Menu

Edebiyatımızda Emekçileri Okumak



Nazım’ın o ünlü dizelerine ilham veren emekçiler, işçiler, toprakta karınca kadar çok olanlar, hayatı yaratanlar… Sadece toplumun büyük bölümünü oluşturmakla kalmayıp dünyayı emeğiyle yaşanılır kılanlar, nasıl yaşamda hak ettikleri karşılığı alamazlarsa sanatta, edebiyatta hak ettikleri yeri ne yazık ki bulamazlar.

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

1. Orhan Kemal (1914 – 1970)

orhan kemal

Orhan Kemal’in bütün eserleri yoksullar, emekçiler onların acıları, aşkları, yaşam kavgaları üzerinedir. Yapıtlarının kahramanları çoğunlukla işçilerdir. Sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksul halkın yaşamını kaleme alan Kemal, sadece Adana’daki fabrika ve tarım emekçilerini değil, küçük memuru, esnafı, işçiyi, kendi bildiği köylüyü de konu edinir.

Orhan Kemal, Arka Sokak adlı öykü kitabı nedeniyle yargılanır ve çıkarıldığı mahkemede eserlerinin kahramanlarını nasıl seçtiğini şöyle anlatır: “Hakim, iddia makamına uyarak, konularımı neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup olmadığını sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hakime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”

“Bir tarihte efendi, patozda çalışıyoruz. Patoz, eski patoz. Dört buçuk ayak, kırk beş kişilik. Lakin ırgatbaşı kansız mı kansız. Şu kadarcık merhamet arama. Kırk beş kişilik patozu otuz beş kişiyle çalıştırıyor, on kişinin gündeliğini küt, cebe. Güneş tepede alev alev, serçeler dersen sıcaktan düşüp düşüp bayılıyor. Adam çatlayacak. Soluk alamıyorsun sıcaktan be. Yirmi saat. Paydos yok!” (Bereketli Topraklar Üzerinde, 1954)

“Önce ekmekti ekmek. Hiç tükenmeyecek iş yani. Sonra barınak. Damı akmayacak, rutubetsiz, kirası az, suyu, elektriği bol barınaklar. Daha sonra mahalle aralarındaki çamurlu sokaklar. Gece yarıları evlerine dönerlerken dizlerine kadar batmayacakları çirkefsiz, lağım çukursuz sokaklar. Ama asıl su, su dertlerinin başında geliyordu.” (Taşlıtarla, İstanbul’dan Çizgiler, 1969)

2. Aziz Nesin (1915 – 1995)

aziz nesin

Aziz Nesin’in hikayelerinde sıkça işlenen temalardan birisi de imkan imkansızlık çatışmasıdır. Bu yapı geçim sıkıntısı, çaresizlik, özenti, sefalet gibi temalarla zenginleştirilir. Toplumsal yaşamdaki maddi dağılım dengesizliği, işsizlik ve bunların doğurduğu sonuçların bir fon olarak kullanıldığı bu yapıda birbirine zıt iki farklı yaşama tarzına dikkat çekilir. Zenginlik ve yoksulluk. Birinci grubu daha çok kazançlarını rüşvet, kayırma ve baskı ile elde eden patron, ev sahibi, iş adamı, yüksek memuriyetlerde çalışan amirler gibi kişiler oluşturur. İkinci grupta ise, genellikle küçük memur, kiracı, işçi gibi meslek gruplarından insanlarla çoğu zaman da işsiz ve zor durumda olan aydın-yazar kesiminden kişiler bulunur.

“Ne iş yaparsın? diye sordu.
— Sanat mektebi mezunuyum, birinci sınıf tesviyeciyim.
— Bize tornacı lazım.
— Beş yıl büyük bir Alman fabrikasında tornacılık yaptım. Elimde bonservislerim var. Patron ilgilenmeye başladı:
— Fakat bizim asıl ihtiyacımız modelciye.
— Ben birinci sınıf modelci ustasıyım. Patron memnun, yutkunarak:
— Keşke marangoz olsaydınız… dedi.
— Tam dört yıl da marangoz ustabaşısı olarak çalıştım. Patron, iyi bir kelepir yakaladık ama, bu herif çok para ister, diye düşündü.
— İyi oğlum ama, bizim adama ihtiyacımız yok.
— Hangi işi verseniz yaparım efendim.
— İyi bir adama benziyorsun, hadi seni alayım ama, bak ben son söyleyeceğimi ilk söylerim. Ben öyle fazla gündelik veremem. Zaten seni fazladan alıyorum.
— Sağolun beyefendi, ben çok istemem, siz, ne uygun görürseniz razıyım. Birinci sınıf ustalara bile ancak beş lira verebiliyoruz. Seni kadro fazlası aldığımız için, versek… versek… hadi, hadi… bilemedin… iki lira olsun…” (Kelepir Bir İşçi, Geriye Kalan, 1953)

3. Reşat Enis Aygen (1901 – 1984)

resat enis aygen

Reşat Enis Aygen, gerçekçilik anlayışı ile toplumun alt katmanlarındaki insanların çileli yaşamını, dertlerini, sorunlarını, sömürülenlerle sömürenlerin ilişkilerini sert, hırçın bir anlatışla sergileyen romanlar yazdı.

1930’lu yıllarda Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanını yazarak işçi sınıfı edebiyatının öncülerinden biri olmuştur. Emek ve emekçinin sorunlarına yer verdiği bu kitapta işçileri hem günlük yaşamları hem çalışma koşulları içinde tasvir etmiştir. Sarı İt romanı ise Türkiye’de işçi-sendika ilişkilerini ele alan ilk eserdir. Behçet Necatigil “Natüralistlerde görülen acı gerçeklere düşkünlük içinde, toplumun en alt katlarına inerek, sosyal ve moral sefaletleri deşen sert, hırçın romanlar yazdı” der.

“Bir haftadır, fabrika artık para vermiyor. İşçiye para yerine marka dağıtıyorlar. Markayı fabrikanın bu izbe kantininden başka yerde geçirmeye imkân yoktur. İşçi, yiyeceğini ve giyeceğini kantinden almağa mecburdur.”

“Polis grevcileri fabrika önünden ayırmaya muvaffak olmuş. Olmuş ama, epeyce de gürültü kopmuş. Grevciler sopaları ve yumrukları ile polisler meçler ile epey vuruşmuşlar. Amele, şimdi etraftaki kahvelere dağılmış bulunuyormuş. Birkaç gün sonra daha kuvvetli bir hamle yapacaklarmış.” (Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, 1939)

4. Mehmet Seyda (1919 – 1986)

mehmet seyda

Mehmet Seyda, genç yaşlarından itibaren edebiyat ile ilgilenmiş, çalışma hayatının içinde olmuş ve buralardaki deneyimlerini de romanlarına yansıtmıştır. 1937 yılında Zonguldak’ta Ereğli Kömür İşletmeleri’nde eczacı olarak çalışan babasının yanında, memur olarak işe başlar.

Zonguldak’taki memuriyeti ve başından geçen olaylar ayrıntısıyla Yanartaş romanında anlatır. Yanartaş 1937-1943 yılları arasında geçmektedir. Roman özellikle Zonguldak Kömür Havzası’nda yaşanan olaylardan bahseder. Romanda kurguyla birlikte, 1876 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi’nden, devletçe işletilmesine dair kanun taslağına kadar Zonguldak Kömür Havzası’nı doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen belgesel niteliğinde yazılara da yer verilmektedir.

“Üçüncü vardiya işçileriydi bunlar. Lambahane önünde toplanmış. Keseneci İbrahim Efendi’yi beklerken ayak değiştiriyorlardı. Gelecek sayacak. ‘Yürün Koçum!’ diyecek. Kapalı, somurtuk bir kış gecesinin altında sokulmuşlardı birbirlerine. Kir, apış arası, koltuk altı teri, kömür tozu karışımı pis bir koku yayılmıştı havaya. Çok üşüyorlardı. Sırtlarında, omuzbaşları, dirsekleri yırtık, rengini atmış birer gömlek. Başlarında biçimini yitirmiş yağlı birer kasket ya da enseden düğümlü mendil. Şalvar potur pantolon karışımı –beli enlice bir kuşakla sarılı– bir şey ise bacaklarında. Çoğunda o bile yok. Ayak bileklerine varan kapkara donlarla fırlamış gelmişler.”

5. Rıfat Ilgaz (1911 – 1993)

rifat ilgaz

Edebiyattaki çizgisini toplumcu gerçekçilik olarak adlandıran Rıfat Ilgaz’ın hayatı, bu anlayışın başladığı 1930’lardan, yükselişe geçtiği 1950’ler ve zirveye çıktığı 1970’lere rastlamaktadır. Türkiye’de birinci ve ikinci büyük köyden kente göç dalgalarının yaşandığı yıllara tekabül eden bu dönem, Türk Edebiyatı’nın önemli eserlerinin verilmesi için büyük bir kaynak yaratmıştır. Bu kaynaktan etkilenen Ilgaz’ın adı zaman zaman toplumcu gerçekçiliğin önde gelen yazarlarının arasında anılmaktadır. Ilgaz’ın bu düşünsel geleneğe katkısı daha çok şiirleriyle olmuştur, ona işçi sınıfının şairi denmesi bundandır.

Gidenler gitti Alişim,
Boş kaldı ceketin sağ kolu…
Hadi köyüne döndün diyelim,
tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz gün görmüştür,
Anlar işin iç yüzünü!
üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün
Ağanın davarlarına geçer…
Kim görecek kepenek altında eksiğini
kapılanırsın boğaz tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim
sol yanın sevdiğini.
Kızlarda emektar sazın gibi
Çifte kol ister saracak!

Ancak, Ilgaz’ın düz yazıları da söz konusu akıma katkı sağlayacak zenginliktedir. Çoğu otobiyografik olan eserlerinde kendisini ve yaşamını anlatan Ilgaz’ın yazdıklarında iki nokta öne çıkar. Bunlardan birincisi kırsallık ve kentsellik ilişkisi ve çelişkileridir. İkincisi ise sınıfsal ilişkiler ve sınıf karşıtlıklarıdır. Karadeniz’in Kıyıcığında isimli romanında Güllü ile Recep’in engellenmeye çalışılan aşkları etrafında yaşananlar ve Karadeniz insanının onurlu var olma öyküsünü, kırsal alandaki işçiler arasındaki dayanışmayı anlatır.

“Çekilin!.. Buraya adam öldürmeye mi geldiniz, Hacı’nın açmasında çalışmaya mı? Çıkın dışarı açmamızdan. Size ne elin toprağından! Aldığınız gündelikle adam mı öldüreceksiniz! Yazık sizin işçiliğinize!.. Siz gündelikle çalışan kişilersiniz! Attığınız taşla birini öldürüp elinizi kana bulamak mı istiyorsunuz!” (Karadeniz’in Kıyıcığında, 1969)

6. Nejat Elibol (1953 – )

nejat elibol

Kendisi de işçi olarak çalışma hayatına başlayan Nejat Elibol başından geçenleri ve tecrübelerini kaleme almıştır. Direnen Haliç adlı romanında işçilerin hayatını, kültürünü, dayanışmasını, örgütlenme mücadelesini, evrensel nitelik kazanan düşüncelerini, ortak bilinci sağlamak adına sarf ettikleri çabayı anlatmaktadır. İşle ev arasında geçip giden dar gelirli hayatlarını sessiz sedasız sürdüren, kimi zamanlar kendi halinde bir mahalle kahvesinde çay keyfiyle yetinen işçiler, yılların sessizliğinden sıyrılır; yitirdiklerinin, ellerinden alınan hayatlarının peşine düşer ve birbirlerinin varlığına bambaşka bir gözle ve algıyla bakmaya başlarlar.

“Tehlikenin içindesin. Çalışma koşullarının iyi olduğunu söyleyemezsin. Her an işten atılabilirsin: Bu bir! İkincisi: Sen de ötekiler gibi bilinçlice görmüyorsun meseleyi. Eksik olan bu işte! İşçiler söyledikleri gibi davransalardı her şey hallolurdu kolaylıkla. Yani şikayet ettikleri kadar, şikayet ettikleri şeye karşı somut davranış gösterselerdi. Koşullar herkesi böyle pasif kalmaya zorluyor. Ortak kaderi paylaşıyorsunuz ve senin ayakta kalmaya ihtiyacın var. Üçüncüsü: Yazgını değiştirmek istiyorsan, tüm işçilerin değişmedikçe senin de değişmez; sınıfının yazgısı demek istiyorum. Birlikte hareket ederseniz, ayakta kalırsınız.”

7. Adnan Özyalçıner (1934 – )

adnan ozyalciner

Özyalçıner’in öykülerinde işlenen genel temanın, sınıfsal konumların ön plana çıkarıldığı ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin gerek kültürel gerekse temel insani şartlara ulaşmakta esas olan gelir farklılıkları vurgusu ile ortaya konulduğu görülebilir. Eserlerini bireyler üzerine bina etmektense toplumsal bunalımları, huzursuzlukları yansıtacak bir yapı kurmuştur. Ömer Lekesiz, onun öykülerini şöyle tanımlar: “Gelişen teknolojinin olumsuz biçimde etkilediği, canlı doğanın yok edildiği, basit, sade, rahat yaşamın bir yana itildiği, gelir dağılımının alabildiğine bozuk olduğu bir kent çevresidir öykülerde anlatılan. Öykülerde İstanbul’un görmüş geçirmiş-toy, görgülü-kaba, varlıklı-yoksul görüntüleri türlü ayrıntılarıyla verilir.”

Buluşma 1973 yılında yazılmıştır ve fabrikada işçi olarak çalışan Hasan ve karısı Aysel’in öyküsüdür. Özyalçıner’e göre, öykünün geçtiği dönemin Türkiyesi ölümlerin, kayıpların, kargaşanın ve çatışmaların kol gezdiği bir durumdadır.

“Ertesi sabah fabrikada her şeyi öğrendi. Şeytanın aklına getirdiği gibi iş kazası, ölüm gibisinden bir durum yoktu. Bunu öğrenmesi yüreğine su serpmişti. Bir yerine bir şey olmasın da. Ölmesin de. Ne olduğunu çok sonra sorup öğrendi. Beş altı arkadaşıyla boykota kalkıştığı, fabrikadaki arkadaşlarını kışkırttığı ve bildiri dağıttığı için tutuklanmıştı. Belki bırakırlardı. Ceza falan da yemezdi. Ama bütün boykotçuların fabrikayla olan ilişkilerini hemen kesmişti patron.” (Buluşma, Gözleri Bağlı Adam, 1977)

Kaynak
Mustafa Kemal COŞKUN – Emekçileri Okumak, Ankara Üniversitesi DTCF Öğrencileri: Güneş Gümüş, Yasin Durak , Zülal Turgut, Akın Bakioğlu, Feray Artar, Ahmet Altan


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir