Menu

Can Yücel Şiirleri ve Hayatı



Can Yücel, Hasan Ali Yücel ile Refika Hanım’ın evliliklerinden 21 Ağustos 1926’da ikizi Canan ile birlikte dünyaya gelir. Daha sonra Gülümser adını alan bir kardeşi daha dünyaya gelir.

Can Yücel, ikiz kardeşiyle sürekli kavga ettiğinden üçüncü sınıftan itibaren yatılı okumak zorunda kalır. Bu durumu şu cümlelerle dile getirir: “Hem aynı şehirde oturacaksın, hem de okula leyli yollanacaksın. Çok bozuldum, çok üzüldüm. Benimsedim. Her şeyi benimsediğim gibi…”

Milletvekili olması nedeniyle sürekli olarak Ankara’ya gidip gelen babası Hasan Âli Yücel’e büyük bir tutkuyla bağlıdır. “Babamı her zaman bir koku olarak düşündüm. Babamın kendine göre bir kokusu vardı. Ben babamın kokusunu sevdim aslında. Çok ayrı kalırdık biz; ama buluştuğumuz zaman beni koluna yatırırdı, uyurduk. Bir saat, iki saat, uzun gurbetlerden sonra. Ve hep kokusunu hatırlarım ben babamın. Sonra sesini hatırlarım. Babam benim için aslında, duyularımın incelmesine yaramış bir adam. Düşünmede, konuşmada… Mesela sesim pek benzer babama…”

Can Yücel’in 20 Eşsiz Şiirinden Sözler isimli yazımızı da okumanızı öneriyoruz.

can yucel cocuklugu

Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim

Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici, hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezberledim gurbeti

“Ben Mevlevi bir ailede büyüdüm. Dedem neyzendi. Babam Mevlevi tekkesinde büyüdü. Babaannem mevleviydi. Benim Allah’a inanmamam, Mevlevi olmama mani değil. Bir paradoks olacak belki. Ben bütünselliği severim. Dünyanın bütünselliğini severim. Dünyanın birbiriyle bütün halinde yaşamasının güzelliğine inanırım.”

Babasının Milli Eğitim Bakanı olması nedeniyle Ankara’ya taşınmak zorunda kalırlar. Ortaöğretiminden sonra 1941’de Ankara Erkek Lisesi’ne başlar. Burada Gazi Yaşargil’le sınıf arkadaşı olurlar. Atatürk Lisesi’ni sonradan çok sevmeye başlayan Can Yücel, burada Nazım okuduklarını, Dünya Edebiyatı’nı tanıdıklarını ve Latince öğrendiklerini aktarır.

can yucel, babasi ve kardesleriyle

Can Yücel, babası ve kardeşleriyle

Lise öğrenimini tamamlayan Can Yücel, DTCF Klasik Filoloji Bölümü’ne girer. Burada bir süre Alman Filolojisi okur. 1946’da çok partili düzenle birlikte Can Yücel’in muhalifliği siyasal bir kimlik de kazanır ve sol kanattaki sanatçı ve politikacılarla yakın olmaya başlar. Behice Boran’la tanışır, Dil Tarih’teki İlerici Gençler Derneği’ne üye olur. Bütün bunlardan haberdar olan Hasan Ali Yücel, oğlunu İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne yollamaya karar verir. Can Yücel, çok sonraları yapılan bir söyleşide “Ben Dil Tarih Fakültesi’nde Almanca öğrenmiştim, Alman Edebiyatı’nı biliyorum. İngilizce bilmiyorum. Niye yolluyorsunuz? Cambridge’e! Çılgınlık işte! Züppelik!” sözleriyle tepki gösterir.

Babası kurulu düzenin yürütücülerindendir, oysa Can Yücel düzene bütünüyle muhalif bir ruha sahiptir. Zaman zaman babasıyla tartışır; hatta utandığı için arabasına binmeyi reddeder. Bütün bunlara rağmen babasına büyük tutkuyla, hiç bitmeyecek olan bir aşkla bağlıdır:

“Babam vekil oldu. Annemin başına şapka kondu, doğru Ankara’ya… Annem Romanyalı, mahzun kadın. Çok güzel. Boy 1.80, müthiş şefkatli. Babamın zamparalığı malum. Metreslerini bu söz kadına ayıp, ama işte onları eve getirir. Hepsi uzun sürer. 10 yıl aynı kadın… Annem hep kabullenir. Annem hepsine göğüs gerer. Annem aşık babama. Babam tatlı herif bütün bunları idare eder… Babam hep seferberdir. Herkesi çalıştırır. Kendi de çok çalışır… İt. Serseri. Çok da severim o serseriyi, o tatlı herifi! Annemin aşık olmamasına imkan yok. Ben de aşıktım ona aslında… Birden terslenir. Sonra öyle insan canlısı ki…”

Can Yücel, Sadi Özis, İlhan Koman, 1950

Can Yücel, Sadi Öziş, İlhan Koman, 1950

Cambridge’deki eğitimi esnasında buradaki öğrencilerin çocukluktan itibaren Yunanca, Latince öğrenmeye başladıklarını ve kendisinden çok daha ileride olduklarını görür, bir süre sonra Linkfield’e geçer. Burada arkadaşları Bülent Ecevit, Rahşan Hanım ve Yavuz Bayraktar’la beraber yaşar. “Havuzlu, tenis kortlu lüks evlerde oturuyoruz, ama yemek yiyecek paramız yok. Babam geldi ziyarete. Mezarlıktan ebegümeci toplayıp ikram ediyoruz…” diyerek buradaki sıkıntılı günlerine dikkat çeker. Londra’da resmi tarihi öğrenmek için Avni Arbaş, Bedri Rahmi, Selim Turan, Şadi Çalık ve İlhan Koman’ın da olduğu Courtauld Institute of Art’a gider. Aldığı öğrenci bursu zaman zaman yetersiz kalınca sokaklarda incik boncuk satar, sırtına bir reklam panosu takıp Paris sokaklarında dolaşır. Yaşantısından memnundur, ancak babası onu Türkiye’ye çağırır. Artık Demokrat Parti iktidardadır ve köy enstitüleri kapatılmıştır. Ankara Üniversitesi’nde başlayıp, Cambridge Üniversitesi’nde sürekli karar değiştirerek sürdürmeye çalıştığı eğitim hayatı bir diplomayla sonlanmaz.

Sadi Calik, Can Yucel, İlhan Koman, 1950

Şadi Çalık, Can Yücel, İlhan Koman, 1950

1953’te Kore’de askerliğini yapar. Kore Savaşı’na katılan Türk tugayında yer alır ve savaşı çok yakından görme imkanı bulur. Askerden döndükten sonra babasının yaşadığı siyasi güçlüklerden kendisi de nasibini alır. Bir süre iş bulamaz. 1956’da Demirel’in akrabası olan bir arkadaşının yardımıyla, o dönemde Devlet Su İşleri Genel Müdürü olan Süleyman Demirel’le görüşür. Onun onayıyla iki yıl boyunca, dolgun bir maaşla Devlet Su İşleri’nin Bornova merkezinde görev yapar.

“Su işleri müdürüyken gittim oraya, gayet iyi karşıladı. Ne istersin? dedi. Tercümanlık dedim. Nerede çalışmak istersin? dedi. Ege’de dedim. İzmir’de aşık olduğum bir kız vardı, ona yakın olmak için. Öyleyse, Bornova’da bizim büromuz var dedi. Demirköprü barajının Fransızlar’a tercümesini ben yaptım. Demirköprü barajının mukavelesi benim baraj bilgisizliğime borçludur.”

can yucel ve oglu

Can Yücel, Bedri Rahmi’nin öğrencisi olan Güler Hanım’ı İlhan Koman’ların evinde tanır ve aşık olur. Güler Yücel eğitimini yarıda bırakarak 1956 yılında Can Yücel’le evlenir. Bu evlilikten Yeni Hasan, Güzel ve Su adını verdikleri üç çocukları olur. Karısına olan bağlılığını şu ifadelerle dile getirir: “Arada kaçamak yaparım ya, bunun hiç önemi yok. Babam bana, sen tek karıyla yaşamaya mahkûmsun derdi. Güler’le yaşıyorum. Çok da seviyorum… Kendi içimden gelen bir güdüyle bir kadını, tek kadını sevmenin büyük bir dikkat ve yoğunluk isteyen ve mutluluğu çağıran bir yaşam tarzı olduğuna inanıyorum.”

Evlendikten sonra tekrar yurtdışında yaşamaya devam eden Can Yücel, Londra’da BBC Türkçe Yayınlar Bölümü’nde spiker olarak çalışmaya başlar. Bu yıllarda zaman buldukça, İngiliz şiirinden birçok çeviri yapar. B. Brecht, F. G. Lorca, W. Shakespeare, P. Weiss gibi yazarlardan oyun ve şiir çevirileri yapan Yücel’in yayımlanan yirmi üç çevirisi bulunur.

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare (Çeviri: Can Yücel)

can yucel

Nazım Hikmet’in ölüm haberinin gelmesi hayatlarında bir dönüm noktası olur. BBC’deki spikerlik macerasını noktalar. 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra Marmaris ve Bodrum’da turist temsilciliği yapar. Sonraki dönemlerde hem yaptığı çevirilerle, hem çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarla, hem de yayımlanan şiir kitaplarının çok ilgi görmesiyle geçimini sağlamaya çalışır. Ancak kendisi, ekonomik anlamda rahat bir hayata ermelerinin asıl kaynağını aileden kalan mal varlığına dayandırır.

Can Yücel, daha on yaşından itibaren şiir yazmaya başlar. Şiire ilgisinin ilk olarak nasıl başladığına dair sorulan soruya “Hiç bilmiyorum! İnat halinde şiir yazıyorum herhalde” diye cevap verir. Dilin güzelliğini ve şiir yazmayı, ilk olarak İstanbul ağzıyla Türkçe konuşan babaannesinden öğrendiğini sözlerine ekler.

“İlk şiirimi on yaşında yazdım. Babamın metresi olan hanımın yuvasındayken. Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm. Arkasından şiir yazdım. Şiire, babamın yardımı çok oldu. Hep şiir çevresindeydim. Babam okur, babaannem okur… Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana… İngiltere dönüşümde çevreme çok dikkatli baktım. Herkesle beraber olmayı ve dinlemeyi seçtim. Cahit’le, Orhan’la…”

“Farsça öğrenemedim, Arapça öğrenemedim, ama Divan Edebiyatı’nı okuyabildim. Daha çok musikiyle ilgilendim. Babamın çevresi musiki çevresiydi. O zamanki radyo büyük bir okuldu, akademi sayılabilirdi, oranın büyükleriyle daima toplantı halindeydi babam. En büyük zevki musikiydi. Onlardan Mevlevi musikisinin yanı sıra, Yunus, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve birçok halk ozanını öğrendim.”

can yucel yazma

1940’lı yıllardan itibaren yazdığı çocuk şiirlerini Peyami Safa Çocuk Haftası Dergisi’nde yayımlar. Bu dönemde Beethoven ve Mozart üzerine de şiirler yazar. 1950’li yıllara kadar yazdığı ve Mevlevi etkisinin olduğunu söylediği şiirleri hiçbir dergide yayınlatmaz. Sonunda yine babasının ısrarı ve desteğiyle ilk kitabı olan Yazma piyasaya çıkar. Ancak bu ilk eser edebiyat dünyasında neredeyse hiçbir yankı uyandırmaz ve çok büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmaz.

1950’den sonra uzun bir süre şiir yazmaz. Bu yıllarda çeviri üzerine yoğunlaşan şair, hapse gireceği 1970’li yıllara kadar şiirden biraz uzaklaşır. Can Yücel, 12 Mart döneminde Türkçe’ye çevirdiği bir kitap yüzünden 15 yıl hapis cezasına mahkum edilir. İki buçuk yıl hapis yattıktan sonra 1974’te çıkarılan afla serbest bırakılır. En yakası açılmadık küfürlerden en acılı ağıtlara, en afili sokak ağızlarından en yoğun sevda ve sevgi şiirlerine, cin gibi zekâ pırıltılarından en yalın, en sade söyleyişlere kadar her şeye yer verdiği şiiri, bir göreve adanmışlık şiiridir Can Yücel’in.

can yucel ve abdullah nefes

Can Yücel’in 1946-1950 yılları arasında yazmış olduğu ilk şiirlerini bir araya getiren 1950 tarihli Yazma adlı şiir kitabının kapağını Bedri Rahmi Eyüboğlu hazırlar.

Suda

Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Tutmuşum, tutmuşum ellerinden senin
Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık

Balıklar gibiymiş sessiz ve karanlık,
Yüzermiş saçların, yüzermiş nefesin
Susarmışız öyle, bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık

Yeşil Şiir

Gözlerini kapatır beklerdi;
Yaprağa benzer ellerini, avuçlarını uzatır,
Beklerdi işitinceye dek
Ağacın dalında, rüzgarda;
Yeşili duydu mu uyurdu
Rüyasında…

can yucel sevgi duvari

Uzun bir suskunluk döneminin ardından 1973’te yayımlanan Sevgi Duvarı, Can Yücel’in 1950-1970 yılları arasında yazmış olduğu şiirleri içerir. Biçim arayışlarının, dil denemelerinin, ileride bütün ağırlığıyla görülecek ironinin, humorun ipuçları bulunabilir Sevgi Duvarı’nda… İleriki yılların ısırıcı, acımasız, alaycı siyasi şiirlerinin de ilk örneklerini görürüz.

Cehennemin Dibi

Uğradığım meyhanelerde hep senin içimin var
Ben mezesiz demleniyorum biliyorsun
İçerken hep yanımda
Bir bardak su gibi
Yanımda hep sen varsın.

Kar Havası

Şehir demir almış bir gemi karda
Kalktı kalkacak
Belki de seni bekliyoruz böyle
Biliyorum her zamanki gibi
Gene en son dakkada geleceksin
Martı ayaklı tayfalar koşuşuyor limanda
Açılıyor muyuz ne
Gökyüzü mü yürüyor biz mi gidiyoruz yoksa
Nedir o uzakta kapı mı pencere mi
Sana benzer bir ışık sızıyor ardından
Uykunun gözünde bir gelin teli
Yanıp yanıp sönüyor

can yucel

1974’te yayımlanan Bir Siyasinin Şiirleri, şairin cezaevi yıllarının ürünüdür ve hapishanede geçen zamanlarının bir güncesi gibidir. Bu kitap, önceki kitabı Sevgi Duvarı’nı da aşar ve şairin geniş kitlelerle daha yaygın bir şekilde buluşmasına zemin hazırlar.

Güzel’e

Dün gece senin küçücük elinle yalnız yattık
Yalnız senin küçücük elinle yalnızlık
Kandilli ilkokulu kadar kalabalık
Zilleri çaldığında düşlerinin
Sınıfların kapıları ardına kadar açık
Gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle, emeğin
Haklı sınıfları

Belki de baskın korkusuyla vefasız, akıntıya atılan
Kitaplar varya onlardan
Öğrenmiş Marx’ı, gümüş balıkları
Ve belki de onun için o kadar,
O kadar aydınlık ortalık…

Sen ki çicekleri toplamayan güzelim
Çicekleri sulayan çocuk
Ve ben ki buruk ve kavruk
Bir ihtiyar adamım artık
Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok
Ve anladım, anladım ki bir daha
DÜŞÜNDE BİLE GÖREMEZ İŞLER
DÜŞLERİN GÖRDÜĞÜ İŞLER

Mare Nostrum

En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun

can yucel

1976 yılında yayımlanan Ölüm ve Oğlum, şairin hapisten çıktıktan sonra yazdıklarının toplamıdır.

Bi Damlacık

Duru bir yeşildi ortalık
Akşam güneşi kırılmış bir mızrak boyu
Ve çocuk sesleriyle iniyordu ışık,
Ağlarda sanki dargın bir kılınç balığı
Pullarını döküyor üstüme
Bir sessizliği anlatmak için yazıldı bu şiir
Belki de anmak için
bi damlacık bir sessizliği

Baharla Ölüm Konuşmaları

Ben de
Boğaziçi’de bu bahar
Mavi sakalına erguvanlar takmış
Sarhoş bir iskele babası kadar
Hem delikanlı
hem deliler gibi ihtiyar

1982’de yayımlanan Rengâhenk, diğer şiir kitaplarında olduğu gibi toplumu aydınlatmayı, göz yumanlara gerçekleri ısrarla göstermeyi hedefleyen şiirlerdir. Kitabını, Beynin Piri Reisi notuyla arkadaşı Gazi Yaşargil’e ithaf etmiştir.

Gözlerim Doluyor

Faytonla gelirken Şafak’a doğru
Şıp dedi çamların içinden
Güneşe mâyil üç parça tekne
Bakmıyorlar küsotları birbirlerine
Gözlerim dalıyor değil
Gözlerim doluyor

Mezarlık ki sıkıştığımda bir insanlık
En terkedilmiş kabri suladım
Bir top ışık başverdi topraktan
Gözlerime doluyor

can yucel

1984’te yayımlanan Gökyokuş’u oğlu Yeni Hasan’a ithaf eder. Bu şiirleri, tarihten ve partiden, güncele ve partisiz bir alana sürgün edilmiş bir eski tüfek devrimcinin, olup biten karşısındaki tavırlarını, günlük yaşantılarını, tarihe ve partiye gönderme yapan devrimci bilince dayalı söylemi içeren şiirlerdir.

Aşk Çocuğu

Pencerelerin kenarından
Sarkmış tül perdeleri
Pembe Evin
Uçup uçup yüz sürüyorlar
Karşı tepedeki manastırın selvilerine

Rüzgârla eğilip doğruldukça
Sardunyalar, biberiyeler,
Hiç korkma
Karada ölüm yok oğlum sana bugün

1990’da Kuzgunun Yavrusu kitabının metinlerin tamamının merkezinde ben vardır. Hemen hemen her şiirin, şairle özdeşleşen bir söyleyicisinin olması da bu açıklamayı destekler niteliktedir.

Bunaydın

Bir limon kalmış güneşten
Bi de daluçlarında buhur
Bulutlar ki kar
Bulutlar yağıyor
Dizdüşümlerime…
Bir tahtaboştasın loş
Sarmanlar gelip gidiyor
Silüsler beyazdan da yılan
Sen bu tipiden çıkmıyacan…
Bir limon kalsada güneşten
Bide ölümcül umut
Sen bu umuttan iflah
Olamaya
Can…

1990’da yayımlanan Kısa Devre’de bulunan şiirlerde görülen temalar sosyal eleştiri, tabiat, sonsuzluk, yaşama sevinci, umut, yalnızlık ve sanattır.

Türkiyat Vapuru

Dağıldılar bir meçhul semte
Kırlangıçlarleyin ellerinde filileri, çantaları
Kimisi dargın eski çifteciler
Dağıldılar kırlangıçlarleyin bir meçhule
Deniz su döküyor arkalarından
Haydan gelip huya giden cümlelere
Kaptan köşkü yüzüyor dalgaların üstünde

can yucel gece vardiyasi

1991’de yayımlanan Gece Vardiyası’nda gündemin nabzını tutmaya, güncelin problemlerini yansıtmaya ve toplumsal meselelere ışık tutmaya devam eder. Bunun yanında caz müziğini hem biçim hem de içerik açısından şiire taşımaya çalışır.

Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim

İhtiyarlamış bir komünist olarak
Gitardan çıkan tın sesleri
Beni yeniden adam edecektir
Havada havva olan bir adem
Ve yaklaşırken bütün güzellikleri baharla birlikte
Arkadaşlarım olan cazcılar
Elbette bulacaklar bir acıbadem
Ve biz yaşamayı yeniden kuracağız

1990’da yayımlanan Güle Güle/Seslerin Sessizliği’nde sosyal hayatı, gördükleri ve yaşadıkları hakkındaki duygularını, izlenimlerini sanatın dili, zevki ve sesiyle ifade eder.

Sadece Gerçeği Söyleyeceğime

Usuldan bir esinti taa
Köprüden geçen arabaların uğultusunu getiriyor
Kolumda yatıyor hafiften horulduyorsun
Demin yağan yağmurdan arta kalmış damlalar
Yalancıktan tanıklık ediyorlar gençliğime

can yucel gezintiler

1994’te yayımlanan Gezintiler’de güzellikleri, çirkinlikleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışırken, diğer yandan sıkıntılarını, özlemlerini ve memleketine duyduğu tutku derecesindeki bağlılığı dile getirir.

Özlem

Ellerim uzuyor sanki
Baharda dallar
Gözlerim açılıyor
Baharda badem
Aklım koşuyor koşuyor
Güneşe doğru
Ayçiçekleri içinden
Datça’ya

1995’te yayımlanan Maaile’de yer alan şiirlerin ilham kaynağı aile fertleridir. Bunun dışında eserde tabiat, sosyal eleştiri, ölüm, sanat, yaşama sevinci, gurbet ve özlem temaları görülür.

Göç VIII

Papatya salına-salına eğilip kulağıma
Sen bakma benim böyle salındığıma
Bu benim bahar günlerimdir
O dem gelip geçtiğinde
Köküm öyle sağlam ki derin kayalarda…

1997’de yayımlanan Seke Seke’de bulunan şiirlerin büyük bir çoğunluğu yapı bakımından Garip tarzında kurulmuş şiirlerdir. Eserde bunun dışında hikaye etmenin hakim olduğu şiirlerle, imgelerin ağır bastığı şiirler de yer alır.

can yucel

Ayışığı Son Atı

Alnımda bir ağustos böceği
Yapraktan bedenim
Ağaçtan bademim
Bu zincirinden boşanmış poyrazda
Uçuyoruz dolunaya doğru
Yel yepelek yelken kürek
Uçuyoruz ağaçlar evler duvarlar
Uçuyoruz peribacaları
Allaha emanet kula selamet
Toprak da ayaklandı
Bahçeler tarlalar
Çiçekleri sarı yeşilleriyle
Ardımızdan Kızlan’daki yel değirmenleri
Alavra’da doludizgin yaban eşekleri
Burunlar koylar bükler
Dağlarda ki devanaları
Balıkaşıran’da kopuyoruz anakaradan
Uçuyoruz mehtapta
Acemaşıran faslı okumaya dolunayda.

Can Yücel, bademcik kanseri teşhisiyle yaklaşık bir yıldır tedavi görür, ancak 12 Ağustos 1999’da yaşama veda eder.

Kaynak
Can Yücel’in Hayatı, Edebi Çevresi ve Şiirlerinin İncelenmesi – Jale Gülgen Börklü


Facebook Yorumları

2 Yorum
  1. Ruken 18/04/2018 / Cevapla
    • leblebitozu 18/04/2018 / Cevapla

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir