9 Haziran 2019’da kaybettiğimiz İbrahim Balaban’ın hayatını ve önemli eserlerini sizler için hazırladık. İbrahim Balaban, 1921’de Bursa’nın Seçköy ilçesinde doğdu. Köyün üç sınıflı okulundan mezun olduktan sonra okuyamadı.
Hint keneviri üretip esrar üreten iki köylü Balaban’ın babasını da işe ortak ederler, ama babası işin iç yüzünü bilmez. O gün köylülere yollayacak kimse bulamayınca, oğlu İbrahim’i gönderir. Gece karakola ihbar yapılır, köylüler kaçar. Hiçbir şeyden habersiz İbrahim daha 16’sında içeriye düşer. Altı ay hapis ve üç ay da para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kalır.
Balaban nişanlanır, ancak kızı almak isteyen bir başkası da vardır, o da hapse düşer. Onu içeride hiç rahat bırakmaz. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkumun saldırısına uğrar. Balaban, daha sonra hasmını öldürdüğü için ikinci kez 1942 ile 1945 yılları arasında tekrar cezaevine girer.
Mapushane Kapısı, 1944
Abidin Dino, 15 Mart 1950’de Yaprak Dergisi’nde şöyle der: “Mapushane Kapısı resminin önünde, Giotto’nun isminden başka bir isim gelmiyor akla. Resmin kuruluşu, yüzlerin özü, duruşlar, hepsi ezberimde. Balaban’ın resmi neden bu kadar yer etti bende? Balaban’ın yağız bir atı var ki, aklımdan çıkmıyor, arkadan çizilmiş, boynunu yere eğmiş bir at. Balaban’ın atı, elleri ile görmesini bilen bir ressamı haber veriyor. Belli ki Balaban, o atın bakımı ile uğraşmış, onu eyerlemiş, sulamış tımar etmiş, otlatmış. Böylesine bir ilgi ile çizilen at, Balaban’ın atı olur. İşin içinde sevgi ile bilgi bir arada. Balaban, kendine özgü üslubuyla uzun bir dönem kırsal kesim yaşamını aktardı tablolarına… Balaban çizdiğini yaşıyor, biz sadece seyrediyoruz.”
Nazım Hikmet’in Fırçasından Balaban Portresi, 1941
İşte o sırada ünlü şair Nazım Hikmet geliyor Bursa Mapushanesi’ne. İçerdekiler ondan söz ediyorlar hep. “Kim ki bu Nazım Hikmet?” diye soruyor Balaban. Onun resim yaptığını öğrenince, “Para vereyim de, benim resmimi de yapsın.” der. Amacı, ondan hüner kapmak. “Para almaz” diyorlar, Balaban büsbütün şaşırıyor. Birisi, “Yalnız boya parası alır” diyor. Balaban 250 kuruş götürüyor resmini yaptırmak için. Tanışıklık böyle başlıyor. 1943’te hapishanede babasının cinayete kurban gittiğini öğrendi ve daha sonra da doğum sırasında ilk karısının, kısa bir süre sonra da bebeğin öldüğü haberini alır.
Bahar, 1949
İşte seyreyle gözüm,
hünerini Balaban’ın.
İşte şafak vakti, Mayıs
ayındayız.
İşte aydınlık:
akıllı, cesur,
taze, diri, insafsız.
İşte bulut:
Kaymak gibi lüle
lüle.
Nazım Hikmet (Bu tablo için yazmıştır.)
Doğum, 1950
Üç yıllık cezası dolup da dışarıya çıkınca evlenir. Ama hasımları rahat vermez, saldırırlar. Düşmanı ölür, kendisi ise 1948 ile 1950 yılları arasında üçüncü kez cezaevine girer. Gerçi bu son girişi olmayacaktır, 60’lı yıllarda resimlerinden dolayı 6 ay kadar tekrar tutuklanacaktır.
İşte bu üçüncü girişte, Nazım Hikmet’in öğrencisi olur. Artık dünyası pırıl pırıl… Yıllarca durup dinlenmeden çizip boyar. Ama tablolarının hiçbiri istediği gibi değildir. Bir eksiklik vardır… Ustası, onun bu tedirginliğinin ayrımında, bir gün çağırır Balaban’ı “Ders yapacağız” der. İlk gün felsefe dersi… Usta anlatır, çırak dinler. Ertesi gün kendisine anlatılanları bir bir yineler ustasına. İkinci gün sosyoloji, üçüncü gün ekonomi, politik… Defter, kalem, kağıt, kitap yok…
Ekin Biçenler, 1951
1950 affıyla mapushaneden çıkarlar büyük şairle birlikte. Balaban köyüne döner, fakat bir süre sonra Nazım Hikmet onu İstanbul’a yanına çağırır. “Bütün yaptıklarını al gel” der. Altı ay kadar da İstanbul’da Nazım’ın evinde kalır, bu süre içinde Ekin Biçenler tablosunu yapar.
Nazım Hikmet bütün dostlarıyla tanıştırır Balaban’ı, adeta onlara emanet eder. Balaban’ı askere alırlar bir süre sonra, Nazım da yurtdışına çıkmak zorunda kalır; bir daha görüşemezler. Balaban, Nazım’dan Şair Baba diye bahseder. “O bir güneşti, beni ışığıyla aydınlattı.” der.
Hastahane Önü, 1953
Gurbetçiler, 1954
Cumhuriyet Gazetesi’nde 8 Kasım 1953’te Yaşar Kemal şöyle yazar: “Bir umut ışığıdır sarıyor insanın içini. Yuyor, temizliyor cümle karanlığı. İşte bu, Balaban’ın kuvvetidir. Balaban söylemek istediğini kestirmeden söylemesini biliyor. Ben Balaban’ın her tablosunu bir türküye benzetiyorum. Şöyle ki, her türkü bir hikayedir. Bir olaydan çıkmıştır. Olaydan çıkmayan hiçbir türkü yoktur. Olayı anlatınca da hayatı en kestirmeden anlatıyor türküler. İşte Bursa’nın Seçköy’ünden Balaban’ın her tablosunun bir hikayesi var. Ve hayatından bir parça her tablosu… Rengi ile, ışığı ile bir parça…”
Harman, 1958
Seçköy’ünden Feyzioğlu Ali’nin kızı,
harman yerinde su döküyor dombaylara.
Dombaylar kızgın tuğladan
dombaylar kırmızı kara.
Ben de dombaylar gibi,
eydim kafamı toprağa.
Su dök!
serinleyeyim!
Nazım Hikmet (Bu tablo için yazdı.)
Hasat, 1968
Kendi kendini yinelemekten kaçınan Balaban, yeni tekniklere, kendi resim dünyasının dışına çıkmadan yeni tema arayışlarına yöneldi. Sanatını dönemlere ayırıyor: Birinci Dönem, İkinci Dönem, Nakışsı Dönem, Oyuncaksı Dönem vb. 1953-1958 arasında Nakışsı Dönem dediği ikinci dönemde kendi öz kaynaklarımızdan biri olan nakış istifini daha üsluplandıran bir düzenleme yöntemiyle figürlerini tablolarına yerleştiriyordu. Konusu gene kırsal kesim insanlarımız ve onların yaşantılarıdır.
Göç, 1972
Onun 1970’lerden sonra resimlerine aktardığı başlıca temaları şöyle sıralayabiliriz: Kente göçenler ve Almanya’ya işçi göçünü konu alan Kaldırımlarda Dolaşanlar ve Göç, Üretenlerin Suretleri, Çocukların Sevinci, Anadolu Kadınları.
Demet Taşıyan İki Kadın, 1984
Fakir Baykurt “Balaban, köylü yaşayışını, renklerle, nakışlarla dile getirmiş. Görenler hayran oluyorlar. Şimdiye kadar köy resmi yapılmadı mı? Nakış resme girmedi mi? Hatta sanatımızın böyle anlayışlı bir şekilde köye yönelmesine bakıp: “Köy, köy, köy… bıktık artık!” diyenler bile çıkmadı mı? İbrahim Balaban’ın sergisini gezerken, “Bıktık!” diyene rastlamıyoruz. Balaban resimleri, şimdiye kadar yapılan nakışlı köy resimlerinden çok ayrı. O, çizdiği uzun bir köylü bacağını çorap nakışlarıyla doldurup resim yaptım sananlardan değil. Köy insanını, köy tabiatını, sadece resim olsun diye nakışlamıyor. Bir öfkeyi, bir hıncı ortaya döküyor.” der.
Göç, 1988
Balaban resmi, belli kalıpları aşarak, şema resminin çok ötesine geçer ve resimsel dinamizmin en tipik özelliklerini bize gösterir. Türk insanının yaşamsal dinamizmi, doğa, insan ve gerçekler karşısındaki tutumu, kendine özgü hiciv ve humorla birlikte Balaban estetiğine taşınır. Hiçbir Balaban resmi hüznü ihtiva etmez. Kuru sıkı bir fanteziyi de barındırmaz. Yüksek bir şiirsel düzlem, renk-biçim diyalektiği ve o yapıya eşlik eden içerikle birlikte, hayatı hüzünle değil, mutlulukla kavramış bir sanatçının gülen zekasını ve lirik pentürünü oluşturur.
Küfe Taşıyan Kadınlar, 1989
İbrahim Balaban sanatıyla Anadolu’dan ve Anadolu insanından bir demet sunar. Yaşadığı toprağın ve yurdunun insanının resmini çizer. Anadolu kadınının sorunlarını göz ardı etmez. Balaban’ın kadınları üretken emekçi kadınlardır. Anadırlar, ninedirler, sırtında çocuklarını taşıyan analardır. Doğuran, emziren, büyüten analarımızdırlar. Resmin içindeki ana bakış, ana motif, yurdu için çarpan bir yürek belirgin olarak öne çıkar.
Harman, 1993
Nazım Hikmet, Mahpushaneden Kemal Tahir’e Mektuplar’da “Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.” diye yazar.
1995
İbrahim Balaban Türk resim tarihinde Anadolu’nun, halkın dilidir. Hem Anadolucu hem de evrensel değerlere sahip entelektüel aydın örneğinin, önemli temsilcilerindendir.
Çocukların Oyun Sevinci, 1998
Melih Cevdet Anday, 26 Ekim 1953 Akşam’daki yazısında şöyle diyor: “Çabalamaktan hepsi bitkin, çoğu pırtılara bürünmüş, koyu bir yoksulluk içinde görünen insan kalabalıkları seyredene hiç de umutsuzluk vermiyor. En çok yürek paralayıcı konularda bile Balaban, sevinç, umut öğelerini araya katmasını bilmiş. İbrahim Balaban resim dünyamıza taptaze bir hava getiriyor. Özsüz, konusuz, salt çizgiden, renkten kurulu biçimcilik akımına karşı koması, stilizasyonda hayat ölçüsünü bir an unutmaması onun belki en büyük başarısıdır.”
Fenerli Ana ve Çocuğu, 1998
Balaban’ın “Sanat yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar. Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum. İnsan-doğa ilişkisinde üretim araçlarının insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim resimlerimi de biçimlendirdiğini söyleyebilirim. Ben boyaları açık koyu leke endişesiyle değil, figürlerin özünde çakmaklanan ışığı yakmak için kullanıyorum. Ata göre insan değil , insana göre at çiziyorum.” diye ortaya koyduğu kuram sanatının temelini oluşturmaktadır.
Sarhoşlar, 2004
Ekin Taşıyan, 2006
Ekin Biçen, 2006
Macuncu, 2006
O, bu güne kadar Şair Baba’sının istediği gibi kan gütmeden 2000’den fazla tablo ve bunun birkaç katı kadar desen üreterek 50’den fazla kişisel sergi açtı, birçok karma ve grup sergilere katıldı. Eserleri yurtdışında Amerika dahil birçok ülkede sergilendi. Anılar, denemeler (resim sanatı üzerine), hikayeler ve ikisi roman olmak üzere yayınlanmış 11 kitap yazmıştır. Ayrıca adına yayınlanmış 4 adet kitap vardır.
İbrahim Balaban’ı 9 Haziran 2019’da kaybettik.
Kaynak
Balabanizm, İbrahim Balaban’ın Uzun Sanat Yolu, Balaban ve Aşk Resimleri, İnsana ve Yaşama Dair Sanatıyla İbrahim Balaban
Yazmak sadece bireyi “kendinden kurtarmakla” kalmaz, dış dünyanın kabusunu da daha tahammül edilebilir kılar! Sanat çalışmaları da öyle ..
“Hayat başlar ve biter…
Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil,
ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir.”
Amin Maalouf
çok güzeller