Menu

Popüler Kitap Listelerinde Pek Görmediğimiz 14 Kitap



Oktay Akbal, Kemal Bilbaşar, Füruzan, Muzaffer Buyrukçu başta olmak üzere çok okunan kitaplar gibi kitap listelerinde pek görmediğimiz, Türk Edebiyatı’nın önemli eserlerini listeledik.

1. Füruzan (1932 – ), 47’liler, 1974

furuzan - 47liler

Edebiyat hayatına 1956 yılında dergilerde yayımladığı hikayeleriyle başlayan Füruzan, ilk çıkışını Sait Faik Ödülü’ne de değer görülen Parasız Yatılı adlı kitabıyla yapar ve edebiyat listelerinde genellikle bu kitabı önerilir. Ömer Türkeş “12 Mart sonrasında yayımlandığında ne çok sevilmiş ne çok tartışılmıştı 47’liler. 47’li abi ve ablalarına bakarak yollara düşen devrimci gençler, romanı kolayca benimsemişlerdi. Kolay okunan bir roman değildir. Zorluğu dilinden ya da romanın teknik özelliklerinden kaynaklanmıyor. Çok ağır bir duygusal yoğunluğu, ağdalı olmayan derinlikli bir hüznü, yitik bir kuşağın acıları var romanda.” der.

47’liler ya da Türkiye solunun tarihine 68’liler diye geçenler, kabaca 1945 ila 1950 doğumlu, şehirli orta sınıf çocukları. 1970 dönemini anlatan romanın 47’liler adı, 68 Kuşağı diye andığımız genç kız ve delikanlıların çoğunun 1947 doğumlu oluşundan yola çıkmış. Bu genç kızlardan Emine’nin polis işkencesindeki günleri, ailesinin halkla ilişkilerini gözlediği çocukluk yıllarına dönüş anımsamalarıyla başlıyor.

“Adam ışıkta sarı sarı parlayan ceket düğmelerini yoklayarak, “Bağırıp durma kaltak orospu” dedi. “İstediğimiz kağıdı imzalayana kadar buradasın imansız. Biz deli numarasını yutmayız.” Bu, kendini göstermekten sakınmayanlardandı. Gülümsedi adama ya da gülebildiğini sandı. Tutukluların gülmelerine çok öfkeleniyorlardı. “Delirmiyorum” dedi. Adam ilerledi gövdesini, kollarını, bacaklarını toparladı, savunmaya geçti. Korku kanından hızla dolaşıp, parladı, ezildi, yok oldu. Bu hep böyleydi. Kargaşanın sıralanması diyordu buna. En sonunda bağırmak vardı. Gırtlağının elverdiğinde de öteye bağırma. Haykırma. Uluma. Bu evreler olağandı. Ağlamak ise asla.”

2. Muzaffer Buyrukçu (1928 – 2006), Her Şey Bittiği Yerde Başlar, 2016

muzaffer buyrukcu - her sey bittigi yerde baslar

Selim İleri “Muzaffer Buyrukçu orta katın insanlarını (yoksulluktan az çok kurtulmuş, ama yalnız karnını doyurabilmiş kişileri) anlatmayı amaçlamış. Bu alanda çok sayıda, kimileri gerçekten çok güzel ürünler vermiştir Buyrukçu. Son yıllarda aşırı ayrıntıcı davranması bir yana, Buyrukçu, gözlemlerinde doğal olabilmiş bir yazar. Yaşantı parçalarını yansıtırken içten davranıyor. Küçük memur dünyasının tekdüze, bunaltıcı özelliklerini, yumuşak, esnek, yalın bir dille işliyor. Ayrıca çalışan insanların, ekmeğini güç kazananların kendi aralarındaki çekişmelerine eğilişiyle de ilginç…” der.

Kimi yazarlar gibi, İstanbul’u dertsiz, tasasız, kent olarak görmedi, Buyrukçu farklı bir İstanbul’u yazdı. Bireyci-toplumcu ayrım ve çatışmasının da belirgin biçimde yaşandığı yıllarda yazmasına rağmen, her iki yaklaşıma da yakın olmadı. Kadim dostu Cemal Süreya, dürbünün tersiyle aşık olan adam ya da Edebiyat Mareşali derdi (edebiyat alanında elde ettiği başarıları meydan savaşı kazanmaya benzettiği için). Orhan Kemal için Buyruk ve Muzo, arkadaşları arasında Arnavut Prensi ve Muzo Baba olsa da, onun bir başka lakabı da işçi sınıfının, halkın içinden çıkan bir yazar olduğu ve acılarla, yoklukla mücadele ettiği için Maksim Gorki’dir.

Her Şey Bittiği Yerde Başlar, 1956, 1957, 1959 yıllarında yayımlanan Katran, Acı ve Korkunun Parmakları adlı üç kitabın öykülerinin bir araya getirilmesiyle oluşturuldu.

“Arkadaş olmamız, birbirimizi sevmemiz oldukça güç, üç kişi sandala atladık. Ağır ağır açılıyoruz. Tüy hafifliğinde sıcak, tuz kokulu bir yel yüzlerimizi yalayıp geçiyor… Terlemeleri, gözlerimize kaçan kurumları trende bıraktık. Tünelleri de, ırmakları da, kel dağları da, ekilmiş tarlaları da, ansızın görünüp kaybolan eşekli köylüleri de… Şimdi şehrin denizindeyiz. Islığa, çalgılardan gelecek seslere benzer sesler var içimizde. Bir yerimde tel tel kıpırdamalar oluyor. Gülesim geliyor, bir yere koşarak varmam gerekiyormuş gibi ileriye atılıyorum. Sevinç mi acaba? Ama tel tel kıpırdamalara, kafamın içindeki evlerin, sokakların açılıp kapanmasına, uzamasına, lambaların durmadan yanmasına sevinç diyebilir miyim gerçekten? Bir ekmek bıçağının döşemeye saplandıktan sonra titremesi, bir kuş sürüsünün şöyle uçuşu gibi bir şey!”

3. Oktay Akbal (1923 – 2015), Garipler Sokağı, 1967

oktay akbal - garipler sokagi

Oktay Akbal “Babamın erken ölümü, ekonomik durumumuzun bozulması, annemle kapalı bir yaşam, geçim sıkıntısı beni iç dünyama kapattı. Olaydan çok iç düşünceler, sezgiler, arayışlar, düşler ağır bastı. Ama bunlardan da yalnız kendimi değil, kendime benzeyenleri anlattığımı, her okuyanın bu öyküleri kendisi yaşamış gibi duymasını istedim. Doğallıkla bu, kendiliğinden oldu. Yazmanın, anlatmanın doğal akışı içinde.” der. Oktay Akbal, Garipler Sokağı’nda şiirsel dili, içten anlatımı ile Fatih semtindeki sokaklardan birini anlatır. Yakın bir tarihte kaybettiğimiz Tahsin Yücel Garipler Sokağı için “Son günlerini yaşayan bir fakir sokağın günlük hayatını anlatıyor. Fakat öylesine anlatıyor ki, vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorsunuz, kendinizden geçiyor, Garipler Sokağı’nın fakirlerinden biri oluveriyorsunuz.” der.

“Garipler Sokağı, iki mezarlık arasında tozlu, çamurlu yollarlarla uzanan bir sokaktır. Burda her meslekten insan vardır. Manav, kasap, kunduracı, arabacı, memur, ustabaşı, amele, işçi kız, dul, ihtiyar, çocuk… Burda herkes sabahın erken saatlerinde işine gider akşam olunca ellerinde yiyecek poşetleriyle evlerine dönerler. Gündüzleri gürültü, patırtı eksik olmaz. Kadın dedikoduları, çocuk sesleri birbirine karışır. Her evde bir zanaat erbabı yetişmiştir. Kadın, erkek, çocuk herkes elleriyle bir şeyler yapmasını bilir. Akşamları işten dönenler, sokak ortasındaki kahvede buluşur. Bu sokakta kavga hiç eksik olmaz. Kavgalar tatlılıkla bastırılınca sokak tenhalaşır. Sokağın ortasındaki kahvede iyi günlerde sandalyeler sokağı boydan boya kaplar. Tavla, iskambil, domino, kumar oynanır, bol bol küfürler edilir.”

4. Faik Baysal (1922 – 2002), Sarduvan, 1944

faik baysal - sarduvan

Şiir, hikaye ve roman dalında eserler veren Faik Baysal Sarduvan’ı yazdığında yayıncılar, kitabın bazı bölümlerini sakıncalı bulurlar ve yayımlamak istemezler. Sonunda kitaptan yüz sayfalık bir bölüm çıkarılır ve o şekliyle yayımlanır. Bu durumuyla bile Sarduvan, o günlerde büyük yankılar uyandırır, büyük övgülerin yanı sıra, büyük tepkiler de görür.

Günümüzde sakıncalı bulunup atılan bölümleri de eklenerek yayımlandı. Baysal ‘‘Ben bu romanı on dokuz yaşında, İkinci Dünya Savaşı sırasında, karakollar bir yana muhtarlıkların önünden geçmeye korktuğumuz, devlet yönetiminde bulunanları eleştirirken evlerimizde bile sesimizi kıstığımız tek parti döneminde yazdım. Sarduvan bugün Sakarya ili sınırları içinde bulunan şirin bir sayfiye bölgesidir. Resmi adı Serdivan’dır. Adapazarlı olarak romanıma o yörenin adını koymak, onu edebiyat tarihine mal etmekten her zaman övünç duydum.’’ der. Sarduvan, 1940’ların başlarında geçen, toplumdaki adaletsizliği, vurgunculuğu ve sefaleti konu alan sosyal gerçekçi bir roman.

“Sarduvan’ın gerçek adı Serdivan’dı. Ben daha çok Sarduvan’ı sevdim. Bana ötekinden daha sıcak, daha hoş, daha cana yakın geldi. Zamanın acımasız bir katil olduğunu söyleyenler haklıydı. İnsanların ağzında yuvarlana yuvarlana Sarduvan oluveren bu Serdivan’a ne demeli? Bütün gözyaşlarına karşın giderek ısınmaya başladığım bu köyün tüm varlığı tahta bir cami, iki kiremit ocağı, bir sinek ordusunun gece gündüz talim yaptığı pis bir kesimhane, birkaç ağanın topraklarıyla sımsıkı çevrili olan, azar azar yeşillenmeye ve ormanlaşmaya yüz tutan tepeler dizisi, bir de akşamdan akşama dev ağaçların dallarına tüneyen ve sabahı iple çeken aç gözlü kargalardı. Ben de bu kargalardan biriydim. Hepsini çok kıskanıyordum yine de. Onlar istedikleri yere uçup gider ve karınlarını kolayca, hiç çalışmadan doyururken ben daha dürüst yürümeyi bile beceremiyordum yeryüzünde.”

5. Orhan Duru (1933 – 2009), Bırakılmış Biri, 1959

orhan duru - birakilmis biri

Türk Edebiyatı’nda bilimkurgu ve öykülerinde hem fantastiği hem ironiyi hem de acıyla güldürüyü yan yana getiren, kara mizahı ustaca kullanan Orhan Duru’ya göre Bırakılmış Biri öykü kitabının özellikle adı, kendi kuşağının içinde bulunduğu durumla bir özdeşleşme gösterir. “Biz de bırakılmış bir kuşaktık” der.

Güven içinde değildir bu kuşak, çünkü ülkeyi yönetenlerin artık edebiyat ve düşün yaşamıyla, toplumu bu kuşağın anladığı biçimde ileriye götürmekle ilgisi yoktur yazara göre. Bu nedenle de, kitabın kapağındaki gebe kadının, belki de toplumun bir şeylere gebe olduğunu yansıttığını dile getirir. Nitekim bir yıl sonra 27 Mayıs darbesi gelir. Bırakılmış Biri, adıyla dönemini yansıttığı gibi, aynı kuşağın öykücülüğünün ve Orhan Duru’nun peşinde olduğu yazınsal gerçekliğin de izlerini taşır: Varoluşçuluk, gerçekdışı ve fantastik öğeler, sözdizimi yerinden edilmiş cümleler…

“Avucumdaki anahtar cennetimin anahtarıydı. Karşımda sanki bir kapı vardı. Dümdüz, tahtadan bir kapı ve ben onu açıp girecektim. Sonra bir de baktım, anahtar yok. Anahtarı havuza düşürmüştüm. Havuz çok kirliydi. (…) Havuzda Çin masallarındaki gibi bir canavar yatıyordu. Ayağını anahtarın üstüne basmıştı. Evet, üzerine basmıştı.” (Elvan Anahtarını Nasıl Düşürdü)

6. Feyyaz Karacan (1919 – 1993), Bir Deli Değilin Defterleri, 1987

feyyaz karacan - bir deli degilin defterleri

Feyyaz Kayacan, şiirleri, öyküleri, çevirileri ve tek romanı Çocuktaki Bahçe’yle, 1950 kuşağı içerisinde adından söz ettiren ve II. Yeni’yi de kullandığı imgesel, çağrışıma dayalı, soyut ve metaforik diliyle etkileyen önemli kalemlerden birisidir. Karacan, postmodern tekniğe öyküde ilk yer veren yazarlardandır. İsyankâr, meydan okuyucu bir biçimsel anlayışı benimser. Tanımlanmış, çerçevesi netleşmiş bir yazın anlayışından çok, bir arayış içerisindedir. Ne var ki klasik anlatıma döndüğünde de duyguları, tasvirleri, kişilikleri en yeni, en canlı haliyle öyküleştirir.

“Sözcükler yok mu bir anlatabilsem onları, onlarsız yaşayabilsem, karımın yerini alacak, yerini dolduracak deyimler, fiiller, kipler, sıfatlar aramanın tutkusundan kurtulacağım. Eti, kemiği, kanı, kası, elleri, gözleri, kişiliği ve suçları, duyguları hep harflerden oluşuk bir yedek-kadının, bir sözde-kadının her şeye rağmen eşliğini özleme illetinden sıyrılacağım. Bir deyime, bir harf topluluğuna karımsın denilir mi? Her sözcük içimde kalıyor. Bir çıkmazla mektuplaşmak gibi bir şey. Şöyle demirden bir unutkanlığa kaskatı uzanabilsem, bir kurtulsam zindan sözcüklerden.”

7. Peyami Safa (1899 – 1961), Yalnızız, 1951

peyami safa - yalniziz

Yalnızız, ilk olarak Yeni İstanbul gazetesinde 11 Eylül 1950 – 20 Aralık 1950 tarihleri arasında tefrika edildikten sonra, 1951 yılında yayımlanır. Peyami Safa, Yalnızız romanında yaşadığı toplumun siyasal, sosyolojik ve psikolojik olguları üzerine kurduğu olaylar zincirinde, daha ziyade karakterleri aracılığıyla toplumun en kuytu ve gizli kalmış kavramlarını konu edinir. Romanda madde ve ruhun mücadele alanındaki insanların trajik portrelerini çizer. Özellikle ruh çağırma, hipnoz konularına merak sardığı yıllarda kaleme aldığı Yalnızız romanında, metafizik, gizli kuvvetlere inanan kişileri ele alır.

“His münasebetlerinde halkla bizim aramızdaki fark budur. Halk sevginin veya alakanın objesini ortadan kaldırmakla meseleyi kestirme halledeceğini sanır ve sevdiğini öldürür. Biz meselenin dışarıda değil, içimizde halledilebileceğini daha çok anlarız. Çünkü dava yalnız sevgili ile kendimiz arasında değil, hatta senin meselende olduğu gibi hiç değil, asıl dava kendimizle kendimiz arasındadır. Sevgiliyi dışarıda öldürmek neye yarar? İçimizde yaşadığı müddetçe, biz sadece bir şeklin katili olmakla kalırız. Onu içimizde öldürebilmeliyiz. Unutmak budur.”

8. Kemal Bilbaşar (1910 – 1983), Denizin Çağırışı, 1943

kemal bilbasar - denizin cagirisi

Kemal Bilbaşar, ilk romanı Denizin Çağırışı’nda modernist romana yönelmesine karşın sonraki romanlarında gelenekçi-gerçekçi romana bağlı kalmıştır. Birçok edebiyat araştırıcısı Denizin Çağırışı’nı psikolojik yabancılaşmanın ilk örneği olarak kabul etmektedir. Selim İleri “Kemal Bilbaşar, aydın bireyin kasaba ortamındaki yalnızlık ve bunalımlarını anlattığı ilk romanı Denizin Çağırışı yalnız kendi romancılığında değil, o güne kadar yazılmış Türk romanları arasında da ayrıksı bir yere sahiptir.” der.

“Karşıma isabet eden duvarda, odanın rutubetiyle buğulanmış bir ayna vardı. Onun terli yüzüne bakarken çocukluğumu, annemin çamaşıra gitmediği bazı kış günlerinde, pencere önündeki minder üzerinde, bana kalın yün çoraplar örerek masal anlattığı sırada, onun yumuşak dizlerine yatarak pencerenin camında, soğuktan çiçeklenmiş garip buz şekilleri arasında, masaldaki sarı saçlı peri kızlarının atlas fistanlarını, bahçelerinin insan gibi konuşan çiçeklerini nasıl seçmeye çalıştığımı hatırladım. İçimde hiçbir şüphenin gölgesi bulunmayan o çocukluk günlerinde bir anne şefkatinin tesellisine sahip olmak ve şimdi en karanlık ızdırap günlerimde yalnız kalmak, bir anne elinin okşayışından bile mahrum bulunmak ne tecelli idi.”

9. Ferit Edgü (1936 – ), Ah Min-el Aşk, 1978

ferit edgu - ah minel ask

1950 kuşağı yazarlarından olan Ferit Edgü, şiir, öykü, deneme ve romanları alanında eserler vermiştir. Edgü yazının ve dilin bütün iklimlerinde gezerek, insanın varoluşsal kaygılarını ortaya koyar. Özellikle de küçürek öykü alanında verdiği eserlerle bilinir. Ferit Edgü’nün tek şiir kitabı Ah Min-el Aşk’ta Fikret Mualla’nın 20 deseni de bulunuyor. Hat sanatında ağlayan iki göz ve bir elif çizilerek ifade edilen Ah Min-el Aşk, ah aşkın elinden anlamına gelen bir tamlamadır. Eskiden evleri ve kahveleri süslermiş bu levhalar .

Kurşun

Bir odun yanıyor ocakta
Aylardan şubat
Kar serpiyor dışarda

Bir od yanıyor içimde
Aylardan Yunus
Kan ağlıyor dostlar

Aylardan temmuz
Yüreğimin külünde
Patlamamış bir kurşun

Kan yağıyor dışarda

10. Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Hazırlayan: Leyla Erbil, 1995

tezer ozluden leyla erbile mektuplar

Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar kitabına yazdığı giriş yazısında Leyla Erbil, verilmiş iki sözden bahseder. Birincisi kocalarını anlatan bir eser yazmak, ikincisi ise mektuplarını yayımlamaktır. Tezer Özlü bunu, “Mektuplarımızı mutlaka yayımlamalıyız Leyla…” sözleriyle dile getirir. Duyguların, doyumların, düşüncelerin dolaysız, sade, birebir aktarımıdır mektuplar. Hele de en yakın arkadaşa, bir can dostuna yazılmışsa, yazılan Leylâ Erbil, yazan da Tezer Özlü’yse… Yazarının coşku dolu, yoğun bir sevgiyle, sevecenlikle yüklü, zaman zaman da taşkın duyarlılığını yansıtan bu mektuplar, okuru bir başka boyuta taşıyacak, Tezer Özlü’nün bütün eserlerinin ufkunu genişletecek.

“27 Ağustos 1984, Zürih
Burası deli bir ülke, ama deliliği güzelleştirici değil, anlamsız ve katı iliklerine kadar satılmış diyorsun. Ne doğru. Senin bu nitelemeni yıllarca ben de izledim dayanamayıp kaçana kadar. Burası bildiğin gibi deli değil. Burada tutuculuk korunmuş ortaçağ kafası korunmuş iş kutsaldır kuralı geçerli. Geniş sorunlara kafa yormamaya çalışıyorum beni ilgilendiren daha yakın daha somut olgulara eğilmeye çaba gösteriyorum. Özlediğim sessizliğe kavuştuğum için mutluyum. Ama bu sessizlik de koşullu her olgunun içerdiği çelişkiyi sen çok iyi bilirsin yaşamışsındır sürekli yaşarsın. Senin gibi bir yakınım olduğu için mutluyum. Seni, Mehmet’i, Fatoş’u özlemle öperim. Dostlara selam.”

11. Yaşar Kemal (1923 – 2015), Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, 1977

yasar kemal - filler sultani ile kirmizi sakalli topal karinca

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Yaşar Kemal’in bir halk masalından yola çıkarak yazdığı çocuk romanıdır. Yaşar Kemal, romanda güç ve haklılık arasındaki ilişkiyi masalsı bir dille vermiştir. Romanda anlatılan konuyla başka bir şeyin simgelendiği alegorik bir roman olan bu yapıtta, Yaşar Kemal ilk bakışta filler ve karıncaların savaşını anlatıyor gibi görünse de gerçekte evrensel bir sorun olan sömürenlerle, sömürülenlerin ilişkisini irdelemektedir.

“Kardeşler, dedi. Bu iş bizim başımıza nasıl olsa gelecekti. Biz uzun yıllar çalışkanlığımız, mutluluğumuz, mutlu ülkelerimizle övünmekten başka bir şey yapmadık. Böyle mutlu yaşarken başımıza gelecek böyle bir bela için hiçbir önlem düşünmedik. Oysa ki çok vaktimiz oldu, yan gelip yattığımız günler oldu, başımıza gelecek belalara karşı önlemler düşünebilirdik; sellere, yağmurlara, dolulara, karlara, depremlere karşı nasıl önlemler düşünmüşsek, fillere karşı da umarını bulabilirdik, olmadı, işte köle, işte tutsak olduk…”

12. Refik Halit Karay (1888 – 1965), Yer Altında Dünya Var, 1953

refik halid karay - yeraltinda dunya var

Siyasi muhalif tavrı ve Milli Mücadele’ye inanmayan yazıları nedeniyle, Yüzellilikler listesine alınarak sürgün edilen Refik Halit’le, Yeraltında Dünya Var eserinin başkahramanı Nebil’in benzeşen karakterleri, belki de eseri anlamanın anahtarıdır. Romanda, Şam ve Beyrut arasındaki bir arazinin kendisine uzak bir halasından miras kalan eski bir deniz kaptanı Nebil’in buraya yerleşmesinden sonra ortaya çıkan olaylar anlatılıyor. Nebil, yapayalnız yaşayan çiftlikte kendisine yardımcı olan birkaç Türk yardımcıdan başka kimsesi olmayan birisi. Birgün çiftliğine yakın yolda bozulan bir arabadan çiftliğe geceyi geçirmeye gelen iki Ermeni ve bir Hersekli kız olan ve dansöz olduğunu belirten Nihan arasında başlayan olaylar ve çiftlikte saklı olan sırlar ile devam eder. Romanın başlangıcındaki sakinlik, huzurlu çiftlik hayatı, her geçen sayfada biraz daha kendini heyecana bırakarak devam eder, sonunun nasıl biteceğini tahmin etmekse zor.

“Siz onun çalıştığı yere az çok ümitle koşarsınız, aynı samimiyetle karşılanacağınızı, gene konuşup gülüşeceğinizi, eskiyi tekrarlayacağınızı sanırsınız. Bir de bakarsınız ki gözlerinde hatırlamaya delâlet eden ufak bir alâmet yoktur. Yahut hiçten bir baş selâmı, bir tebessüm, o kadar! Geçip gider ve bir başkasının masasına oturur. Erkek egoizmi gayet tabiî olan olan bu muameleyi affetmez. İster ki, aşk işportacısı kız, hâtırayı ne derece silik olursa olsun haftalarca unutmasın. Eğer kendisi kızı unutmadıysa, sebebi geçen haftalar zarfında o kokusu kamçılayıcı pudrası ve allığı bol, dar ve gergin etekli yarı çıplak hayale boyuna geviş getirmesidir.”

13. Sezgin Kaymaz (1962 – ), Zindankale, 2004

sezgin kaymaz - zindankale

Ateş Canına Yapışsın, Sandık Odası, Zindankale, Geber Anne, Kaptanın Teknesi ve Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir gibi romanların yaratıcısı Sezgin Kaymaz, 30 senelik bir spor adamı, hentbol milli takımının eski antrenörü. Sezgin Kaymaz’ın romanları bir yandan fantastik öğeler barındırırken, bir yandan da son derece aşina olduğumuz bir dünyada geçer. Kaymaz, ışıkla gölgenin, iyilikle kötülük kavramlarının iç içeliği üzerine kurulu Zindankale için, çokuluslu bir yerel fantezi der. Romanda her şey bir rüya ile başlıyor, birbirinin içine girmiş, hepsi kendini tek zanneden rüyalarla… Rüya hayalle, gerçekdışıyla kol kola yürümeye başlıyor üstümüze, kaderi bu rüyalarla çizilecek roman kahramanlarının üzerine.

“Sızan ışık huzmelerinden bir tanesi pek oyunbazdı. Bir şeyler aranırmış gibi, sanki bir tutam ışık değilmiş de, dışarıdan aklı başında birinin kasten tuttuğu el fenerinin ışığıymış gibi gezinip duruyordu odada. Bir yaramazın tuttuğu horoz ayna yansıması? Oyunlar oynuyor, hopluyor, zıplıyor, fır dönüyordu orta yerde. Gözler bu oyunbaz ışık demetini takip etmeye başlıyordu gayri ihtiyari. Loş odada insanın istediği yeri görebilmesi, biraz da onun insafına kalmış.”

14. Erhan Bener (1929 – 2007), Kedi ve Ölüm, 1965

erhan bener - kedi ve olum

Edebiyatımızın herhangi bir akım ya da etkiye bağlanamayacak düzeydeki en özgün adlarından biri Erhan Bener. Erhan Bener’in daha çok romancılığıyla özdeşleştirilmesi onun öykücü yönünü gölgelemiştir. Erhan Bener’in Ara Kapı adlı romanı 1961 yılında yayımlanır. Roman, İstanbul Türk Fransız Derneği’nin ödülünü kazanır ve Paris’te 1965 yılında Büyük Tercümeler serisinde Le Chat et la Mort adıyla yerini alır. Fransızca çevirisindeki isim değişikliği romanın Türkçe baskılarında etkisini gösterir, eserin adı sonraki baskılarda Kedi ve Ölüm olarak değiştirilir.

Kedi ve Ölüm, yaşlı bir ressam olan Zahit İloğlu’nun üç ay kadar bir ömrünün kaldığını öğrenmesiyle başlar. Bu, ona büyük bir sarsıntı yaşatır. Yaşadığı hayatın muhasebesini yapar. Bir Anadolu kasabasında geçen yoksul çocukluk döneminden sonra, resim yeteneğinin keşfedilmesi sayesinde önce İstanbul’da, sonra gençlik döneminde Belçika’da aldığı resim eğitimini, bu eğitim sırasında yaşadıklarını, ilişkilerini hatırlar.

“Cama vuran yansımını seyrederken, yaşlı ve çirkin oluşundan utanır gibiydi. Korkuyordu belki de. Gerçi korkunç bir yüz değildi bu. Ama, kaç kez bu şiş ve ablak surat, bu yamru yumru gövde yüzünden kendini ezilmiş, ilk adımda yenik düşmüş hissederek umutsuzluğa kapılmıştı. Zaman zaman, umulmadık yerlerde, beklenmedik zamanlarda küstahlaşıvermesinin sebebi de buydu ihtimal.”

Kaynak
Feyyaz Karacan – Bir Deli DeğildirKadri Bilinmemiş KlasiklerMuzaffer Buyrukçu: 10’a 1 KalaErken Bir Postmodern: Feyyaz Karacan ÖykücülüğüPeyami Safa’nın Yalnızız Romanında Ruh ve Beden SorunsalıAh Min-el AşkERHAN BENER’İN KEDİ VE ÖLÜM, BÖCEK VE DÖNÜŞLER ADLI ROMANLARINDA DÖNÜŞÜM/METAMORFOZ İZLEĞİ VE ORTAK YÖNLER


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir