgeçmiş biri olarak sürdürecektir. Daha az kitap alacak, daha az tiyatroya, baleye gidecek, daha az düşünecek, daha az resim yapacak, buna karşılık daha çok tasarruf yapacak, sermayesini çoğaltacaktır. Böyle bir yoksunluk içinde yaşamak, yaşamak değildir.

Bu yabancılaşma en çok, daha çoğa sahip olma, özel mülkiyete ulaşma isteğinde ve Marx’ın Alışveriş Fetişizmi dediği şeyde kendini gösterir. Daha çok tüketip daha çok şeye sahip olursa gelecekte daha iyi günler yaşayacağını ona inandıran gerçek burjuva ideolojileri, proletaryaya da bulaşmış olur. İnsan, bu yabancılaşmayı katlanır hale getirmek için dinin kendisine vaat ettiği bir mutlu gelecek yanılsamasına sığınır. Marx bu konudaki düşüncesini bugün de bilinen bir başka formülle açıklar: “Din halkın afyonudur. Çünkü hem gerçekliğe katlanmayı sağlar hem de gerçekliği ayakta tutar.” Oysa denklem basittir, ne kadar azsan ve ne kadar az görkemli bir hayatın varsa, o kadar çoksun demektir ve hayatın da o kadar görkemli olur.

6. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831), Minerva’nın Baykuşu Ancak Gün Batarken Uçmaya Başlar

Schopenhauer, Hegel için “Yazdığı pek çok pasajda, anlamlandırma nezaketini okura bıraktığı kelimeler kullanır” der. Mütevazı bir memurun oğlu olarak doğan Hegel, 1788’de odasını Hölderlin ve gelecekteki rakibi filozof Schelling’le paylaşacağı papaz okuluna girer.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Diplomasını aldıktan sonra papazlığı bırakır, o işten, o işe atılır. Franfurt’ta özel hocalık, Jena’da ücretsiz öğretmenlik, Nuremberg’de lise müdürü olur. İki temel yapıtı bu zor yıllarda ortaya çıkacaktır: Ruhun Fenomolojisi ve Mantık Bilimi. Ancak tanınır olması daha geç tarihte, 1818’de Berlin üniversitelerinde felsefe kürsüsü elde ettikten sonra olacaktır. Hegel kariyer peşinde koştuğu, burjuvalaşmaya çalıştığı gerekçesiyle sık sık eleştirilere uğrar. Dönemin en önemli Alman filozofu Hegel, ansiklopedist enginliğinde sistematik, idealist ve romantiktir. Hegel’e göre, rasyonel olan neyse gerçek o dur, gerçek olan da rasyonel olandır.

Aristotales’in kırlangıcı, Kant’ın güvercininden sonra Hegel’de ornitolojik (kuşbilimsel) bir metafora dönüşür. Minerva, Roma mitolojisinde bilgelik, bilim ve sanat tanrıçasıdır. Yunan mitolojisinde Athena ile özdeştir, ama onun gibi savaşçı nitelikleri yoktur. Baykuş, uyanıklık ve ihtiyat simgesidir. Burada sözü edilen baykuşun uçuşu, aklın, dünyanın hareketine koşut ve her şey olup bittikten sonraki çalışmasının ta kendisidir. Felsefe, ampirizmin (deneysellik) esaretini aşmış, genel ve sakin bir bakış açısı getirmek amacıyla olağanı soyutlar ve olayların dolaysızlığı üstünden yükselir. Bu yüzden, en kusursuz felsefi erdem olan sabrı temsil eder, gün batışını bekleyip, bilincine varıp tanımlayıp ve anlamak için gerçekliğin tümüyle oluştuğu zamanı bekler. Aklın faaliyeti büyük kavram darbeleriyle, ancak o zaman başlar. Baykuş yalnız geceleri görür, zira güneş onu kör eder. Şeylerin rasyonalitesini tarihin hizmetine sunmak için, işe ancak akşamın karanlığında koyulabilir.

Hegel felsefenin her türlü ütopik, kehanete, hatta geleceğe dönük işlevini reddeder, dünyayı değiştirme çaba ve eylemlerine karşı çıkar. “Felsefe çağını kavrar ve ondaki gerçeği dile getirir, filozofun rolü, daha iyi bir dünya düşlemek değildir. Gerçekliğin içinde olmak istiyorsa, şimdiki zamanda kalmalı ve şeylerin nedenini sunacak güçleri kavramlaştırmalıdır” der.

7. Ludwig Wittgenstein (1889 – 1951), Konuşulmayacak Yerde Susmak Gerekir

Ludwig Wittgenstein, 1921’de sonradan 20. yüzyıl felsefesinin başyapıtlarından biri sayılan kitabını yayınlar, Tractatus Logico-Philosophicus Başlığı Spinoza’nın Tractatus Theologico-Philosophicus’una gönderme yapan kitap, özellikle de analitik felsefe düşünürleri arasında muazzam yankı ve etki yaratır. Okunması zor bir kitaptır. Numaralanmış başlıca yedi önermeden ve bunları açıklayan, aynı şekilde numaralanmış ikincil önermelerden oluşur. Kitabın bütünü, edebi olmaktan çok, matematik özellikler taşıyan ve kısa cümlelerden oluşan bir dille kaleme alınmıştır. Bu kitabıyla felsefenin tüm problemlerini çözdüğünü düşünmektedir. Nitekim o tarihten Cambridge’e yerleştiği 1929’a kadar felsefeyle ilişkisini keser.

Ludwig Wittgenstein

Karmakarışık ve sık sık beklenmedik tepkiler veren bir kişiliği vardır. Avusturya-Macaristan kökenli zengin bir sanayici ailedendir. İngiltere’de mühendislik eğitimi görmüş ve gelecekteki reaktörlerin habercisi niteliğindeki, reaksiyonlu bir uskur (gemi pervanesi) prototipi tasarlar. Babası öldükten sonra kalan mirasın önemli bir bölümünü, aralarında Rainer Maria Rilke, Oskar Kokoschka’nın da bulunduğu Avusturyalı avangard sanatçılara aktarır. Kitabını yazdıktan sonra Avusturya’ya döner ve ard arda, önce öğretmenlik, ardından bir manastırda bahçıvanlık yapar. Son olarak kızkardeşinin Viyana’daki evinin inşasına girer. Bu ev, modernist ve yalın tarzıyla hala ayaktadır. Kendisi ne kadar şaşırtıcı ve renkli bir kişiliğe sahipse, düşünceleri de o ölçüde yalın ve sadedir. Wittgenstein’ın çok özel bir felsefe yaklaşımı vardır ve mistizme belli ölçüde açık kapı bırakan yazım tarzı da aynı şekilde özgündür.

Bilgiyi yok etmem gerekiyordu ki, inanca yer açabileyim, diyerek sessizliğe yer açmak için dilin kullanımını kısıtlamaya çalışmıştır. Peşinden hiçbir önerme gelmeyen, kitabının son önermesinin anlamı da buradadır. Çünkü Wittgenstein’a göre bu son aforizmanın açıklamaya değil, sessizliğe ihtiyacı vardır: Konuşulmayacak yerde susmak gerekir.

Bu formül, hakim olmadığın konuda konuşmamak gerekirin felsefi versiyonundan öte birşeydir. Wittgenstein, felsefenin tüm önermelerinin büyük çoğunluğunun yanlış değil, ama anlamsız olduğunu, yani dilin ve dünyanın mantığının kuralları önemsemeden oluşturulduğunu düşünür. “Filozofların önerme ve sorularının büyük çoğunluğu dilimizin mantığını anlamıyor olmaktan kaynaklanır” der. Filozofa göre dil dünyayla eşbiçimli, tümüyle eşdokulu olmalıdır ki, edindiğimiz önermelerle, olgular tam uyum içinde olsun. Bir önerme, ancak mantıki yapısı tarif ettiği olgununkiyle aynıysa, doğruluk iddia edebilir. Aksi takdirde anlamdan yoksundur. Wittgenstein, düzgün mantıki formu olmayan önermeleri çoğaltmamayı emrederek, konuşulmayacak yerde susmak gerekir cümlesini tekrarlar ve bunu uygulayarak sadece dilde ve dil üzerinde oluşan çok sayıda problemden bile uzak durmuş oluruz der.


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir